Makedonya'dan Ortaasya'ya. Enver Paşa. I. cilt: 1860-1908

Şevket Süreyya Aydemir

 

BİRİNCİ KISIM

(Giriş)

 

 

I

 

Yeni Osmanlılardan, Birinci Meşrutiyete!

Yakın tarihimizde Tanzimat devri, sürekli

bir doğum ağrısıdır. Fakat bu ağrı,

bekleneni vermedi. Öndersizlik,

kısırlık ve düşünür yoksunluğu,

bu devrin hem şanssızlığı, hem de ayırt

edici vasfıdır.

 

Gerçi Tanzimat, büsbütün karanlık bir

Abdülhamit istibdadına gömülürken,

seçkin ve teşkilâtçı bir devlet adamı

yaratabildi. Fakat o devrin son ümidi

olan bu büyük insan da, temsil ettiği

değerlerin bedelini, yakın tarihimizin

kara alın yazısı olan bir padişahın

emriyle, Taif zindanında boğdurularak,

hayatiyle ödedi...

 

14

 

Sultan Aziz (1861-1876)

 

 

15

 

I

 

 

İLK SİYASİ MÜCADELELER:

 

Yakın tarihimizde siyasî mücadele, hangi nesille başlar? Yakın tarihimizde siyasi mücadelenin bayrağını, ilk önce hangi nesil açmıştır? Bu soruları belki de:

 

          — İlk Tanzimatçılar!

 

olarak cevaplandırmak isteyenler olacaktır. Fakat, Osmanlı İmparatorluğunda siyasî mücadelenin tarihini, o kadar gerilere götürmek mümkün olmasa gerektir. Bunu daha iyi belirtebilmek için, önce siyasî mücadele kavramını birkaç kelimeyle formülleştirmeye çalışmak yerinde olacaktır.

 

Siyasî mücadele; bir siyasî düzen mücadelesidir. Bu mücadele; düzeni yönetenler tarafından değil, düzeni yönetenlere karşı yürütülür. Yürürlükteki siyasî düzen, öyle aksaklıklar, öyle çelişmeler, yetersizlikler verir ki, bu düzene karşı güvensizlikler, şikâyetler, toplum içinde bazı sözcüler yaratmaya başlar. Mücadele, önce bir ruhî direniş şeklinde belirir. Bu direniş; siyasî memnuniyetsizlikler, mevcut nizamı çeşitli yönlerden eleştirmeler, mevcut nizama karşı bir düzen değişikliği hasreti şeklinde gelişir. Nihayet bu gayri memnunlar, yavaş yavaş çevrelerini etkilemeye başlarlar. Yavaş yavaş kendi aralarında görüş, fikir, hedef birliğine varırlar. Bundan da bir hareket birliği ihtiyacı, hatta hareket birliği doğar. Aynı fikir ve görüşleri paylaşanlar; aralarında direniş ve hareket cemiyetleri teşkil ederler. Sahnede Liderler belirir, sonunda bu akım; ya fiilî bir mücadele, yani mevcut düzene karşı bir isyan ve ayaklanmayla su yüzüne çıkar. Azınlık, fakat aktif bir kadro, mevcut siyasî nizamı, cebir ve zor yolu ile değiştirmeye çalışır.

 

 

16

 

Yahut da bu mücadele, bu kadronun mevcut siyasî nizam 'üstünde, kanunlara ve şekillere uygun olarak söz sahibi olması imkânını yaratır. Siyasî nizamda değişiklik, tekâmülcü bir akış takip eder.

 

îşe bu ölçüler açısından bakıldığı zaman görülür ki, Tanzimat, bunların hiç biri değildir. Tanzimat; yukardan gelen, siyasî nizamı yürütenler tarafından ve daha ziyade dış etkenler altında, hatta yabancı devletlerin kefaletlerine bağlanarak baş vurulan, bir ıslahat çabasıydı, daha doğrusu, bir ıslahat vaadi idi. Gaye, devletin devam ve bekasıydı. Çünkü, Avrupa, Asya ve Afrika’ya yayılmış olan Osmanlı İmparatorluğunun siyasî nizamı, XIX. yüzyılın getirdiği ilkeler ve ihtiyaçlarla çelişen bir Asya despotizmi halinde donmuş kalmıştı. Halbuki imparatorluğu teşkil eden ırklar ve halklardan, Avrupa kıtasında yaşayan Sırplar, Rumlar, Romenler ve Bulgarlar arasında milliyetçi akımlar olmuştu bile. Nitekim Sırplar ve Yunanlılar, istiklâllerini ilân ettiler. Romanya bir prenslik oluyordu. Zaten imparatorluğun varlığı, kendi gücünden ziyade, onun hemen parçalanmasının doğuracağı anlaşmazlıklardan endişe eden, bu parçalanma şekli üstünde uyuşamayan yabancı devletler arasındaki kuvvet dengesine dayanıyordu (1). O halde zamanı idare için memleketin diğer kısımlarında da; İslâm ve Hıristiyan bütün Osmanlılar arasında hak eşitliğini, can, mal, namus emniyetini taahhüt etmek, ilân etmek, kaçınılmaz hale gelmişti. Çünkü, mevcut nizamda, bu eşitlik ve emniyet yoktu...

 

 

(1) Yeni Osmanlılar hareketinin siyaset, kalem ve edebiyat alanlarında önde gelen mücahidi Namık Kemal, bu gerçeği şöyle ifade ediyordu:

 

«Osmanlı devleti, bünyece kuvvetli ve büyük himmet sahibi bir vücutken, birçok illetlerin (hastalıkların) zaman içinde birbirlerini kovalaması ile kuvvet ve takati kesilmiş ve siyaset dilinde “Hasta Adam” unvanı ile anılmaya başlamıştı... Yalnız mülkün taksiminde, önlenmesi mümkün olmayacak müşkülât ile; Rusya'nın bu taraflara doğru akıp gelmesinden, bütün medeniyet cihanı için meydan alabilecek tehlikeler, bizim (yani, Osmanlı devletinin) bekamıza (varlığımıza ve devamımıza) sebep oluyordu.»

 

(İbret Gazetesi, No. 28 ve 48, 1872)

 

 

17

 

Tanzimat ilân olunurken durum buydu. Artık soysuzlaştığı, çürüdüğü için 1826'da kaldırılan Yeniçeri ocakları yerine yeni ordu, pek de kurulamamıştı. 1826 hareketi ile fiilen ortadan kalkan eski toprak hukuku yerine, yeni toprak hukuku, henüz getirilememişti. Memleketin her tarafı âyanlar, mütegallibeler eline düşmüştü. Millî istiklâl çabalarıysa almış yürümüştü. Ve bu mücadele, hem Osmanlı hâkimiyetine karşı bir istiklâl savaşı, hem de, mevcut toprak ağalığına, âyanlığa karşı topraksızların bir sosyal mücadelesi halinde gelişiyordu. Halbuki Tanzimat, sadece devletin bir nevi kendini savunması ve genel dağılışı önlemek için girişilen bir idare-i maslahat tedbiriydi. Yukardan gelen bir hareketti. Nizamı yönetenlerin eseriydi. Ve aslında yetersizdi.

 

Bu sebeple, siyasî nizama ve bunun yöneticilerine karşı ilk hareket, biraz geç de olsa belirdi. Ve tabiî aydınlar arasında doğdu. Bilhassa Fransız İhtilâlinin getirdiği fikir ve akımların etkisi altında kalan aydınlar arasında. Bu hareket evvelâ, mevcut nizama karşı bir uyarı ve müdahale ümidi şeklinde belirdi. Bizim yakın tarihimizde ilk siyasî mücadele çabasını teşkil eden bu akım, ancak 1860-1870 arasındaki devrede canlanır. Hatta fiilî gruplaşma, 1865-1868 arasındaki dört yıllık bir devreyi içine alır.

 

Hareket, evvelâ İstanbul'da, dar bir aydınlar çevresi içinde belirdi. Bir süre gizli teşkilât halinde devam etti. Daha sonra Avrupa'ya kaçan bazı elemanlar tarafından orada, saraya karşı açılan bir basın ve propaganda mücadelesi şeklinde yürütüldü. Bu hareketi Avrupalılar, Jeunes Turques, yani Genç Türkler hareketi olarak adlandırırlar. Fakat hareketi temsil ve devam ettiren mücahit unsurların kendi hareketlerine verdikleri isim, Yeni Osmanlılar hareketidir. Bu hareket, siyasî edebiyatımızda genellikle, Genç Osmanlılar hareketi olarak da tandır. Hareketin öncülerine ve mensuplarına da Genç Osmanlılar denilir (1).

 

 

(1) Genç Osmanlılar hakkında kaynaklar pek fazla değildir. Onların yazılı bir program veya nizamnameleri de bulunamadı. Konuyu, kendi hatıraları şeklinde ilk yayinlayan, aynı zamanda ilk Genç Osmanlılardan olan Tevfik Bey (Ebüzziya Tevfik) oldu. Bu hatıralar, onun 1908’den sonra yayınlamaya başladığı Tasvir-i Efkâr gazetesinde, gayrı muntazam fasılalarla, parça parça çıktı. Başlığı Yeni Osmanlılar Tarihi'dir. Fakat tarihçiler, bazı ihtiyat kayıtları ile alırlar. Zamanımız Avrupa Siyasî Tarihi adlı ve Ankara Hukuku’ndaki derslerini içine alan eserinde Yusuf Akçora da, bu hususta aynı davranış içindedir. Son zamanlarda Yeni Osmanlılar bahsi, Amerika’da neşredilen bir eserde de, fakat gene Ebüzziya’ya dayanılarak işlenir. Tarih Kurumu’nun Osmanlı Tarihi’nde (cilt: VIII.) ve tik Meşrutiyeti anlatan diğer yayınlarda da, konuya ışık tutan yeni belgeler verilmemiştir. Ama şimdi, Yeni Osmanlılardan, Avrupa’ya kaçamayanların muhakemelerine ait zabıtlar bulunmuştur (Tarih Kurumu). Fakat henüz yayınlanmamıştır.

 

 

18

 

Harekete Genç Osmanlıların seçtikleri hedef, Meşrutiyet (Constitution) nizamıydı. Bir süre sonra Meşrutiyetin Osmanlı devletinde, geçici de olsa tahakkuk etmesi ve bu suretle Genç Osmanlılarla Birinci Meşrutiyet arasında, tarihî bir fikir ve hareket bağlantısının bulunuşu, bizim için önemlidir. Zaten bu hareketin öncülerinden bir kısmı, Birinci Meşrutiyet öncesindeki çilelerinden başka, Birinci Meşrutiyet devresindeki rolleri, hizmetleri ve bu devreyi takip eden ıstıraplarıyle de, adlarını İkinci Meşrutiyet mücadelesine bağlamışlardır. Meselâ Namık Kemal, bunlardandır. O halde Genç Osmanlıları, Türkiye'de siyasî mücadelenin ilk ve öncü kadrosu olarak almakta hata olmasa gerektir (1).

 

 

(1) Gerçi, 13 eylül 1859’da İstanbul’da gizli bir siyasî cemiyete mensup oldukları için 41 kişi tevkif edilmiştir. Başta sadrazamla, şeyhülislâm ve seraskerden kurulu bir soruşturma heyeti, bu gizli cemiyetin maksadım «halkı ve askeri saltanat aleyhine tahrikle, heyet-i devleti ve kanunları bozmak» şeklinde özetledi. Suçlama ağırdı. Kurucular arasında, başta Kafkasyalı Hüseyin Daim Paşa ile, Arnavut Cafer Paşa, Arap Şeyh Ahmet gibi kimseler vardı. Cemiyetin varlığını, kendisine üyelik teklif edilen Hüseyin Paşa, hükümete intikal ettirdi. Soruşturmalar Çengelköy’de Kuleli kışlasında cereyan ettiği için, bu olay, yakın tarihimizde «Kuleli Vakası» olarak anılır. Soruşturma sonunda ve vükelâ heyetine getirilen evraka göre, sanıklardan, kurucular idama mahkûm oldular. Fakat Padişah Abdülmecit, bu hükmü müebbet hapse çevirdi. Yabancı tarihçiler bu hareketi, ilk Meşrutiyet çabası gibi gösterirler. İncelemelere ve vesikalar göre, bu cemiyet, daha ziyade bir irtica hareketi, daha doğrusu, Tanzimat’ın getirdiği veya savunduğu ilkelere karşı, bir direniş çabası gibi de görünür. Cemiyetin teşebbüsü, nihayet bir suikast etrafında toplanır. Bu konuda bütün vesikalar, Uluğ İğdemirin Kuleli Vakası Hakkında Bir Araştırma eserinde toplanmıştır. Meselâ, imparatorluğun XIX. yüzyıl tarihi üstünde değerli incelemeler yapan yabancı tarihçilerden Engelhard ve Vambery, 1859 teşebbüsünü, Türkiye’de Meşrutiyet hareketine doğru ilk adım olarak alırlar. Osmanlı tarihçilerinden Ahmet Rasim de bu hareketi, İstibdattan Hâkimiyet-i Milliye'ye adlı eserinde «ilk Meşrutiyet ayaklanması» olarak sarahatle işaret eder. Hareket, 13 eylül 185Ç’da haber alındı. Muhakemeler iki ay kadar sürdü. O zaman vekiller heyeti genel sekreteri mevkiinde bulunan Mithat Efendi (Mithat Paşa) bu mahkemenin de başkâtipliğini yapmak için güç bir vazife yüklendi. Abdülmecit’in vefatiyle Abdülaziz tahta geçtikten bir süre sonra ise, mahkûmlar affedildiler. Hatta Hüseyin Daim Paşaya rütbesi de iade edildi, Yalnız Süleymaniyeli Şeyh Ahmet Efendi, Magosa’da sürgün olarak bulunduruldu. Namık Kemal de Magosa’da sürgünken tanıdığı Şeyh Ahmet’ten çok övgüyle bahseder.

 

 

19

 

Bu hareketin, bu kitaba konu olan Enver Paşa hikâyesiyle bağlantısı buradan gelir. Enver Paşanın, aktif bir mücahidi olarak katıldığı ve daha ilk günden bir bayrak, bir efsane kahramanı gibi parladığı İkinci Meşrutiyet ihtilâli, işte bu Birinci Meşrutiyet hareketinin devamıdır. Namık Kemal ve arkadaşları gibi Enver ve arkadaşları da, Genç Türklerdiler. Namık Kemaller gibi onlar da, Meşrutiyet için mücadele ediyorlardı. Meşrutiyet, bu mücadelenin, hem temeli, hem mihveri, hem gayesiydi. İkinci Meşrutiyetin mücahitleri ihtilâl heyecanlarını, Namık Kemal’in şiirlerinden, Birinci Meşrutiyet hareketinin hatıralarından alırlar. Bilhassa, son imparatorluğun en büyük şahsiyeti olan şehit Mithat Paşanın mücadelelerinden ilham aldılar. 10 temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet ilân olunduğu gün, Namık Kemalle Mithat Paşanın isim ve resimleri, 10 temmuz ihtilâli kahramanlarının isim ve resimleriyle beraber, birer bayrak gibi sokaklarda dolaştırılıyordu. Hulâsa Enver Bey, daha 1860'larda başlayan Genç Türkler hareketinin ve mücadelesinin bir takipçisi, bir devamcısı olarak tarih sahnesine çıktı, öyle denebilir ki, onun hikâyesi, 1860larda başlar. Nitekim biz de bu eserimizde olayların gelişmesini öyle başlattık.

 

* * *

 

 

20

 

FİKİRLER BELİRİYOR!

 

Yeni Osmanlılar hareketinin. Avrupa’da Genç Türkler hareketi olarak adlandırıldığına daha önce işaret etmiştik. Avrupalılar arasında, Yeni Osmanlılarla başlayıp 1908 ihtilâline, yani «hürriyetin ilânı»na kadar varan gizli veya açık bütün Meşrutiyetçi hareketler, Genç Türkler hareketleri olarak tek bir safha halinde alınır. Bu hareketler de, Tanzimat yetersizliğinin bir eseridir.

 

Türkiye’de Tanzimat Fermanı, yani (Gülhane Hatt-ı Hümayunu) 1839’da ilân edilmişti. Padişah, Sultan Mecit’ti. Teşebbüs, dış etkiler altında olsa da, Sadrazam Reşit Paşanın gayretiyle olumlu sonuçlandı. Gene Sultan Abdülmecit zamanında, 1854’te; İngiltere, Fransa ve Sardunya (İtalya) gibi Avrupa devletlerinin safında Rusya’ya karşı Kırım harbine katılan Osmanlı padişahı, 1856’da bir de «Islahat Fermanı» neşretti. Artık Avrupa topluluğu cephesinde yer almak niyetlerini bir daha açıkladı. Ancak, gerek Tanzimat, gerek ıslahat fermanlarında, devletin Meşrutiyet idaresine yöneleceği yolunda bir işaret yoktu.

 

Abdülmecit, haziran 1861’de, kırk yaşındayken öldü. Yerine Abdülaziz padişah oldu. Bu iki padişahın ikisinin de, aslında bazı iyi niyetlerine delâlet eden hareketleri vardır. Fakat her iki padişah zamanında da dış borçlanma ve israf, zirve noktalarına varmıştı. Osmanlı devletinin iflâsı demek olan 20.12.1881 (Muharrem) kararnamesi ve devlet içinde devlet demek olan «Düyun-i Umumiye» teşkilâtı, bu hesapsız borçlanmalar yüzünden, bir gün malî bünyemizde yer aldı. Reşit Paşanın Tanzimat ruhunu benimseyen bir kısım aydınlar, iş daha buralara varmadan, devlette fiilî ıslahat icrası, bunun için de Meşrutiyet idaresine geçiş lüzumu üzerinde kanaatlere varmışlardı. Bunlar için hedef, Reşit Paşanın uyandırdığı ıslahat, ruh ve teşebbüslerini ilerletmek ve daha da ileri giderek, Meşrutiyet için mücadele etmekti. Meşrutiyeti kurmaktı. Bu gençlerden bir kısmı, görüş ve eleştirilerini teşkilâtlı bir direniş gücüne vardırabilmek için, aralarında gizli bir cemiyet kurulması kararma vardılar.

 

 

21

 

Kaldı ki bir taraftan; gerek Tanzimat, gerek ıslahat fermanlarının beklenilen neticelere ulaşmadığını gören yabancı devletlerin Türkiye üzerindeki müdahale ve baskı teşebbüsleri de, güçlenip gidiyordu. Sultan Aziz, artan güçlükler karşısında, ıslahata değil, daha ziyade iç baskı rejimine kaymak temayülleri gösteriyordu. İşte bütün bu hava içindedir ki, çok dar bir çerçevede olsa da, bir kısım aydınlar, devlet nizamına karşı siyasî bir mücadele yoluyle bu nizamı değiştirmek çabasına koyuldular. Mevcut nizam, mutlakiyet-istibdat nizamıydı. Yasama (teşriî kuvvet) padişahın elinde toplanıyordu. Yargı ve icra mekanizması, padişahın iradesine bağlıydı. Genç Osmanlılar, bu nizamın yerine Meşrutiyet rejimini getirmekle de Osmanlı devleti, gene bir monarşi, bir hükümdarlık (padişahlık) nizamı olarak kalacaktı. Fakat iki Meclisli bir Parlamento (Mebusan ve Ayan Meclisleri) yasama yetkisini elinde toplayarak, padişahın yetkileri kısıtlanacaktı. Genç Osmanlıların hedefi buydu. Bizim yakın tarihimizde siyasî mücadele, işte bu sloganlarla başlar. Aşağıda izleyeceğimiz olaylar sonunda ve 1876’da bu hedefe, geçici olarak ulaşılacaktır. 1908’de İkinci Meşrutiyet ise, bu Birinci Meşrutiyetin bir restorasyonu olacaktır.

 

* * *

 

BÎR İMPARATORLUĞUN GÖRÜNÜŞÜ:

 

Devlet şekli üzerinde mücadele derken, bu mücadelenin, yalnız devletin siyasî nizamında değil, ekonomide, idarede, sosyal yapıda da birtakım değişiklikleri hedef tuttuğunu elbette ki gözden uzak tutmamalıyız. Çünkü devlet nizamı; millî yapı, yahut o devletin sınırları içinde yaşayan halklar topluluğunun yaşadıkları düzen üzerinde şekilleşir. Osmanlı İmparatorluğu da bir halklar topluluğuydu. Bu nizamda gerçekleşecek her değişiklik, esaslarını elbette ki bu halklar topluluğunun ihtiyaç ve meselelerinden alacaktı. Yapılacak değişiklik, meselelere cevap verirken, bu topluluğun yapısında elbette ki etkilerini gösterecekti. Acaba Genç Osmanlıların program ve çabalarında bu ihtiyaç ve zaruretler nasıl formülleştiriliyordu? Bunlar için düşünülen tedbirler ve hedefler nelerdi?

 

 

22

 

Bunları daha sonra özetleyeceğiz. Fakat daha önce, Genç Osmanlılar hareketinin hangi şartlar ve zaruretler içinde belirdiğini kısaca kaydetmezsek, bu hareketi doğuran şartlan belirtmemiş oluruz.

 

Evvelâ şunu tekrar edelim: Osmanlı devleti, bir imparatorluktu. Bu imparatorluk, geniş ve yaygın sınırlar içinde, çok çeşitli bir halklar ve milletler topluluğuydu. İmparatorluğun toprakları; merkeze bağlılık şekilleri ve hukukî ilişkileri az çok farklılıklar göstermekle beraber, Kuzey Afrika'da Tunus, Libya ve Mısır'la Sudan'ı da içine almak üzere, Avrupa'da Bosna-Hersek ve Karadağ'ı, Makedonya'yı, Trakyaları, Bulgaristan'ı, Eflâk-Buğdan’ı (Romanya) kapsıyordu. Asya'da; Anadolu ve Kars yüksek yaylasıyle, Doğu ve Güneydoğu Anadolu dağlık bölgeleri, Irak, Arabistan yarımadası ve Akdeniz'de Girit, Kıbrıs, Ege adaları bu imparatorluğa dahildi. Gerçi, Osmanlı devleti, 1699 Karlofça Antlaşması'ndan beri, Avrupa'da her biri bir devlete yurt olan büyük ülkeler kaybetmişti: Kırım, kısmen Macaristan gibi. Sonra, Sırbistan, Yunanistan da gitti. Fakat 1860'larda imparatorluk; artık kağşamış ve yapı sağlamlığını kaybetmiş olmakla beraber, dünyanın üç kıtası üstünde, gene de çok geniş topraklara yaygın bir saltanat manzarası gösteriyordu.

 

Karlofça Antlaşması'ndan önce imparatorluğun üç kıtada 5.481.560 kilometre kare yer kapladığı hesaplanabilmektedir. 1860'larda, yani Sultan Abdülaziz saltanatında, devletin Tunus ve Mısır üzerindeki hükümranlık haklan şekilden ibaret olsa da, Osmanlı saltanatı gene de 4.466.542 kilometre karelik arazi üzerinde hâkim görünüyordu. Hatta bu yekûna, 1829 Edirne Antlaşması'yle bir prenslik haline gelmekle beraber, şeklen Osmanlı hükümranlığında sayılan Eflak Buğdan'ı (Romanya) bile katmak icap eder.

 

Fakat işaret ettiğimiz gibi, imparatorluk sağlamlığını kaybetmişti. Kağşamıştı. Bilhassa Avrupa'da milliyetçilik akımlarının gelişmesi ve bunun Balkanlara da yayılması, 1829 Edirne Antlaşması’yle muhtariyete kavuşan Romanya (131.352 kilometre kare) ve Sırbistan’la (37.224 kilometre kare), Karadağ (11.079 kilometre kare),

 

 

23

 

1830’da istiklâli kabul edilen Yunanistan’dan (44.657 kilometre kare) başka, 1860’larda diğer Balkan halklarını da harekete getirmeye başlamıştı. Genç Osmanlılar hareketinin doğuşunda da etkisi olan bu iç karışıklıkları, burada özetlemeliyiz:

 

Hersek isyanı : 1861-1864 arasında Hersek (Bosna-Hersek) isyanlarla çalkanır. Vilâyet, büyük derebeylikler bölgesiydi. Halkın hem derebeylerden, hem Osmanlı hükümetinden şikâyeti vardı. Fakat isyanın asıl hedefi, Osmanlı hükümeti oldu. îsyanı bastırmaya memur edilen Ömer Paşa, Hersek bölgesinde çetin askerî hareketlere girişmek zorunda kaldı.

 

Karadağ muharebesi : Hersek isyanı asıl Karadağ prensliğinden besleniyordu. İşlerin akışına daima yabancı devletler ve bilhassa 1858 Paris Antlaşmasına katılan devletler de karışıyordu. Sultan Aziz, Ömer Paşanın ordusuyle Karadağ’a girmesini emretti. Gerçi Karadağ yenildi. Ama, bundan devletin, herhangi ciddî bir istifadesi olmadı. Hersek’teki çatışmalar ise, 1864’te sona ermiş görünmekle beraber, gerginlik ve karışıklık devam ediyordu.

 

Eflak-Buğdan (Romanya olayları: 6 aralık 1856 Paris Antlaşması’yle Eflak-Buğdan, devletin hükümranlığı altında muhtar (otonom) bir ülke haline gelmişti. Fakat, yeni nizam bir türlü yerleşemedi. Gerçi idarenin başında bir Avrupalı prens bulunacaktı. Bu prense bir yerli divan (meclis) yardım edecekti, kanunlar böyle çıkacaktı. Fakat bu düzen bir türlü yürüyemedi. Nihayet 1860-1861 sırasında ülkede büyük karışıklıklar baş gösterdi. Bu olaylar, Avrupalı devletlerin İstanbul üzerinde baskı ve müdahalelerine yol açtı. Karışıklık 1861’den 1866’ya kadar sürdü.

 

Sırbistan olayları: Sırbistan da 1856’da, Osmanlı devletinin hükümranlığı altında bir muhtar ülke halini almıştı. Fakat 1862-1867 arasında burada da büyük olaylar çıktı. Sırbistan, bir prensin idaresine verilmişti. Belgrat’ta ve kalelerde, Türk askerî birlikleri de bulunuyordu. Olaylar patlak verince ülkede hakikî bir muharebe hali başladı. Belgrat paşasi, şehri topa tutmak zorunda kaldı. Karışıklıklar genişledi.

 

 

24

 

Dış müdahale mekanizması hemen harekete geçti. Gaileler aldı yürüdü. Nihayet, Avrupa büyük devletlerinin temsilcileriyle İstanbul’da toplanan bir konferans, 8 eylül 1862’de Osmanlı devletinin aleyhine kararlar aldı. Bazı kaleler Sırplara terk edildi. Muhtariyet hukuku genişletildi. Fakat anlaşmazlığın sonu gelmedi. Hatta 1867’de Belgrat kalesi de Sırplara bırakıldı. Sırbistan’ın fiilî istiklâline doğru yeni adımlar atıldı.

 

Girit isyanı : Abdülaziz çağının çok daha karışık bir gailesi,: Girit isyanıyle patlak verdi. Girit, Doğu Akdeniz’ in en büyük adasıdır. 245 kilometre uzunluk ve 32 kilometre genişliğiyle 7.740 kilometre karelik bir saha işgal eder. Halkın çoğunluğu, Hıristiyan ve İslâm olmak üzere Girit yerlilerinden teşekkül ediyor ve bunların hepsi Rumca konuşuyordu. Fakat Yunan isyanı ve istiklâlinden sonra Rumluk gayreti ve Osmanlı idaresinden çıkarak Yunanistan’la birleşme çabası, adanın Hıristiyan halkı arasında ciddî isyan dalgaları yarattı. Girit’in dağlık oluşu, askerî hareketleri güçleştiriyordu. Bir aralık, Sadrazam Âli Paşanın dahi Girit’e kadar gitmesine sebep olan karışıklıklar, alınan yarım kararlar ve işi idare tedbirleriyle önlenemedi. Büyük devletler ise, gene sahnedeydiler. Hulâsa, vaktiyle fethedilmesi de yıllarca süren muharebelere mal olan Girit’in, imparatorluktan ayrılışı da aynı derecede gaileli oldu. Ve mesele, ancak Balkan harbi sırasında, adanın Yunanistan’a geçmesiyle neticelendi. Genç Osmanlılar hareketinin doğum ağrıları devrinde olduğu gibi, ondan sonra ve Balkan harbine kadar da Girit davası, devletin en belâlı gailesi olarak sürdü gitti.

 

Kaldı ki Asya’da da pek sükûnet yoktu. Meselâ, Arabistan’ın güneybatı kısmını teşkil eden Yemen’de, geniş askerî harekât yapıldı. Anadolu’da eşkıyalık, âyanlık belâları durmadan artıyordu. Mısır’a gelince, orada başka bir rekabet, devleti işgal ediyordu. Mısır; Mehmet Ali Paşanın elde ettiği, hanedanlık şeklinde bir valilik olarak, Osmanlı devletinin hukukî hükümranlığı altındaydı. Yani, Mısır’da Osmanlı valiliği bir hanedanlık şeklini almıştı. Hanedanın en yaşlı üyesi, sırası gelinçe vali oluyordu.

 

 

25

 

Mısır'a hükmediyordu. Abdülaziz zamanında Mısır valisi olan İsmail Paşa, yürürlükte olan bu veraset sisteminde değişiklik yapmaya çalıştı. Kendinden sonra vali olacak olan üvey kardeşi Mustafa Fazıl Paşanın yerine, kendi oğlu için hıdivlik hakkını padişahtan elde etti. Ve bu netice, o zamanlar İstanbul'da bulunan ve hatta bir aralık Osmanlı kabinesinde maliye ve nafia nazırlıkları yapan Mustafa Fazıl Paşanın, padişaha küskünlüğüne yol açtı. Paşa, bu duygularını, biraz da tahrikler şeklinde açığa vurunca, Sadrazam Fuat Paşa ona, 24 saat içinde memleketi terk etmesini tebliğ ettirdi. Paşa, Avrupa'ya gitti. Ve bundan garip bir netice doğdu: Aşağıda maceralarını vereceğimiz Genç Osmanlılardan bir kısmı ve bu arada Namık Kemal ve Ziya Bey gibi seçkin mücahitlerin, kimisi davet, kimisi kaçmak suretiyle Avrupa’ya gidince, Mustafa Fazıl Paşa orada bunları, koruyucu kanatlan altına aldı. Onlara pek bol maaşlar bağladı. Bu kadroyu, kendi küskünlüğü yüzünden padişaha karşı açtığı mücadelede, kendi davası hesabına çalışanlar vaziyetine düşürdü. Bu gelişmeleri izleyebilmek için, şimdi Genç Osmanlılar veya Yeni Osmanlılar hareketi üzerinde biraz durmalıyız. Çünkü, Genç Osmanlılar, Birinci Meşrutiyetin habercileri olduğu gibi, Birinci Meşrutiyet de, İkinci Meşrutiyetin tohumu olacaktır.

 

* * *

 

YENİ OSMANLILAR:

 

Yukardan beri özetlediğimiz şartlar ve olaylar, Yeni Osmanlıların hem doğuş, hem harekete geçişlerinde, elbette ki müessir oldular. İstanbul'da bir kısım aydınlar arasında uyanan ve devletin, mutlakiyetten (padişahın kayıtsız şartsız hâkimiyeti) Meşrutiyet idaresine (yasama yetkilerinin, halktan seçilmiş Millî Meclislerde olması) geçmesini isteyen hareketin fikir başlangıcım, 1860'a kadar götürmek mümkündür (1).

 

 

(1) Meselâ, Genç Osmanlıların fikir babası ve manevî önderi sayılan Şinasi, Tasvir-i Efkâr gazetesini 1861’de çıkarıyor. Bu gazetenin idarehanesi ise, Yeni Osmanlıların toplanma yeri ve merkezi gibidir.

 

 

26

 

Örgütlenme 1865’te başlar. Ve hareketi; gerek fikir, gerek gizli çalışma safhası, gerek mensuplarından bir kısmının Avrupa’ya kaçarak orada yürüttükleri açık faaliyet ve nihayet, Meşrutiyetin kuruluşuna varan çeşitli çalışmalarla beraber, 1876 yılma kadar uzatabiliriz. Fakat hareketin İstanbul’daki asıl gizli faaliyet safhası, çok kısadır. Ve ancak iki yıl kadar sürer.

 

Genç, yahut Yeni Osmanlılar gizli cemiyetinin İstanbul’ da kuruluş tarihi haziran 1865 olarak bilinir. Anlaşıldığına göre, cemiyet evvelâ «İttifak-ı Vatan Cemiyeti» adı altında ve Belgrat ormanlarında yapılan bir toplantıda doğdu. İstanbul’ daki gizli teşkilâttan haber alınıp da, bir kısım mensupların Avrupa’ya kaçmalarından sonra, bunlar Paris’te, 20 mart 1868’ de, bir grup halinde yeniden faaliyete geçtiler. Kendilerini «Yeni Osmanlılar» olarak adlandırdılar. İstanbul’da, ilk nüvenin kurucuları arasında şu isimler bilinir: Mehmet Bey, Kayazade Reşat Bey, Menapirzade Nuri Bey, Suphi Paşazade Ayetullah Bey, Kemal ve Tevfik Beyler. Bu nüve, taraftarlarını çoğaltmaya çalıştı, öyle görünüyor ki, cemiyet, duyulup tevkifler başladığı zaman, cemiyet üyelerinin sayısı 250 kadardı (245). Bu üyeler içinde önemli şahsiyetler vardı. Meselâ 1876’da Mithat Paşa ve arkadaşlarıyle birleşerek, Sultan Abdülaziz’i tahtından indiren ve daha sonra İkinci Abdülhamit’i Meşrutiyetin tesisine sevk edenlerden Harbiye Mektebi Kumandanı Süleyman Paşa, bu üyeler arasında sayılır. İstanbul Karakolları Kumandanı Macar Ömer Nailî ve Zaptiye Nazırı Yardımcısı Mustafa Asım Paşalar, kazanılmış görünürler. Yani cemiyet, İstanbul’da, kilit noktası mevkiindeki bazı makamlara ve şahsiyetlere el atmıştı. Cemiyete gizlilik esası hâkimdi (2). Fakat ilk safhada cemiyette, bir tethiş ve darbe eğilimi görünmemektedir.

 

 

(2) 1830’dan sonra ve Fransa Cumhuriyet Fırkası’m taklit ederek Avrupa’da, çeşitli gizli cemiyet kurulmuştu. Almanya’da, Orta İtalya’da, Lehistan’da, azası gençlerden olan bu türlü cemiyetlerin sayısı çoktur. 1848 ihtilâlleri de Avrupa’da çeşitli ve ihtilâlci cemiyetlerin teşekkülünde etkili oldu. Genç İtalya, Genç İngiltere gibi adlarla kurulan cemiyetler bu arada sayılabilir. Türkiye’de Genç Osmanlılar, öyle görünüyor ki, daha ziyade İtalya’daki Karbonari gizli cemiyetinin teşkilât ve usullerine sempati göstermişlerdir. Karbonari (Charbonnerie) gizli cemiyeti, İtalya'da mutlakiyete karşı mücadeleyi hedef tutmakla beraber, İtalya dışında ve bilhassa Fransa’da da nüveler meydana getirmiş bulunuyordu.

 

 

27

 

Çünkü, evvelâ saf ve idealist duygular içinde çalışan kurucular, kendileri tarafından iyi niyetle ve sadakat duygularıyle hazırlanacak bir ıslahat ve meşrutiyet lâyihasının, padişah tarafından tasviple karşılanacağını ve belki de padişahın kendilerini vazifeye çağırarak, bu lâyihadaki güzel esasları uygulamaya geçeceğini umuyorlardı. Bu sebeple ilk hedef, her yönden mükemmel böyle bir lâyihayı hazırlayarak, bir heyet halinde padişaha sunmaktı. Onlara göre, böyle bir lâyihayı hazırlamayı gerekli kılacak sebepler çoktu. Memlekette dertler artık son haddine varmıştı.

 

Daha önce de özetlediğimiz gibi, Avrupa Türkiyesinde millî hareketler almış yürümüştü. Anadolu; zulüm, eşkıya baskınları, âyanlar istibdadı ve idaresizlikler içinde çalkalanıyordu. Rüşvet, zirve noktalarına varmıştı. Valiliklerle önemli mevkilere tayinlerde, saraya ve saray adamlarına çatarak ikbal sağlamak usulleri iyice yerleşmişti. Devlet gelirleri iyi kullanılmıyordu. Dış borçlanmalar ve bu yoldan çok yüksek faizler, komisyonlar ve ağır garantilerle sağlanan paralar, daha çok israf ve sefahate harcanıyordu. Gerçi Abdülaziz, orduyu ihmal etmemişti. Sultan Mahmut tarafından başlanıp Sultan Mecit zamanında geliştirilmeye çalışılan Avrupa sisteminde ordu, az çok güçlenmişti. Abdülaziz’in önem verdiği, daha sonra İkinci Abdülhamit’in elinde bir enkaz yığını haline gelecek olan Donanma üzerindeki çalışmalar, iyi neticeler vermişti. Sultan Aziz, donanma ve tersane işleriyle yakından alâkalıydı. Gerçi kurulan tersane, memlekette İktisadî temele ve zamanın gerekli sanayi kollarına dayanmadığı için, biraz havadaydı. Ama yapılanlar gene de önemliydi. Fakat Sultan Aziz’in pahalı saraylar kurmak, aşırı ve süslü mefruşat tedarik etmek ve bu yolda ölçüsüz paralar sarfetmek merakı, aşırı derece taşkınlı.

 

Bu taşkınlık gittikçe de artıyordu. Bu işlerin davet ettiği söylentiler ve şikâyetler, bunlara cesaret edenlerin sürgünlüğü ve ezilmesiyle karşılanıyordu. Sultan Aziz, makul tavsiyeleri dinlemek yerine, gittikçe istibdada ve baskıya yöneliyordu.

 

 

28

 

Bu gidiş, Yeni Osmanlıların iyi niyetlerini de etkiledi. Bu hava içindedir ki, galiba mayıs 1867’de, İstanbul'da Veliefendi çayırında yaptıkları özel bir toplantıda durum gözden geçirildi. Neticede, Sultan Abdülaziz'i kuvvet yoluyle tahtından indirmek, bunun için de Babıâli'yi basmak, Sadrazam Âli Paşayı devirmek, hatta öldürmek gibi kararlar görüşüldü. Bu işler için 40 kişilik bir müteşebbis veya fedaî heyet de teşkil olunuyordu. Âli Paşanın yerine Mahmut Nedim Paşa sadarete getirilecekti. Gerçi Mahmut Nedim Paşa daha sonra, iki defa sadarate gelmiştir. Ve bizim Tanzimat devri sadrazamlarımız arasında o, kaypak, karaktersiz, zararlı bir insandır. Denebilir ki, bizim yakın tarihimizde Tanzimat devri, Mahmut Nedim Paşanın sadrazamlığı ile kapanır. O günlerde onun sadrazamlığının düşünülmesi, Mahmut Nedim Paşanın, Genç Osmanlılar Cemiyeti'nin ileri ve görünüşe göre en bilgili kurucularından Mehmet Beyin amcası olmasından ileri gelse gerektir. Ve ihtimal ki Mehmet Bey, arkadaşlarına, amcası hakkında bazı teminat da vermiştir.

 

Ama kararlar zaten yürürlüğe giremedi. Cennetin kurucularımdan ve bir ihtilâlciden ziyade, şair ruhlu, yumuşak huylu bir genç olan Suphi Paşazade Ayetullah Bey, işlerin gidişatından ürktü. Gizli cemiyetin varlığını ve kararlarını evvelâ babasına haber verdi. Olup bitenler, bu kanaldan sadrazama duyuruldu (1). Tabiî derhal tevkifat başladı. İşte bu arada bir kısım cemiyet azalan Avrupa'ya kaçmanın yolunu buldular. Meselâ Mehmet Bey, Nuri Bey, Reşat Bey, Tevfik Bey bu kaçanlardandılar. Bu suretle de Veliefendi çayırı toplantısı, Yeni Osmanlılar Cemiyeti'nin, memleket içindeki faaliyetlerinin ilk safhasının sonu oldu.

 

 

(1) Ayetullah Bey, bir nevi kendini savunma niteliğinde olarak bu olayı ve Yeni Osmanlılar hakkındaki bilgilerini, kardeşi Haşan Beye anlatmış ve Haşan Bey, bunları kendi imzasıyle «Ayetullah Bey ve Yeni Osmanlılar» başlıklı bir makalede yayınlamıştır. Bu makaleye göre Ayetullah Bey, Veli Efendi Çayırı’nda yapılan ve bazı terör hareketlerini öngören teklifler üzerine cemiyeti ihbar etmiş görünmektedir.

 

 

29

 

Genç Osmanlıların memleket içinde, iki yıl kadar süren teşkilâtlı faaliyetleri, artık memleket dışına intikal ediyordu. Bu gençler orada kendilerine, hiç de onların geldiği yoldan gelmeyen ve başka maksatlarla Sultan Aziz’e ve vezirlerine karşı mücadeleye atılan, bir de zengin koruyucu buldular. İşte bu zengin koruyucu, Mısırlı Mustafa Fazıl Paşadır.

 

* * *

 

ÇELİŞMELİ BİR MÜCADELE KADROSU VE MUSTAFA FAZIL PAŞA:

 

Daha -ünce de bir vesileyle değindiğimiz gibi, Mustafa Fazıl Paşa, Mısır valiliği hanedanındandır. Mustafa Fazıl Paşa, Mehmet Ali Paşanın oğlu İbrahim Paşanın çocuklarından biridir. Bu çocuklardan İsmail Paşa, o sırada Mısır valisi bulunuyordu. Ondan sonra valiliğe, onun baba tarafından kardeşi Mustafa Fazıl Paşa geçecekti. Fakat İsmail Paşa, Sultan Aziz’i de kazanarak bu usulü değiştirince, bu hareket Mustafa Fazıl Paşayı küstürdü. Onun, padişahla Osmanlı vezirleri aleyhine dönmesine sebep oldu.

 

Mısır valisi İsmail Paşa, kardeşinin Mısır’daki topraklarını da, o zaman astronomik sayılan rakamlarla satın almış ve Fazıl Paşanın Mısır’la ilgisini âdeta kesmişti. Mustafa Fazıl Paşa, artık İstanbul’a yerleşti. Bir İstanbul Paşası oldu. Hatta iki defa nazırlığa atandı. Ama gözü sadrazamlıktaydı. Lâkin netice böyle gelişince, İstanbul’da rahat durmadı. Bazı tahriklere girişti. Bu tahrikler arasında, Osmanlı saltanatında padişahın mutlak yetkilerinin kısıtlanarak, devletin Meşrutiyet idaresine geçişi gibi söylentiler de olsa gerektir. Bu bakımdan onun bu eğilimiyle, Genç Osmanlıların Meşrutiyet yolundaki mücadeleleri bir noktada birleşiyordu. Fakat iki tarafı harekete getiren temel sebeplerde çelişme vardı. Çünkü Mustafa Fazıl Paşanın mücadeleye atılış sebebi, Meşrutiyet sevgisinden ziyade, hanedanlık davası, yani Mısır’da post kavgasıydı.

 

Bu hava içinde olaylar gelişiyordu. O sırada İstanbul’da, basın yoluyle de beslenen ilk siyasî cereyanlar güçlenme çağındaydı.

 

 

30

 

Tasvir-i Efkâr ve Muhbir gibi gazetelerde, meselâ Mısır’da kısmen geliştirilen parlâmento sistemini övücü yazılarla Sultan Aziz idaresine, dolaylı çatmalarda bulunuluyordu. İdare bu yüzden tedirgindi. Nihayet 1866 başlarında Sadrazam Fuat Paşa, 24 saat içinde memleketi terk etmesini Mustafa Fazıl Paşaya tebliğ edince, Paşa, Fransa’ya hareket etti. Paris’ te yerleşti. Orada ilk mücadelesine, Sultan Aziz’e yazdığı Fransızca uzun bir mektupla girişti. Avrupa’da da yayınlanan bu mektup, 21 şubat 1866’da Ali Suavi’nin İstanbul’da neşredilen Muhbir gazetesinde çıktı. İki gün sonra da Şinasi, aynı mektubu Tasvir-i Efkâr'da yorumladı. Bunun üzerine, 9 martta Muhbir gazetesi Sadrazam Âli Paşa tarafından kapattırıldı. Ali Suavi Kastamonu’ya sürüldü. Böylece de Ali Suavi, 10 sene sonra, feci bir şekilde sona erecek olan siyasî hayatının, aktif mücadele devrine giriyordu. 15 gün sonra Tasvir-i Efkâr da kapattırılarak, basın susturulmuş oldu.

 

Bu devrede İstanbul basınında, istidatları ve değerleri gittikçe göze çarpan bazı gençler belirmektedir. Meselâ Namık Kemal, Ziya Bey (Paşa), Agâh Efendi gibi. Âli Paşa bu kadroyu da dağıtmak istedi. Çok genç bir gazeteci olan Namık Kemal’i, Erzurum vali muavinliğine, Ziya Beyi Kıbrıs mutasarrıflığına tayin etti. Ama Paris’te Mustafa Fazıl Paşa tetikteydi. Hemen harekete geçti. Yalnız bunları değil, Kastamonu’ da sürgün olan Ali Suavi’yi de gizli yollardan Paris’e çağırdı. Bu kadro ile orada mücadelesini güçlendirecekti. Padişah üstünde etki yapmaya çalışacaktı. Namık Kemal’le Ziya Beyin (Paşa) fiilen tanışmaları ve dostlukları bu vesileyle ve İstanbul’da başlar. Hulâsa, Ali Suavi de dahil olmak üzere gençlerin Türkiye’den kaçışları sağlanır. Namık Kemal ve Ziya Bey, çevrelerindeki Fransız dostlarının delâletleriyle ve Fransız Sefaretinde elbise değiştirdikten sonra (1), Fransız bandıralı Bosfor vapuruna binerler (17 mayıs 1867).

 

 

(1) Fransız Sefareti ile ilgili ve Beyoğlu’nda Fransızca olarak yayınlanan «Couriér d’Orient» gazetesi sahip ve yazarı Jean Pietri’yi, Genç Osmanlılardan bahsederken, ehemmiyetle hatırlamak gerekir. Bu zat, hepsi de yazar olan veya yazarlığa özenen ilk Genç Osmanlıların devamlı dostuydu. Tasvir-i Efkâr ve Couriér d’Orient idarehaneleri arasında, devamlı dostluk temasları vardı. Jean Pietri, Fransız İhtilâli’nin ve Avrupa’da yayılan hürriyet fikirlerinin hareketli bir savunucusu olarak görünüyordu. Genç Osmanlılardan Mehmet Bey de Paris’te edebiyat ve siyaset tahsil etmişti. Hulâsa Genç Osmanlılara Fransa’dan yayılan fikirler ve çağdaş akımlar, şiddetle müessirdi. Fazla olarak Jean Pietri, Genç Osmanlıların Fransa’ ya kaçışlarında ve belki de diğer gizli münasebetlerinde, aktif roller oynadı.

 

 

31

 

Ama hareketten evvel, yapacakları önemli bir ziyaret vardır: Bir büyük Osmanlıyı ziyaret edecekler ve duasını alacaklardır. Bu Osmanlı, Mithat Paşadır. Bu ziyaret sırasında şu da anlaşılır ki, Mithat Paşa, saraya davet edilmektedir. Bu davette ona, ikinci defa olarak Tuna valiliği verilerek, Mithat Paşa da İstanbul' dan uzaklaştırılacaktır. Çünkü, Mithat Paşa gerçi Yeni Osmanlılar Cemiyeti'nin fiilen mensubu değildir. Ama, bu hareketi benimser. Bizde Meşrutiyet mücadelesinin ve fikrinin büyük temsilcisi ve imparatorluğun yakın tarihinin en büyük devlet adamı odur. Daha ileride onu tanıyacağız. Ama şimdi burada, aynı hareketin büyük mücadelecisi ve bu yolda gelecek neslin ruh ve heyecan kaynağı olan genç bir insan üstünde duralım. Bu ateşli ve ruhlarda çığır açıcı insan, Namık Kemal'dir.

 

Enver Paşa nesli genç yaşlarında, hep onun şiir ve eserleri ile beslenecektir...

 

* * *

 

NAMIK KEMAL VE VATAN FİKRİ:

 

XIX. yüzyıl, milliyetçilik akımlarının doğuşu asrıdır. Bu akımların; Osmanlı imparatorluğunun evvelâ Balkan ülkelerinde yaşayan halkları arasında gelişerek imparatorluğun yapısında, kader tayin edici etkiler yarattığını, bu bahsin başında özetlemiştik. Fakat milliyetçilik akımları, imparatorluğun sahibi sayılan Türkler ve Türk aydınları arasında beliremedi. Çünkü daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Osmanlı devleti, bir millî kuruluş değildi. Bir ırklar ve halklar topluluğuydu. Bu devleti; millî ve hatta dinî bağlar değil, tarihî ve siyasî şartlar birleştiriyordu.

 

 

32

 

Devrin idareci ve aydınlarının istediği de bu birliğin, yahut hukukî hâkimiyetin devam etmesiydi. Onlar, hatta ümmetçi olabilirler, ama milliyetçi olamazlardı. Nitekim işler böyle gelişti. Genç Osmanlılar mücadelesi de, ne ırk, ne millet esası üzerinde bir mücadeleydi. Bu mücadele sadece, devlet şekli üzerinde merkezleşiyordu: Devletin şekli ve devamı mücadelesi. Yani, sadece Meşrutiyetçilik...

 

Ama bu arada bir genç Osmanlı, bilhassa Magosa kalesindeki çileli yıllarında, yeni nesle, yeni bir terim ye yeni bir kavram getirebildi. Bu kavram, vatan fikri ve vatan anlayışıdır. Öyle bir fikir ve heyecan konusu ki, kendi neslinden, yani Birinci Meşrutiyet mücadelecilerinden ziyade, kendinden sonraki nesle, İkinci Meşrutiyet mücadelecilerine, muhtaç oldukları idealin sembolünü, bütün coşkunluğuyle verdi. Böylece de meselâ Enver Paşa ve onun nesli, yani Ömer Naciler, Mustafa Kemaller, Karabekirler, Ali Fuat Paşalar ve 1908ün bütün öncü mücahit subayları, muhtaç oldukları enerjinin ruhî gıdasını, hep vatan fikrinden ve sevgisinden aldılar. İşte bu fikri ve sembolü geliştiren ve bir müşterek heyecan mihrakı yapan Genç Osmanlı, Namık Kemal'dir. Gerçi bugün onun hiç bir şehrimizde, ona lâyık bir anıtı yoktur. Ama Namık Kemal' in vatan fikrinde ve sevgisindeki önderliği yakın tarihimizin akışı üzerine, onun gölgesini vurur (1). Çünkü Namık Kemal bir bayrak adamdır.

 

 

(1) Atatürk’ün; Türk tarihinin derinliklerine olan içten ve ısrarlı ilgisinin, Osmanlı tarihinin ve yakın tarihimizin problemlerine ve kahramanlarına aynı ihtirasla yönelmediği bir gerçektir. Onun bu davranışını, Osmanlı devletini tasfiye eden ve onun yıkıntıları üzerinde yeni ve millî bir devlet kuran bir önderin, eski imparatorluğu halkın hatırasından, hatta geçici de olsa bir süre için silmek ve eski devirle hemen bütün bağıntıları koparmak gibi bir düşünceyle izah etmek mümkündür. Ama bu elbette ki, yakın mazinin ve imparatorluğun olumlu hatıra ve müesseselerinin, tarihimizden büsbütün silinmesi demek değildi. Nitekim bizzat Mustafa Kemal de askerî okullarda ilk vatan duygu ve heyecanını, Namık Kemal’in şiirlerinden almıştı. Hatta bu ilgisini bir defasında ve en sıkıntılı günlerden birinde, Büyük Millet Meclisinde Namık Kemal’in bir beytini, yeni bir ümit sloganı halinde işleyerek milletvekillerine sunmakla gösterdi. Bu beyit şudur:

 

«Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,

Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?»

 

Mustafa Kemal bu beyti şu şekilde sundu:

 

«Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,

Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini...»

 

Nitekim bulundu da...

 

(Mustafa Kemalin evvelâ Manastır Askerî İdadisi’nde ve sonra Harbiye’deki Namık Kemal bağlılığı hakkında: Tek Adam, cilt I. İlk vatan heyecanı, Harbiye ve Kurmay fasılları).

 

 

33

 

Ve bayrak adamlar tarihte, pek fazla yetişmezler... Namık Kemal'in aile soyunda âlimler, şairler. devlet adamları vardır. Ama bu soyda, aynı zamanda devletle becelleşmiş insanlar da yetişmişti. Atalarından idam edilen, sürgün olan, malları haczedilenler vardı.

 

* * *

 

Kemal, 21 aralık 1840'ta Tekirdağ'da doğdu. Asıl adı Mehmet Kemal'di. Babası, Birinci Abdülhamit’in saray mensuplarmdandı. Fakat Kemal, daha ziyade dedesi Abdüllatif Paşanın yanında büyüdü. Abdüllatif Paşa, Arnavutluk’ta Koniçe'dendi. Devlet hizmetlerinde ülkenin çeşitli yerlerinde dolaşıyordu. Kemal dünyaya geldiği zaman Tekirdağ’da mutasarrıftı. Sonra gene böyle vazifelerle Afyon'da, Kütahya'da, Kars'ta, Sofya'da bulundu. 1859'da dedesi İstanbul'da öldüğü zaman Kemal 19 yaşındaydı.

 

Kemal, klasik tahsil yolundan yetişmedi. Zaten dedesinin gezginci hayatı ve vazifeleri de buna engel oluyordu. 7-8 aylık bir ilkokul devresini bırakırsak, hayatında başka okul tahsili görmedi. Daha ziyade kendi kendini yetiştirdi. Hulâsa, Namık Kemal, dikkate değer bir otodidakt'tır. Ama dedesi Abdüllatif Paşa, zamanının bütün devlet adamları veya idarecileri gibi, din, tarikat bahislerine, akımlarına kendini vermişti. Kemal'i de, her tayin olunduğu yerde, oranın seçkin din ve tarikat adamlarının terbiyesine bıraktı. Meselâ Kemal, Afyon'da (1845) ve henüz 5 yaşında bir çocukken Mevlevi ayinlerini gördü. Onlara merak sardı. Zaten büyükannesi, dedesi ve babası, Mevlevîydiler.

 

 

34

 

Kemal, gene Afyon’da, Şark ve Garp dillerinde bilgisi olan, aydın ve seçkin bir insan olarak tanınan Buharalı Şeyh Abdülvahit Efendiden ilk telkinleri aldı. Kütahya’da gene böyle bir çevre içinde serpilmeye başladı. Kars’ ta, aynı zamanda şair bir zat olan vaiz ve müderris Şeyh Seyit Mehmet Efendinin tesirleri altında kaldı. Dedesi Sofya kaymakamlığındayken Kemal orada artık delikanlılık çağma basıyordu. Ata binmek, ava gitmek gibi eğlencelerin yanında, kendini bir şeyler öğrenmeye de verdi. Şiir, tarih, tasavvufla beraber, Fransızcaya da başladı. Asıl, şiire merak sardı. Mehmet Kemal yerine Namık Kemal adını orada aldı. Bu adı da ona, o zaman meşhur bir şair olan İstanbullu Eşref Paşa verdi. Osmanlıcada kemal kelimesinin, olgunluk, bilgi ve ahlâk yetişkinliği ifade eden bir manası vardı (1). Kemal, o sırada ve çok genç olarak Sofya’da evlendi. 1857’de İstanbul’a döndükleri zaman ise, Kepıal’in, bir divan dolduracak kadar şiirleri vardı. Bu şiirler tabiî, hep eski Divan Edebiyatı tarzında yazılmıştı. Çünkü o devirde şiir demek, Divan Edebiyatı demekti. Namık Kemal’in asıl fikrî serpilmesi İstanbul’da gelişir. Burada ilk şansı, Hariciye Nezareti Tercüme Kalemi’ne girmiş olmasıdır. Derhal belirtelim ki kalem; o zaman, hemen bütün aktif Genç Osmanlıları ilk gençliklerinden kucağında barındırmış olan çok önemli bir çevredir. Çünkü, Tercüme Kalemi’nde yabancı dillerle ilgiler vardı. Tanzimata kadar Rum tercümanların ve bilhassa Fener beyzadelerinin inhisarında olan tercüme işleri, o devrede, artık Türklere geçiyordu. Bu kalem, İstanbul’un, âdeta Batı’ya açılmış bir penceresi gibiydi. Gene bu kalemde Namık Kemal, Divan Edebiyatının usta şairlerinden Leskofçalı Galip Beyle tanıştı. Onun edebî tesiri altına girdi. Namık Kemal’in büyük bir divan dolduran eski biçim şiirlerinin çoğu, o sırada yazılmıştır (2). Ama Kemal, Leskofçalının yalnız edebî tesiri altında kalmadı.

 

 

(1) Nitekim Mustafa Kemal de Kemal adım, Manastır Askerî tdadisi’nde okurken ve öğrencisinde üstün değerler sezen hocası Mustafa Bey vermişti.

 

(2) Namık Kemal’in bütün şiirleri tek cilt veya birkaç cilt halinde, çeşitli müesseselerce basılmıştır. Eski ve Divan Edebiyatı tarzında şiirler bu ciltlerde en büyük yeri işgal ederler. Vatan şiirleri, az sayıda, fakat asıl muhtevalı eserleridir. Başlıca 13 gazete ve dergide çeşitli yazılar yazdı. Altı piyes vücuda getirdi. Tarih yazmaya girişti ve çeviriler yaptı. En faal yazı hayatı, 1862-1875 devresine rastlar.

 

 

35

 

Namık Kemal

 

 

36

 

Onun delâletiyle, İstanbul'un divan şairlerinin çevresine de girdi. Fakat ne yazık ki bu çevre, aynı zamanda bir içki âlemiydi. İçkiye alıştı ve bu alışkanlık, onun kısa süren hayatında, zararlı etkilerini yaptı. Namık Kemal’in politikayla meşguliyeti de gene bu devreye rastlar. Çünkü o sıralardadır ki Şinasi ile tanıştı. Şinasi, öğrenimini Avrupa’da yapmış, genç, devrimci olmaktan ziyade mutedil ıslahatçı bir aydındı. Tasvir-i Efkârd'ı çıkarıyordu. Namık Kemal de bu gazetede yazmaya başladı (1862). Yeni fikirlerle karşılaştı. Tasvir-i Efkâr idarehanesi, gençlerin bir fikir kulübü gibiydi. Lisanım da ilerleten Namık Kemal, orada asıl aradığı çevreyi buldu. Hatta 1865’te Şinasi tekrar Avrupa’ya gidince, Tasvir-i Efkâr'ı Namık Kemal’e bıraktı. Kemal henüz 25 yaşındaydı. Ama imparatorluğun merkezinde ve o zamanki İstanbul’un en önemli Türkçe gazetesinin başına geçmiş bulunuyordu. Bu vaziyet ona, yalnız Türklerle değil, İstanbul’daki yabancı ve bilhassa Fransız çevreleriyle de temaslar kurmak imkânını verdi. Bu çevre ise, Genç Osmanlıları, Bat’ının Meşrutiyet ve siyaset fikirleriyle besliyordu. Meselâ Üçüncü Na- polyon’un İstanbul Sefiri Nikola P. Beuree, İstanbul Fransız sosyetesinden Radikal Jeanne Pietri gibi aydın Fransızlar, Genç Namık Kemal’le tanışanlardandırlar. Meselâ Kemal şöyle konuşur:

 

«— Geçen gün Mösyö Jeanne Pietri ile Constitutionnalizm’e (Meşrutiyetçilik) disküte (münakaşa) ettik. İki saat konuştu ve beni, meşrutiyetin bizde yürüyeceğine ikna etti...»

 

Sonra devam eder:

 

«— Bir rejim değişikliği için efkârı umumiyeyi (halk oyunu) yeni meselelerle aydınlatmak lâzım. Osmanlilar arasında müsavat esası, ekalliyetleri (azınlıkları) inkâr etmiyor, fakat çeşitli cemaatlerin hak ve vazife sahibi olmasını istiyor...» (1).

 

 

37

 

O sıralarda Kemal, Mısır'daki parlâmento sistemini öven yazılar da yazmış ve bazı kayıtlara göre, Fuat Paşadan gizlice tebrikler de almıştır. Kemal'in Montesquieu'den «Roma’nın Yükselişi ve Çöküşü» eserini Türkçeye çevirerek yayınlamaya başlaması da bugünlere rastlar.

 

Hulâsa 1865'te bir teşkilât halinde «İttifak-ı Hamiyet» ismi altında şekilleşmeye başlayıp, daha sonra Yeni Osmanlılar olarak gelişen ve kendilerini yazılarında «Türkistan'ın Erbâb-ı Şebâbı Türk Gençleri» olarak (2) vasıflandıran bu yeni zümrenin en genç elemanlarından biri Nafrıık Kemal'di. Günden güne, fikren de serpiliyor, olgunlaşıyordu.

 

* * *

 

GENÇ OSMANLILAR AVRUPA'DA :

 

Yeni Osmanlıları Avrupalıların Jeunes Turquies, yani Genç Türkler olarak andıklarını daha önce işaret etmiştik. 17 mayıs 1867'de Ziya Bey (Paşa) ile beraber Avrupa'ya kaçan Namık Kemal, orada, bir süre sonra gelen diğer Yeni Osmanlılarla birleşirler. Artık Mısırlı Mustafa Fazıl Paşanın çevresindedirler. Yeni Osmanlıların Avrupa'daki siyasî mücadeleleri bu suretle başlar. Mücadele vasıtaları gazetelerdir. Mustafa Fazıl Paşa, bu işlerin bütün malî külfetlerini karşılar. Kemal, Paris'te evvelâ, Ali Suavi ile Muhbir gazetesinde çalışır. Fakat başına buyruk bir zat olan Suavi ile pek anlaşamazlar. Ayrılır. Bu sefer Londra'da Ziya Beyle Hürriyet gazetesinde çalışırlar. Fakat gazetenin 64'üncü sayısında, oradan da çekilir. Ama Kemal, Londra'yı sevmiştir. Güzel bir dairede oturur. Orada edebiyat, felsefe, sosyoloji, hukuk alanlarında bilgilerini genişletir. Birçok ünlü kişileri görmüş olur. Siyasî görüşleri genişler. Ziya Bey ise Hürriyet'i bir süre yalnız çıkarır. Sonra Cenevre'ye göçer. Bu gazete, orada 101'inci sayıya kadar çıkar.

 

 

(1) Nermin Menemencioğlu.

 

(2) O devrede Türkiye’de Genç Osmanlılar, zaman zaman «Türkistan» sözünü kullanırlardı.

 

 

38

 

Kemal'in Londra'dan babasına mektupları, onun ve diğer Genç Osmanlıların Avrupa'daki hayat ve faaliyetleri hakkında renkli bilgiler verir.

 

Bütün bu gençlerin maddî dayanağı Mustafa Fazıl Paşadır. Mustafa Fazıl Paşanın siyasî mücadelesinin sebepleri ise, nihayet bir taht kavgası, yani kısacası, menfaattir. Ona acaba ne kadar güvenilebilecekti? Bu sorunun düğümü pek çabuk çözülür: Sultan Abdülaziz haziran 1867'de Fransa’ya ihtişamlı bir seyahate çıkar. Fransa'da Üçüncü Napolyon, imparatordur. Mustafa Fazıl Paşa bu seyahati fırsat bilir. Padişahı Tolon limanında saygılarla karşılar. Padişahtan da iltifat görür. Paris'te ise padişaha sığınır. Böylece de onun Genç Türkler üzerindeki koruyuculuğu fiilen sona ermiş olur. Gerçi Paşanın tahsis ettiği 250.000 altın Franklık fon, daha bir süre gidebilirdi. Fakat Fazıl Paşa, İstanbul'a dönüp, hatta Hürriyet gazetesinin de kapanmasını salık verince, Genç Türkler Avrupa'da kendi başlarına kalırlar. Bu vaziyette, fakat, artık uysal bir tempo içinde bir süre çalışırlar. Zaten hiç bir zaman aşırı isyan tavırları almamışlardır. Hulâsa, er geç İstanbul'a dönmek vaziyeti hâsıl olur. Hükümet de kendilerinin dönüşüne müsaade etmektedir. Nihayet Namık Kemal de, evvelâ Brüksel’e, daha sonra Viyana’ya gider. 24 kasım 1870'te ise İstanbul’a döner. Diğer Genç Osmanlılar da dönerler, ilk Genç Türklerin Avrupa'daki siyasî faaliyetleri safhası böylece kapanır. Ama bu eski arkadaşlar İstanbul'da basın sahasında gene buluşurlar. Birleştirici davaları aslında gene aynıdır: Meşrutiyet...

 

İstanbul'a dönen gençler evvelâ, İstanbul'da İbret gazetesini kiralayarak fikirlerine bir yayın sahası bulmak istediler (13 haziran 1872). Fakat İbret, 9 temmuz 1872'de ve henüz 19' uncu sayısında dört ay süreyle kapatıldı. Yazarlar çeşitli memuriyetlerle İstanbul'dan uzaklaştırıldılar. Namık Kemal'i Gelibolu mutasarrıfı tayin ettiler (26 eylül 1872). Dört ay sonra yeniden" çıkmaya başlayan gazeteye oradan imzasız yazılar yazıyordu. Bunun üzerine, aynı yıl (25 aralıkta) işinden azledildi. İstanbul'a döndü. Piyeslerinin en etkilisi olan «Vatan -yahut-Silistre» bu sırada İstanbul'da oynandı (1 nisan 1873).

 

 

39

 

Namık Kemal’in yazı yazdığı gazetelerden birinin başlığı:

 

«Muhbir» Gazetesi (Londra)

 

«Hürriyet» Gazetesinin birinci sayfası:

Bu gazetenin başlığında şu cümleler vardır:

«Yeni Osmanlılar Cemiyeti tarafından işbu gazete, haftada bir kere neşredilir.

Havi olduğu mebahis, millet ve devlet-i Osmaniyenin selâmet ve menafiine müteallik hususat olmakla memalik-i şarkiye ahalisine meccanen verilip yalnız posta ücreti alınır».

 

 

40

 

Bu piyes, çok daha sonra ve İkinci Meşrutiyetin ilânı ile beraber bizde bütün sahnelerin en gözde eseri olacaktır. İlk temsil, seyirciler ve halk arasında heyecan dalgaları yarattı. Kemal tiyatroda yoktu. Halk, onun çalıştığı gazete idarehanesine kadar yürüdü. Haykırışıldı. İdarehaneye, «Var olsun milletin Kemal’i» başlığını taşıyan bir mektup bıraktılar. Yeniden çıkmaya başlayan İbret gazetesi de bu piyesi olumlu bir dille yorumlayınca, 5 nişan 1873’te gazete tekrar kapatıldı. 6 nisanda, önde gelen yazarlar olan Namık Kemal, Ebüzziya Tevfik, Hacı Nuri, Ahmet Mithat ve Bereketzade İsmail Hakkı Beyler, yani basın sahasının en hareketli gençleri, tevkif edildiler. Bir kısmı Rodos ve Akkâ’ya, Namık Kemal de Kıbrıs’ta Magosâ’ya sürüldüler (9 nisan 1873). Magosa, Kıbrıs’ın doğu kıyılarına düşer. Kemal, Magosa kalesinde 38 ay kaldı. Namık Kemal edebiyatında Magosa’nın unutulmaz bir yeri vardır. Onun kapandığı kule, bugün de ziyaret yeridir. Mazgallı köşe kulecikleri, duvarlarında diş diş kale gedikleriyle küçük, fakat tipik bir Latin kalesi. Şimdi dış duvarın görünür bir yerine, onun resmi konulmuştur ve yattığı odanın duvarında da, Namık Kemal’in Vatan Kasidesi vardır. O kaside ki, hele İkinci Meşrutiyeti hazırlayan genç nesil onu, her fırsatta gizli gizli, fakat her defasında artan bir heyecanla okurdu. Bu kaside, bu nesle, vatan heyecanı ve isyan duyguları aşılamıştır. Bazı parçalar verelim:

 

« . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Hakir düştüyse millet, şanına noksan gelir sanma,

Yere düşmekle cevher, sâkit olmaz kadr-ü kıymetten,

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Muîini zalimin dünyada erbâb-ı denâettir,

Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî insâfa hizmetten,

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Eder tedvir-i âlem, bir mekînin kuvve-i azmi,

Cihan titrer sebât-ı pây-ı erbâb-ı metânetten,

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın, gelsin,

Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten,

 

 

41

 

Namık Kemal’in yazı yazdığı gazetelerden ikisinin başlığı:

 

«Tasvir-i Efkâr» Gazetesi (İstanbul)

«İbret» Gazetesi (İstanbul)

 

 

42

 

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Ne mümkün zulm ile, bidâd ile imhây-ı hürriyet,

Çalış idrâki kaldır, muktedirsen ademiyetten,

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Ne yâr-ı cân imişsin âh, ey ümid-i istikbâl,

Cihanı sensin azâd eyleyen her yeis-ü mihnetten.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Ne efsunkâr imişsin, âh ey didâr-ı hürriyet,

Esir-i aşkın olduk, gerçi kurtulduk esaretten.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . »

 

Bu mısralar; tıbbiyenin, harbiyenin tenha köşelerinde, Anadolu, Suriye ve Trablus’taki sürgün yerleriyle, Rumeli’nin kışla ve dağ karakollarının kuytu yerlerinde, 1908’den önce kim bilir kaç bin defa okunmuştur. İkinci Meşrutiyet mücahitlerinin heyecan ve ruh gıdası, en başta Vatan Kasidesi’ydi...

 

* * *

 

Magosa sürgünlüğü, Kemal’in en verimli çağı oldu. En ateşli vatan şiirlerini Magosa kalesinde yazdı. Namık Kemal dediğimiz zaman, Vatan Şairi Namık Kemal’i anlarız. Çünkü Namık Kemal’in, ne yapı, ne muhteva itibariyle eski Divan Şiirinden ayrılmayan büyük sayıdaki kalem mahsulleri, bizim edebî arşivimize yeni bir şey ilâve etmez. Ancak bu vatan şiirlerine onun, eski usul şiirlerinin dışındaki piyes ve benzerî eserlerini de katmalıdır. Hulâsa bir Vatan Şairi Namık Kemal vardır ki, kendi sahasında Tek ’tir. Kendinden sonraki mücahit neslin, Vatan davalarındaki ruh ve heyecan Önderi de odur...

 

Gerçi bu arada onun, diğer Genç Osmanlılarla beraber, Avrupa’da, bir Mısırlı Prensin koruyucu kanatları altında geçen hayatı ve İstanbul’da bulunan babasıyle geçen mektuplarında açığa vuran bazı ruh halleri, zaman zaman eleştirilmiştir. Daha ileride ve siyasî mücadelelerde İdealizm bahsini işlerken, biz de bu konular üzerinde biraz duracağız. Ama bütün bunlar, onun kendinden sonraki nesle bıraktığı ruh ve heyecan mirasının,

 

 

43

 

sürükleyici değeri karşısında, hakkını ve hizmetlerini gölgeleyemeyecek kadar arkada kalırlar.

 

Artık, konumuza devam edebilirim. Şimdi bu konu, artık Birinci Meşrutiyeti gerçekleştiren olaylarla, bu olaylar içinde beliren ve bizim son İmparatorluk devrimizin en büyük şahsiyeti olan bir üstün devlet adamının hikâyesidir...

 

* * *

 

TANZİMATIN SONU:

 

Verimleri ne kadar kısır olursa olsun, Tanzimat devrinin, Abdülmecit saltanatının başlarında, sadrazam Mustafa Reşit Paşa tarafından 1839’da okunan Gülhane Hatt-ı, yahut Fermanı ile başladığını biliyoruz. Bu devrin sonu ise, kesin bir tarihle belirtilemez. Ama Tanzimatın sonuna bir tarih göstermek gerekirse, denilebilir ki, 1839’da Gülhane Hattı ile açılıp, 1856 Islahat Fermanı ile teyit edilen Islahat ve Tanzimat fikir ve taahhütleri devri, Sultan Mecit’i takip eden Sultan Aziz’in saltanatı devrinde ve bu padişahın, sert birtakım istibdat ve başına buyrukluk hareketleri ile sona ermiştir denilebilir. Bu değişikliğin başlangıcını da, Sultan Aziz’in, karaktersiz, müsrif ve Rus Sefiri îgnatiev’in etkisi altında biri olan Mahmut Nedim Paşayı, Sadrazamlığa getirdiği tarihe bağlamakta hata olmasa gerektir...

 

Padişahın bu hareketi, kendisine karşı duyulan şüphe ve tereddütleri güçlendirdi. Bu endişeler, nihayet, onu tahttan indirmeye kadar vardı. Bu olayı, Sultan Aziz’in intiharı takip etti. Saltanatı, 1860-1876 arasını kapsar. Şimdi bu gelişmelere şöylece göz atalım:

 

Abdülaziz’e karşı güvensizliğin başlıca sebepleri, Âli ve Fuat Paşalar gibi güçlü Sadrazamlar ortadan silindikten sonra, Padişahın istibdat, yani kendi başına buyrukluk hareketlerinin artması ile, Devleti aşırı borçlandırma ve israf hareketleriydi. Dış borçlar, 10 senede 25 milyondan, 250 milyon altın liraya çıkmıştı. Hele Mahmut Nedim Paşanın Sadrazamlığa getirilişi, Padişahtan beklenen bütün ümitleri sarstı.

 

Gerçi daha sonra ve bir aralık, 1872’de Mithat Paşa da Sadrazamlığa getirildi.

 

 

44

 

Ve bir ümit belirdi. Ama Mithat Paşa, bu vazifede, ancak iki buçuk ay kadar kalabildi. Mahmut Nedim Paşa, ikinci defa Sadaret’e getirildi. Fakat Mahmut Nedim Paşa Padişahın desteğine rağmen, uzun müddet yerinde tutunamayacak kadar itibarsızdı. Zaten bir milyon altınlık bir zimmet tesbit edildiği için, suçlu mevkiinde görülüyordu. Yerinde altı ay kadar kalabildi. Şirvanîzade Rüştü Paşa, Sadrazam oldu. Mithat Paşa Kabine’ye, Adliye Nazırı olarak girdi.

 

Bu safhada Padişahı tahtından indirmek fikri, artık yaygın söylentiler haline de gelmişti. Kabine son bir ümit olmak üzere, bir Islahat Lâyihamı hazırlayarak Padişaha sunmak ve onu, tasarruflu ve mazbut bir idareye yöneltmek gayretini ele aldı. Lâyiha’nın hazırlanışı Mithat Paşaya havale edildi. Fakat bu hazırlık, Padişahın kulağına gidince, Sultan Aziz hiddetlendi. Mithat Paşa, Kabine’den alındı ve Selânik valiliğine gönderildi.

 

Sadarette ise bir türlü istikrar sağlanamıyordu. Mahmut Nedim Paşa gene söz sahibi olmuştu. Rus Sefiri îgnatiev, artık günlük meselelere kadar karışmaya başladı. Mahmut Nedim Paşanın ilk işi, gene bir dış borçlanma teşebbüsüne girişmek oldu. Bu muamelede Padişaha, ayrıca 1 milyon altın verilmesi de anlaşmanın gizli icaplarmdandı.

 

Fakat artık Padişaha karşı güvensizlik, sokağa da yayılmıştı. Ortalığa dökülen dedikodular sonunda, Fatih medresesi öğrencileri gösterilere geçti. Padişah, ürktü. Mahmut Nedim Paşa Sadaret’ten alındı. İstikrazın imzası işi kaldı. Sadarete gene Mehmet Rüştü Paşa getirildi. Hayrullah Efendi Şeyhülislâm oldu. Seraskerliğe (Harbiye Nazırı) Hüseyin Avni Paşa atandı. Mithat Paşa, Kabine’ye memur edildi. İşte Abdülaziz, bu kadronun kararı ile tahtından indirildi. Mekteb-i Harbiye (Harp Okulu) Kumandanı Süleyman Paşa, harekette fiilen icracı oldu. Okul öğrencileri, bu saltanat değişikliğinde, aktif güç olarak harekete geçtiler.

 

Padişahlığa, genç ve kendinden çok şeyler beklenen Veliaht Murat Efendi getirildi. Fakat ilk hayal kırıklığı da çabuk kendini gösterdi. Çünkü yeni Padişah, pek çabuk hastalık alametleri gösterdi.

 

 

45

 

Şuurunu gittikçe kaybediyordu. Saltanat değişikliği olayları, arkasından eski padişahın intiharı, zaten hassas bir insan olan Sultan Murat’ı sarsmıştı. Ancak üç ay kadar tahtında tutulabildi. Neticede, padişahlık yolu, ister istemez Veliaht Abdülhamit’e açıldı. Ve İkinci Abdülhamit’in saltanat devri, tarihimizin en çöküntülü devri olarak 33 yıl sürdü. Kısa ömürlü Birinci Meşrutiyet ile, Mithat Paşanın saf dışı edilişi, mahkûmiyeti ve nihayet Hicaz’daki Taif zindanında boğduruluşu, bu devrin olaylarındandır. Ondan sonraki yıllar, baştan sona, Abdülhamit muamması diyebileceğimiz karanlık bir korku, kanunsuzluk, iflâs ve kısacası, tükeniş devri olarak sürdü. Bu arada, Genç Türkler hareketinin dışarıda ve içeride gelişmesi ve neticede 1908 Genç Türkler İhtilâli, Enver isminde bir genç subayın, Hürriyet Kahramanı Enver Bey olarak birden sivrilişi, hep bu gelişmelerin bir sonucudur.

 

Ama biz, bu ihtilâle varan yolları izlerken, şimdi evvelâ, Birinci Meşrutiyete damgasını vuran, hem İkinci Meşrutiyete ve Genç Türkler İhtilâli’ne, hatırası ile sembolik önder tanılan Mithat Paşayı biraz tanımalıyız. Daha sonra, şu Abdülhamit muamması dediğimiz ve Genç Türkler Reaksiyonunun da oluşturucu faktörü olan karanlık istibdat devrinin, olayları ve oluşumları üzerinde durabiliriz.

 

* * *

 

MİTHAT PAŞA KİMDİR?

 

Mithat Paşa, aslen Tunalı bir ailenin çocuğuydu. Dedesi Rusçuklu Hacı Ali, babası da, Kadı Hacı Hafız Mehmet Eşref Efendilerdi. Kendisi 1822’de İstanbul’da doğdu. Ona, Ahmet Şefik adını verdiler. Babasının ve dedesinin yolunda yürüdü. Daha 10 yaşında Kur’anı ezberledi. Bu başarı, bilinen törenlerle kutlandı. O da, Hafız Şefik oldu. Ailenin hafızları arasına katıldı. Bir aralık babasının Vidin kadılığı sırasında, Tuna boyunda yaşadı, İstanbul’a döndükleri zaman, Hafız Şefik 12 yaşındaydı. O güne kadar babasının terbiyesi altındaydı, sonra babasıyle gittiği yerlerde, meselâ Lofça’da oralı ulemadan ders aldı. İstanbul’a dönüşte Arapça ve Farsça ile din dersleri tizerinde bilgisini artırmaya çalıştı.

 

 

46

 

Fatih camiinde ünlü hocaların derslerine devam etti. Bu arada Babıâli’de, Hariciye Nezareti Divan Kalemi’ne girdi. Usule göre, evvelâ maaşsız çalıştı. Bu kalemde başarı gösteren gençlere, yeni isimler takarlardı. Hafız Şefik’e de münasip bir isim aradılar. Adı, Mithat oldu. Ondan sonra hep bu isimle tanındı. 18 yaşında Sadaret Kalemi’ne nakletti. 20 yaşında ise Şam Vilâyet Kalemi’nde 25 altın maaşla vazife aldı. Ondan sonra, vali maiyetlerinde çeşitli vilâyetleri dolaştı. Görgülerini, tecrübelerini artırdı. 26 yaşında İstanbul’da evlendi. Terfi kademelerini evvelâ Babıâli kalemlerinde hızla atladı. İlk önemli vazifesi; 28 yaşında, Suriye’de fevkalâde bir tahkikat işine memur edilişidir. Vazifesini iyi yaptı. Başarısı önemliydi. Büyük hizmetlere ve yüksek mevkilere doğru, artık yolu açılmıştı. Bu devrede Büyük Reşit Paşanın takdirini kazandı. Âli Paşa, Rüştü Paşa, Rifat Paşa gibi şahsiyetlerin dikkatini çekti. Hulâsa, Tanzimatı yapan veya yürüten nesil ile, Meşrutiyeti getirecek olan nesil, bu ünlü paşalarla Mithat’ın şahsında birleşiyor, zincirleme tamâm oluyordu. 1858’de Avrupa’ya gitti. 1861’de Niş (Tuna) valiliğine tayin olundu. Paşa oldu. 44 yaşındaydı. Ondan sonra Mithat Paşanın asıl aktif devlet adamlığı hayatı başladı. Osmanlılık, Mithat Paşanın şahsında, büyük bir devlet adamı kazanıyordu.

 

Büyük ölçüde ilk ve beklenmeyen Üstün vasıflarım, Niş valiliği sırasında gösterdi. Merkezi bugün Sırbistan topraklarına düşen Niş şehri olan bu vilâyet, Tuna’dan, doğuda Balkan dağlarına, batıdan Arnavutluk’a kadar, devlet genişliğinde bir alana yayılıyordu. Âdeta anarşi içinde aldığı bu yerlerde Mithat Paşa, asayiş, idare teşkilâtı, bayındırlık, ticaret, eğitim ve askerî tesisler alanlarında öyle işler başardı ki, İstanbul’da kendisini kıskananlar, Mithat Paşanın da bir gün, Mısır’daki Kavalalı Mehmet Ali Paşa gibi, istiklâle yönelen imtiyazlar isteyeceği sözlerini yaydılar. Kaldı ki, bütün bu işler için İstanbul’dan hiç tahsisat istemiyordu. Mithat Paşa, muhtaç olduğu parayı, âtıl güçleri harekete getirerek, el atılmamış imkânları canlandırarak kendi vilâyetinden temin ediyordu.

 

 

47

 

Bugün Bulgaristan’da hâlâ yaşayan yollara ilk kazmayı, Mithat Paşa vurdu. Bugün orda ve bizde hâlâ sürüp gelen Ziraî Kredi Kooperatiflerinin ve Ziraat Bankası’nın ilk kurucusu Mithat Paşadır. Şimdi Sanat Okulları adını alan ilk «Islahathane» mekteplerini de o kurdu. Posta şirketleri, sulama kanalları ve bu gibi tesisleri o düşündü ve uyguladı.

 

Fakat bütün fesatlara rağmen, onun başarıları gölgelenemiyordu. 1863’te İstanbul’a çağrıldı. Niş vilâyetindeki tecrübelerinden faydalanılarak kendisinden, vilâyetler idaresi hakkında bir kanun tasarısı hazırlaması istendi. Bu tasarıyı tamamlayınca, bu sefer Vidin, Silistre eyaletleri de Niş vilâyeti ile birleştirilerek, daha geniş bir sahaya Mithat Paşa, Tuna valisi olarak gönderildi. Vilâyet, 7 sancağı, 48 kazası ve ayrıca nahiyeleriyle hakikaten bir devlet kadar yer tutuyordu. Böylece başarıları daha geniş oldu. Ama bu sefer, karşısına; hem güçlü, hem siyasî bir düşman daha çıktı: Rusya!.. Rusya, İstanbul’da, sadrazam Mahmut Nedim Paşa gibi, her kilidi altın anahtarla açmasını bilen bir de emir kulu buldu. O sırada Padişah Abdülaziz’di. Ama, Rus Sefiri General İgnatiev, İstanbul’ da, bir ikinci hükümdar gibi nüfuz sahibiydi. Rusya; Bulgaristan’ın ıslah edilmesine, Mithat Paşanın orada asayişi sağlamasına, idare, iktisat, eğitim alanlarında başarılar elde etmesine karşıydı. Tahrikler iki cepheli yürüdü. Bir taraftan İstanbul’da Mithat Paşa aleyhine cereyanlar yaratıldı. Diğer taraftan Bulgaristan’da isyanlar, ayaklanmalar çıkarıldı. Bunların temelinde ise, Mithat Paşanın Osmanlılık çabasıyle, çağın nasyonalizm akımı da çarpışıyor demekti. Ama bu çaba; ne saraydan, ne hükümetten, ciddî yardım ve anlayış görmüyordu. Padişah; Sadrazam Mahmut Nedim Paşanın da, çeşitli şekillerde beslediği altın oyunları içine dalmış, gitmişti. Hiç şüphe yok ki, bazı iyi vasıfları, meselâ ordu ve donanma üzerinde gayreti olan Sultan Abdülaziz’in, israfçılığı ve altına düşkünlüğü, onun zaman zaman menfî tesirler altında kalmasını kolaylaştırıyordu (1).

 

 

(1) Abdülaziz’in, gerek Mısır valiliği veraseti meselesinde ve vali İsmail Paşanın hediye ve hâzinelerine karşı zaafı, gerek dış borçlanmalarda Sarayın, bazen el altından hisseler aldığı yolundaki nakiller, maalesef umumîdir. Meselâ, Abdülaziz’in tahtından indirilmesinden önceye rastlayan ve Mahmut Nedim Paşanın düzenlediği bir istikraz sırasında, Sultan Aziz-e el altından 1.000.000 altın takdimi yolundaki belge, Abdülaziz’in tahtından indirilişiyle ortaya çıkmıştır. Halbuki o sırada Maliye berbat durumdaydı. İstikraz değil, tasarruf ihtiyacmdaydı. Hele Saraya yeniden ve el altından 1.000.000 altın takdimi gibi dumanlı işlere, hiç de müsait değildi. (Ali Haydar Mithat: Mithat Paşa, s. 161).

 

 

48

 

Hulâsa, 1866’da patlayan Bulgaristan ihtilâli üzerine tedbirlere girişen Mithat Paşa, Rus sefirinin telkinleriyle geri alındı. Devlet Şûrası Reisliğine getirildi. İstanbul’da Emniyet Sandığının ve İstanbul’da Sanayi Mektebi’nin kuruluşları o devrede ve onun teşebbüsleriyle oldu. 1867’de ise, Bağdat valiliğine atandı. Dicle ve Fırat’ta vapur işletmeleri, Fırat’ın temizlenmesi, Irak’ta sulama tesisleri, ilk petrolün elde edilmesi ve halk ihtiyacına yarar halde satışa çıkarılması, Bağdat’ta. Sanat Okulu, Emniyet Sandığı, Basra’nın daha münasip yere nakli, Nasıryeni kasabasının kuruluşu, Küveyt’in Osmanlı idaresine bağlanması, Arabistan çölünde Necit ve Vehâbi Emirliklerinde İdarî murakabe tesisi gibi başarılar, onun Bağdat valiliğinin bazı konularıdır. Kaldı ki Irak’ta da, İstanbul’dan hiç tahsisat alınmadan bütün bu işlerin mahallî imkânların harekete getirilmesi ile elde edildiğini, hatta İstanbul’a da ayrıca varidat gönderildiğini işaret etmek lâzımdır. Bu neticeler; kendine güvenen, ne yapacağını bilen, uyuyan imkânları harekete getirmeye muktedir bir idare adamının, en verimsiz görünen şartlar altında da neler yapabileceğinin, güzel misallerini teşkil ederler.

 

Mithat Paşanın Son ’una ve trajik akıbetine daha ileride ayrıca gelmek üzere, şimdi Sultan İkinci Abdülhamit’in hikâyesine artık girebiliriz...

 

* * *

 

ABDÜLHAMİT MUAMMASI?

 

Sultan Aziz’in yerine tahta geçirilen Beşinci Murat’ın beklenmeyen hastalığı, her şeyi allak bullak etmişti. Hayal kırıklığı tamdı.

 

 

49

 

Geleceğin neler getireceği belli değildi. Belki beklenen Meşrutiyet gelecekti. Belki de birtakım karanlık oyunlar devri açılacaktı. Yeni insanlar, yeni davalar, yeni çatışmalar ortaya çıkabilirdi. Ve Abdülhamit’in, bir bakışta sakin görünen, fakat, o içine dönük ve kendine güvenilmez insan kuşkusu uyandıran hali, kim bilir ne sahneler yaratacaktı. Sultan Abdülaziz, 30 mayıs I876'da tahtından indirilmişti. Abdülaziz, saraydan alınarak Topkapı Sarayı'na gönderildi. Şehzade Murat; şimdi İstanbul Üniversitesi olan o zamanki Harbiye Nezareti binasında tahta geçirildi. Fakat birbirinden tatsız birtakım olaylar birbirini kovalamaya başladı: Tahttan indirilişinden bir iki gün sonra Abdülaziz, harap, bakımsız bir halde olan Topkapı Sarayından Beşiktaş'ta Feriye Sarayı’na nakledilmişti. 4 haziran 1876'da orada intihar etti. 6 haziran 1876’da sarayla ilişkisi olan Çerkeş Haşan adında bir binbaşı, gece ve Mithat Paşa konağında toplantı halinde olan Kabine azalarının bulunduğu salona girmeye muvaffak oldu. Yanında getirdiği tabancalarla önüne gelene ateş etmeye başladı. Bu arada Serasşaker Hüseyin Avni Paşa, Hariciye Nazırı Raşit Paşa ve muhafızlarla, evde hizmet edenlerden bazılarını öldürdü. Bahriye Nazırı Kayserili Ahmet Paşa yaralandı. Daha saltanatının ilk günleri bu olaylarla karşılaşan Sultan Murat'ın üzerinde bu olup bitenler, tabiî çok fena tesirler yapıyordu. Sonra bu iç olayları, dış gaileler takip etti: 1 temmuz 1876'da Sırbistan, ertesi gün de Karadağ hükümetleri Türkiye'ye savaş ilân ettiler. Zaten sarsılmış olan Kabine, açılan yerlere yeni nazırlar getirerek, askerî harekâtı düzenlemeye çalıştı. İstanbul, dedikodularla alabildiğine çalkalanıyordu. Bu arada asıl mühim mesele, Meşrutiyet idaresine geçişti. Kanun-u Esasî'nin ilânıydı. Abdülaziz, bu maksada ulaşmak için tahtından indirilmişti. Mithat Paşa, Kanun'un tasarısını hazırlamak işini ele aldı. Genç Osmanlılardan Namık Kemal ve Ziya Bey (Paşa), tasarıyı hazırlayacak komisyona memur edildiler. Ama padişahın sağlığı gittikçe sarsılıyordu. Kabine telâş ve endişe içindeydi. Öyle görünüyordu ki, bu gidişle yeni bir saltanat değişikliği zorunluğu hâsıl olacaktı.

 

 

50

 

Padişahlık sırası, Şehzade Abdülhamit’teydi. Abdülhamit, gençti. Henüz 34 yaşındaydı. Fakat içine dönük, itimat uyandırmayan bir insandı. Ama ister istemez onunla temaslara geçildi. Bu temasların konusu, Abdülhamit’in Kanun-u Esasî’yi kabulü şartıyle Meşrutiyetin ilânını taahhüt etmesiydi. Abdülhamit, bütün teklifleri kabule yatkın görünüyordu. Mithat Paşaya ve arkadaşlarına itimat verecek her çareye baş vurdu. Kendini onlara kabul ettirdi. Neticede, Kabine, saltanat değişikliği kararını aldı. Zaten Sultan Murat, artık tam bir akıl hastasıydı. Böylece, 31 ağustos 1876’da Murat, tahtından indirildi. II. Abdülhamit Osmanlı padişahlığı tahtına geçirildi. Tarihimizin, II. Abdülhamit İstibdadı denilen, karanlık son çöküntü devrine, böylece girilmiş oldu. Halbuki bu devir, Osmanlı devleti için son fırsattı. Bu devirde imparatorluk, ya Tanzimat’ın veremediklerini getirecek, çok cepheli iç ıslahata, İktisadî kalkınmaya ve Batı uygarlığına geçecekti, yahut da çöküntü derinleşerek, kader, hükmünü icra edecekti. Yani o devir, Osmanlı devleti için ya bir çıkış, düzenleniş çağı olacaktı, yahut da bu devlet, şifa bulmaz bir uyuşukluk hastalığı içinde, adım adım, için için çökerek çürüyecekti. İlk darbede dağılıp gidecekti. Birinci ihtimalin yolu, Meşrutiyet idaresine geçmek ve onu, kurulacak yeni müesseselerle yaşatmaktı, ikinci ihtimal ise, bu yolda yapılan hazırlıklara, varılan taahhütlere ve buna bağlanan ümitlere ihanetin getireceği kara bir Mutlakiyet, İstibdat idaresi olacaktı.

 

Abdülhamit, ilk günlerde güler yüzle ve etrafına ümitler vererek çevresini oyaladı. Kanun-u Esasî tasarısı hazırlandı. Meclisin açılışına gidiliyordu. Fakat, içinden pazarlıklı yeni padişah, kendi niyetlerini pek çabuk açığa vurmaya başladı. İlk yıpratmanın hedefi, yeni Kanun-u Esasî tasarısıydı. Ve öyle seziliyordu ki, ondan sonra asıl kurtulmak istediği de, ilk günlerde, «Sen benim babamsın» dediği Mithat Paşa olacaktı. Nitekim öyle oldu...

 

* * *

 

 

51

 

II. Abdülhamit (1876)

 

 

52

 

ABDÜLHAMİT AĞLARINI ÖRÜYOR:

 

Abdülhamit tahta geçince, kendisini tahta geçiren Kabine’ye dokunmadı. Mütercim Rüştü Paşa gene sadrazamdı. Abdülaziz’in tahttan indirilmesine fetva veren Hayrullah Efendi gene şeyhülislâm olarak kaldı. Mithat Paşa da Kabinedeydi. Hatta 18 aralık 1876’da onu bir aralık sadrazamlığa bile getirdi. Ama padişah, kendi ağırlığını gittikçe teraziye koyuyordu. Cülus (tahta çıkış) nutkundan bile, Meşrutiyet idaresini öven bazı cümleleri çıkardı. Namık Kemal ve Ziya Paşanın da katıldığı Komisyon’un hazırladığı ilk Anayasa (Kanun-u Esasi) Tasarısı, Abdülhamit’in teşkil ettiği 28 kişilik yeni bir komisyona verildi. Ve ilk tasarı değiştirilerek, 140 maddelik yeni bir tasarı düzenlendi. Padişaha sunuldu. Abdülaziz’i tahtından indirmek ve yeni padişahı tahta çıkarmak hareketlerine katılmakla beraber, sadrazam Rüştü Paşa da Meşrutiyet idaresine pek taraflı görünmüyordu. Yeni tasarının maddelerini o da eledi. Tasarı, 119 maddeye indirildi. Padişaha sunuldu. Abdülhamit de ayrıca elemeler yaptı. 113 maddeye inen tasarıya, kendi istediği bazı kayıtlar da koydu. Nitekim, padişahların, istedikleri kimseleri sınır dışı etmek hakkını sağlayan 113. madde, bu suretle kanunda yer aldı. Az sonra göreceğiz ki, padişah bu hakkını, evvelâ Mithat Paşa hakkında uygulayacaktı.

 

Abdülhamit’in, Kanun-u Esasi tasarısında değişiklik yapılmasını isterken ortaya koyduğu ruh hali çok dikkat çekiciydi. Meselâ, daha sadrazam olmadan ve Anayasa Tasarısı üzerindeki çalışmaları sırasında Mithat Paşaya yazılan yazısından bugünkü dile aktararak şu parçaları verelim:

 

«Resmi olmayarak huzurumuza sunduğunuz Kanun-u Esasi lâyihasını gördüm. Bunun kapsadığı hükümlerde, memleketin usul ve istidadına uygun olmayan maddeler görülmüştür.

 

Yapılacak tanzimatta, tebaamızın ihtiyaçlarının, devletin hukuku ile telif-ı asil arzumuzdur. Bu sebeple, Vükelâ Meclisinde bu tasarının yeniden gözden geçirilerek...»

 

 

53

 

Sonradan anlaşılmıştır ki, Abdülhamit’in arzusu, daha sonra kendisinin tasarıdan çıkardığı maddelerle yetinmeyerek, meselâ istediğini sınır dışı edebilmek gibi keyfî maddelerin buraya eklenmesiydi. Hulâsa, yıllardır üzerinde çabalanan ve Genç Osmanlılar için bir ülkü olan Meşrutiyet idaresinin temelini teşkil edecek Anayasa, nihayet 23 aralık 1876’da Babıâli önünde halka ilân edildi. Böylece, kanun ilân edildiğine göre, artık vilâyetlerde ve müstakil sancaklarda mebuslar seçilerek İstanbul’a gönderilecekti. Meclisler açılacak ve böylece Meşrutiyet idaresi kurulmuş olacaktı...

 

Fakat Abdülhamit rahat değildi. Evvelâ, Genç Osmanlılardan, bu kanunun çıkarılmasında hizmeti geçmiş olan ünlü kişileri İstanbul’dan çıkarmak ve seçimlere karıştırmamak yoluna baş vurdu, tik önce ve ısrarlı emirlerle, Ziya Paşayı Suriye valiliği ile İstanbul’dan uzaklaştırdı. Namık Kemal, Erzuruma gönderiliyordu. Mithat Paşa Sadrazamlığa getirilmişti. Fakat bu bir göz boyamaydı. Sadrazamlığı da geçiciydi: Çünkü Mithat Paşa, evvelâ kendi vicdanına, sonra milletine karşı sorumluluk duyguları duyan az görülmüş devlet adamlarından biriydi. Bu sebeple, olup bitenlerden tedirgindi. Abdülhamit ise ağlarını örüyordu. Bu iki insan, bir arada olamayacaklardı.

 

Meselâ sadrazamlığı sırasında Mithat Paşanın, saraya gönderilen bir yazısına cevabının dokuz gün kadar gecikmesi dolayısıyle padişaha yazdığı bir tezkere vardır ki, kendini tayin eden devlet reisine böyle hitap edebilen ve kendi vicdan sorumluluğunu, devlet reisinin de iradesinden üstün tutan bir devlet adamının, bizim tarihimizde örneği yoktur. Bu tezkereden bazı parçaları buraya bugünkü dile çevirerek nakletmek, yakın tarihimizde görülen üstün bir şahsiyetlilik belgesini bir daha belirtmek bakımından yerinde olacaktır:

 

«Meşrutiyeti getirmekle ilân etmekten maksadımız, İstibdadı kaldırarak, Zat-ı Şahanenizi vazifelerinizde uyarmak ve devlet vekillerinin vazifelerini tayin ederek, milletimiz arasında tam eşitliği sağlayıp, elbirliğiyle ve gerçekten, mülkün ıslahına çalışmaktır.

 

Evvelâ, size ait hükümdarlık vazifelerini, mutlaka bilmelisiniz.

 

 

54

 

Zira bütün hareketlerinizden, millet önünde sorumlu olacaksınız. Bunun için, devletin vekilleri ve memurları, vazifelerin icrasından emin olmalıdırlar ki, dört yüz seneden beri, milletimizi aşağılığa alıştırıp, geriliğe ve çöküntüye sevkeden müdâhinlikten (dalkavukluktan) yakayı sıyıralım. Bendenizin, sizin hükümdarlık şahsınıza fevkalâde riayetim vardır. Ancak, şeriatın hükümlerine uyarak, milletimizin menfaatlerine aykırı olan en ufak hususta bile, size itaat etmekte mazurum. Çünkü, sorumluluğum ağırdır. Hem vicdanımdan korkarım. Hem de vatanımın selâmeti ve saadetini temin etmek için, vicdanıma karşı taahhüdüm vardır. Fakat, korkarım ki bu fikirler ve hareketlerden dolayı ileride devlet, bendenizi sorumlu tutsun. Şu arzedeceğim doğru sözlerden kalbiniz şüpheye varmasın. Ne çare ki benim, en ziyade korktuğum, sonra vicdanımın beni mahçup edip, sorumlu tutmasıyle, milletimin lânetine uğramaktır.

 

Padişahım, Osmanlılar, kendi kendilerini ıslah ve idare iktidarını haiz olmalıdırlar. Usulü meşveretle (Meşrutiyetle) idare olunan bir millette nizam nedir bilir misiniz? Tafsile hacet yoktur. Bendenize emniyet ediniz efendim. Bununla beraber, milletin büyüklerinden de emin olunuz.

 

Padişahım, ben bir ağır yük altındayım. Osmanlı sıfatıyle vazife yapacağım. Bir memurun, kendini vicdanı karşısında sorumlu tutarak vazife yapması gibi, bir vezir de, hem vicdanı, hem milleti karşısında kendini sorumlu bilmelidir. Ümit ve iftihar ederim ki, vicdanımın bendenizi sorumlu tutabileceği bir harekette bulunmadım. Fakat milletimin, beni sorumlu tutmalarına çalışmalarını isterim. Bununla iftihar ederim.

 

Padişahım, dokuz gün oluyor ki, evvelce arzettiğim hususları yerine getirmemekte devam ediyorsunuz. İşçinin araçları demek olan gerekli nizamları reddediyorsunuz. Bu hal ile, dehşetli zelzelelerden çökmek, mahvolmak tehlikelerini henüz savuşturan devlet binamızı tamire çaıştığımız sırada, siz, âdeta yıkmak istiyorsunuz diyebilirim.

 

 

55

 

Eğer bu sebeplere dayanarak bendenizi serkârdan (sadrazamlıktan) azlederseniz, idarenin, sizin mizacınızla, devletin icraatını, içinde bulunduğumuz zamanın önem ve gereklerine uydurarak yürütebilecek bir iktidar sahibine tevdi buyurun. Herhalde... (1).

 

18 kânunusani 1293 (ocak 1877)

kulları

Mithat

 

Böyle bir şahsiyetlilik, cesaret ve sorumluluk belgesinin misali, bizim imparatorluğumuzun tarihinde olmadığı gibi, her milletin tarihinde de pek yoktur.

 

Fakat Abdülhamit bu üslup ve bu uyarılardan faydalanamadı. Gerçi Kanun-u Esasi ilân olunmuştu. Ama henüz Meclisler açılmamıştı. Mebusan Meclisi açılıp, Abdülhamit milletvekilleri önünde Anayasa’ya yemin ettikten ve Mithat Paşa bu nizamın idealist kurucusu olarak bu Meclis karşısına çıkıp, arkasını milletin muhabbetine ve Meclisin iyi kötü koruyuculuğuna dayadıktan sonra, padişahın onunla hesaplaşması zor olurdu. Bu sebeple, daha Meclis açılmadan, bu şahsiyetli sadrazamın çaresine bakmalıydı.

 

Zaten Kanun-u Esasî’nin ilânı da, Abdülhamit’e rağmen biraz aceleye gelmişti. Çünkü bu ilânı yalnız vükelânın ısrarı değil, dış meselelerin baskısı da zorunlu kılmıştı. Bu zorunluğu belirtmek için, bu meselelerin başlıcalarıyle çözüm yolu arayan İstanbul Konferansı üzerinde kısaca durmalıyız...

 

* * *

 

TOPLAR KİMİN İÇİN ATILIYOR?

 

Abdülaziz’in tahttan indirilişinden hemen sonra, 1 temmuz 1876’da, Sırbistan ve Karadağ’ın Türkiye’ye harp ilân ettiklerini, daha önce kaydetmiştik.

 

 

(1) Pek az kelimeleri yeni dile çevrilerek verilen bu önemli belgenin aslı evvelâ, Mithat Paşanın oğlu Ali Haydar Mithat’ın yayınladığı Tebsere-i İbret adlı eserin birinci cildinde, ek belge olarak yayınlanmıştır. Sonra muhtelif eserlerde buna değinilmiş ve Ahmet Bedevi’nin Türkiye'de İnkılâp Hareketleri adlı eserinde, aslının fotokopisi verilmiştir.

 

 

56

 

Bu muharebeler devleti işgal ediyordu. Gerçi hem Sırbistan, hem Karadağ, kısmen Osmanlı hükümranlığı altında ülkeler sayılırdı ama, gerçekte devletin kontrolünden çıkmışlardı. Abdülhamit’in tahta çıktığı günlerde ise, Bulgaristan'da da isyan patladı. İsyanın ardında, tabiî Rusya vardı. İsyan dalgaları bunlarla da kalmadı. Bosna-Hersek’te ayaklanmalar oldu. Bu bölgeyle Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ilgiliydi. Osmanlı Avrupasında, feodal bir sosyal-ekonomik yapısı olan Bosna-Hersek’te, yalnız feodaller değil, onların kullarını teşkil eden Hıristiyan köylüler de isyana sürüklendiler. Bir bakışta konu, mahsul vergisi (Aşar) gibi görülüyordu. Ama aslında, hem Rusya tarafından gelen Slavlık rüzgârları, hem Avusturya tarafından esen siyasî tahrikler güçlüydü. Bosna-Hersek’in Müslüman halkı ile, Hıristiyan Hersekliler arasında da ayrıca çatışmalar sürüp gidiyordu. Osmanlı ordusu, Dinarik Alpleri bölgesine düşen bu yolsuz, vasıtasız Hersek ve Karadağ ile Sırbistan topraklarında didinip duruyordu. Gerçi yenilgi, isyancılar tarafındandı. Ama gerek bu muharebe ve ayaklanmalar, gerekse Bulgaristan isyanı, aslında yeni patlayacak ve bütün Osmanlı Avrupasını saracak fırtınaların ön habercileri gibiydi. Nitekim yalnız Rusya değil, diğer büyük devletler de harekete geçtiler. Hükümeti, eskiden beri sürüp gelen Islahat talepleriyle şiddetli bir baskı altında bulunduruyorlardı. Çağın, yani XIX. yüzyılın akışı, gelişmeleri içinde Osmanlı devleti, bu yapısı ile ne Avrupa’da, ne Asya’da artık tutunamazdı. Rusya gibi, Avusturya gibi despotik devletler bile, kültür ve iktisat yapılarını hızla geliştiriyorlardı. Türkiye’de ise Islahat vaadi, Babıâli’nin her başı sıkıldıkça tazelediği bir sözgelişi haline gelmişti. 1839 Tanzimat Fermanı bir Islahat vaadiydi. Kırım muharebesinden hemen sonra, 18 şubat 1856’da, Babıâli’de okunan Islahat Fermanı, bir ıslahat vaadiydi. Hatta bütün bu vaatler, yabancı devletlerin de bir nevi garantisi altına konuluyordu. Ama Islahat yapılabiliyor muydu? Hayır! Babıâli her sıkıştırıldıkça, o sırada önde olan en buhranlı meseleye göre, birtakım parça parça tedbirlere baş vuruyordu. Bu, eskiden beri böyleydi. Meselâ 186!’de

 

 

57

 

Lübnan'a imtiyazlar verilmişti. 1868'de Girit'te bazı ıslahatı öngören ferman yayınlandı. 1869'da Paris konferansı gene bazı ıslahat esaslarını getiriyordu. 11 mart 1870 tarihli bir ferman, o güne kadar Fener Patrikhanesine, yani Ortodoks kilisesine bağlı durumdaki Bulgar kilisesine istiklâl veriyordu. Gene bu sırada, Tunus'un devlete ilişkilerini pamuk ipliğine bağlayan yeni fermanın esaslarını da işaret etmeliyiz. Kürdistan, Arabistan ise zaten başlarına buyruktular. Kısacası Osmanlı mülkü, yeniden ve kökten bir düzenlemeyi gerektiriyordu. Çünkü mülkün her tarafı çatırdıyordu. Ama asıl Osmanlı Avrupası, karışıklıklar içindeydi. Abdülhamit işte bu hava içinde tahta çıkmıştı. Bu yeni padişahın saltanatı, mülkün düzenlenmesi, iç idarenin istikrarı yolunda bir aşama olmalıydı. Uyanmanın ve yeniden teşkilâtlanmanın ilk işareti de tabiî, yeni padişahın ilân edilen Kanun-u Esasî'ye samimiyetle bağlanarak, meselâ en başta Mithat Paşanın ümit bağladığı ıslahat tedbirlerine yönelmesi olacaktı. Gerçi bu da yeterli değildi. Meşrutiyet, nihayet idari-siyasî bir nizamdı. Onunla beraber, çağdaş fikirlerin Türkiye'ye girişi, malî esaretten kurtuluş, sanayiin kuruluşu çarelerinin aranması gerekiyordu. Bunun için de gümrük esaretinin kaldırılması, yeni bir aydın sınıfın doğuşu, yeni sanat, yeni kültür, yeni bir orta sınıf, ağalığın, feodal kalıntıların tasfiyesi, hulâsa, hiç değilse Rusya Çarlığının yapabildiği aşamaların bizde de gerçekleşmesi şarttı. Bunlar için ise söz, Abdülhamit'indi. Ama, ümitleri, o sırada İstanbul'da yalnız Mithat Paşa ve bazı genç arkadaşları temsil ediyorlardı (1).

 

Osmanlı devletinin Kanun-u Esasî'ye yöneldiği günlerde İstanbul, gene bir ıslahat konferansına sahne oluyordu.

 

 

(1) Acaba o safhada Türkiye’ye yeni fikirler, yeni akımlar ve yeni dünya sorunlarına yönelen neşriyat girebilir miydi? Yeni bir aydın nesli doğabilir miydi? Üniversite, basın, özgürlük fikri, malî ve İktisadî esaret bağlarından kurtuluş şeklinde bir çaba, bizde de doğabilir miydi? Sanıyorum ki, evet! Çünkü, meselâ Genç Osmanlıların ve bu arada meselâ Namık Kemal’in Avrupa’daki yayınlarında, hatta bilimsel temellerden biraz yoksun olsa bile, cumhuriyet, sosyalizm konuları bile yer buluyordu. Ve bu başlangıç, İstanbul’da, tabiî yeni nizamın çerçevesi içinde, demek ki geliştirilebilirdi. Rusya’da olan Garplılaşma ve kültür uyanışı derecesinde olmasa bile...

 

 

58

 

23 aralık 1876’da açılan bu konferansa «Tersane Konferansı» da denilir. Rusya, Almanya, İtalya, İngiltere ve Fransa murahhasları, Osmanlı murahhasları ile bu konferansta karşılaştılar. Bilhassa Osmanlı Avrupası; meselâ Sırbistan, Karadağ, Arnavutluk, Tuna eyaletleri ve Bulgaristan meselelerini bir esasa bağlamaya çalışacaklardı. İşte bu konferansın toplantılarına devam ettiği bir sıradadır ki, 23 aralık 1876’da, İstanbul’da toplar atılmaya başladı. Hükümet; Babıâli önünde halka, Kanun-u Esasî’yi ilân ediyordu. Devlet, Meşrutiyet idaresine geçiyordu. Demek ki, 1839 Tanzimat Fermanı’ndan beri, Osmanlı halkları arasında vaat olunan hak ve vazife eşitliği bu defa, halktan gelecek milletvekillerinin denetimi altında ve onların çıkaracağı kanunlarla sağlanacak demekti. Hulâsa, dünya önünde Türkiye, vaatler ve ıslahat bahsinde, son kozunu oynuyordu. Konferansta Osmanlı murahhaslarından Hariciye Nazırı Saffet Paşa, toplar atılmaya başlayınca, yerinden vekar içinde kalktı ve konuştu:

 

«— Duyduğunuz bu top sesleri, bütün Osmanlı memleketleri için Kanun-u Esasî’nin ilân olunduğunu haber vermektedir. Bu dakikadan itibaren Osmanlı devleti, meşrutî hükümetler sırasına girmiştir.»

 

Ama ne var ki Osmanlı tahtında, bir Abdülhamit vardı. İçine dönük, içinden pazarlıklı, neler getireceği, neler yapacağı bilinmeyen, anlaşılamaz, şüpheci ve şüpheli bir sultan!.. Evet, söz artık onundu. Toplar onun için atılıyordu. Ama bu top sesleri ardından II. Abdülhamit, ya ciddî, samimî bir Meşrutiyet kurucusu olarak devletin tarihinde yerini alacaktı. Yahut da bu aldatmaca top sesleri ve göstermelik törenlerin ardından, ağır ve donmuş bir keyfî idarenin çarkları dönmeye başlayarak, Hasta Adam denilen Osmanlı devleti, mukadder akıbetine sürüklenecekti. Bunu zaman gösterecekti.

 

Konferans üyeleri, o günkü toplantıdan dağılıp yerlerine dönerlerken, İstanbul donanmıştı. Gece, fener alayları şehri sardı. Dolmabahçe önüne toplanıp:

 

«— Padişahım çok yaşa! Yaşasın Kanun-u Esasî!..»

 

 

59

 

diye haykıran halka Abdülhamit, camlı köşkten göründü. Mabeyinci Esat Paşa vasıtasıyle selâmlarını tebliğ ettirdi.

 

«... Osmanlılar padişahının, devletin şeref ve hay siy etine aykırı bir harekette bulunmayacağını»

 

vaadetti. Mithat Paşanın konağı önünde de gösteriler yapılıyordu. Mithat Paşa memnundu. Yıllar yılı beslenen ümitler, artık hakikat sahasına çıkıyordu. Padişaha hitap eden, bir suretini daha önce verdiğimiz arîzasında kaydettiği gibi,

 

«Dehşetli zelzelelerden mahv ve inkirâz (yıkılma) derecesine gelmiş devlet binasını artık tamir kabil»

 

olacaktı. Hulâsa Türkiye, Meşrutiyet idaresine kavuşuyordu. Yeni Osmanlıların, yahut Genç Osmanlıların, 14 yıl. önce gizli cemiyet kurup, uğrunda ant içtikleri nizam, artık gerçekleşiyordu...

 

* * *

 

BİR VATANSEVER, VATANSIZ OLUYOR:

 

Fakat ne var ki bu top seslerinden ancak 43 gün sonra, 5 şubat 1877'de Mithat Paşa, saraya çağrılarak tevkif edildi. Abdülhamit, Kanun-u Esasiye koydurduğu 113. maddeye dayanarak ona, sınır dışı edileceğini tebliğ ettirdi. Sırtlan dişlerini pek çabuk göstermişti.

 

Aynı gün Mithat Paşa,’ yani son Osmanlı tarihinin en büyük devlet adamı, Meşrutiyet idealinin önderi, mücahidi ve ümidi, ilân edilen Kanun-u Esasinin getirdiği Mebusan Meclisinin açılışını dahi göremeden, izzettin vapuru ile yola çıkarıldı. Son sadrazamlığı 48 gün sürmüştü. Vatan fikrinin bu büyük bayrakdarı, artık bir vatansız oluyordu. O, artık yabancı ülkelerde sadece bir sürgündü. Bu Osmanlı sadrazamına İstanbul’dan ayrılırken, evini, ailesini görmek, onlarla vedalaşmak için bile izin verilmedi... Mebusan Meclisinin ise, artık açılsa dahi, uğrayacağı akıbet belliydi. Yani, bu açılış, geçici bir gösteriş olacaktı ve Osmanlı devleti, Abdülhamit’in cehlinden gelen uğursuz vehmi ile, tarihinin son fırsatını da kaçıracaktı. Yıkılışın karanlık dehlizinde, her gün biraz daha alçalacaktı. Nitekim öyle oldu...

 

* * *

 

 

60

 

BİR DEVLER GÖRÜŞÜ VE BÜJFÜK SESSİZLİK:

 

İstanbul konferansı, bir sonuç almamadan dağıldı. İstanbul'dan kırgınlık içinde ayrılan yabancı devlet temsilcilerinin ardından, bu devletlerin İstanbul'daki sefirleri de memleketi terk ettiler. Yerlerine vekiller, maslahatgüzarlar bıraktılar. Konferansın güttüğü ıslahat davalarını başarmak işi, şimdi Meşrutiyetçi Osmanlı devletine kalıyordu. Böylelikle de, devletin dış âlem karşısında sorumluluğu büsbütün artıyordu. Balkanlar kaynamakta devam ediyordu. Bu gelişmeden hem memnun, hem de gayrı memnun olan, en ziyade Rusya'ydı. Rusya, Türkiye’nin Meşrutiyet idaresinden elbette ki gayrı memnundu. Rusya'ya göre Hasta Adam, iyileşmemeliydi. Memnunluğu da şuradan geliyordu ki, Balkanlarda kazan kaynıyordu. Bu kazanı karıştıran kepçe, Rusya'nın elindeydi. O halde yakında Balkanlarda daha büyük olaylar, mutlaka patlayacaktı. Yani son hesaplaşma günü, mutlaka gelecekti.

 

Konferanstan sonra Mithat Paşa, gerçi insanüstü gayretler göstermişti. Hem Sırbistan, hem Karadağ ile sulh esaslarını hazırlamıştı. Bu ülkeler, sulha yanaşıyorlardı. Bulgaristan'daki isyan da şiddetini biraz daha kaybederek bastırılmaya doğru gidiyordu. Mithat Paşa bu bölgeye bir nevi mahallî idare getiriyordu. Ama Mithat Paşa sadrazamlıktan alınıp sınır dışı edilince, bu gayretler de birden kesildi. Ve Balkanlarda ufuklar yeniden ve birden karardı. Rusya'ya artık gün doğuyordu.

 

Mithat Paşa, tarih içinde ileri görüşlülük ve imparatorlukta büyük teşkilâtçılık kudretini, üstün delilleriyle ve her vesilede göstermişti. Böyle bir insan ve onun hepsi de köklü fikir ve çabaları, cahil bir saray mahlûku olan Abdülhamit için, bir şanstı. Ama Abdülhamit, tarih-î kaderin onun karşısına çıkardığı bu şanstan, ne yazık ki istifade edemedi. Ve Abdülhamit'in bu idraksizliği, imparatorluk için de bir şanssızlık oldu...

 

Gerçi çözüm yolları elbette ki, son ve kesin olamazdı. Uyanan milliyetçilik akımlarını ve millî kurtuluş mücadelelerini körletmek, elbette ki mümkün değildi.

 

 

61

 

Fakat Mithat Paşanın Balkanlarda daha önceki tecrübeleri, ona Rusların tahrikine bütün kapıları açık bırakmaktansa, yeni bir idare şekli ve yeni müesseseler kurmaya yönelerek, bu yoldan normal bir tekâmül, ona mümkün görünüyordu.

 

Hulâsa, Balkanlarda, yani başka ırktan toplulukların, ya Türklerle karışık azınlık, yahut da kalabalık çoğunluklar halinde yaşadığı yerlerde, onları da yönetime katan mahallî idareler tesisi fikri, Mithat Paşanın, yalnız bir işi şeklen kurtarmak formülü değildir. O devrede ve bu fikirde, imparatorluğun yeniden düzenlenmesi yolunda, olumlu, yapıcı bir görüş üstünlüğü vardı (1).

 

Çünkü, milliyetçi fikirler Avrupa’yı olduğu gibi artık Balkanları da sarıyordu. Bu fikirlerin bir gün, bu milliyetlerin, kendi topraklarında, kendi istiklâllerini sağlayacak bir aşamaya ulaşması mukadderdi. Fakat şu var ki, meselâ Bulgaristan’ da, Bulgarlarla beraber çok sayıda Türkler de yaşıyorlardı. Ve din farkı, bu iki cemaati birbirinden kesin sınırlarla ayırıyordu. Bu Türk topluluğu da kayıtsız şartsız Bulgar mücadeleleri içine bırakılamazdı. Şu halde bir şekil bulunmalıydı. Hiç değilse bir intikal devri için... İşte bu intikal şekli, muhtar idareler olabilirdi. Öyle mahallî veya muhtar idareler ki, o devirde, meselâ Rusya imparatorluğu bile kendi sınırları içinde yaşayan ve Rus olmayan topluluklar için, böyle bir tanzim ve müsamaha görüşüne henüz varmamıştı. Hatta, Slav ve Alman azınlıklar için Avusturya, Macaristan imparatorluğu da...

 

* * *

 

1876 KANUN-U ESASÎSİ:

 

İstanbul’da Mebusan Meclisi, işte bu gelişmeler ve bu hava içinde açıldı... Padişahın zaten samimî bir ilgiyle benimsemediği bu çocuk, bu kara bulutlar altında doğuyordu. Bu çocuğun yaşaması şüpheliydi. Nitekim Meclisin açılışından 35 gün sonra, yani 23 nisan 1877’de Rusya, Türkiye’ye harp ilân etti.

 

 

(1) Bkz. Mithat Paşa'nın Hatıraları.

 

 

62

 

Sınırları geçti. Fakat biz evvelâ, gene şu Kanun-u Esası ve Meclisi Mebusan üzerinde duralım.

 

Mithat Paşa, Namık Kemal, Ziya Bey (Paşa) gibi insanlar elinde işlenip, sonra çeşitli komisyonlarda ve padişahın elinde bir sıra tadillere uğrayan, nihayet 23 aralık 1876’da ilân edilebilen Kanun-u Esasi, daha önce de kaydettiğimiz gibi, 113 madde içinde toplanmıştı. Bu kanun, padişahın, sadrazam Mithat Paşaya hitabeden, 7 zilhicce 1293 Arap tarihli (1876) fermanı ile tasdik edilmiş oldu. Halka açıklandı. Şekle uygun olarak «Vezir-i meâlisemirim», yani «yüksek vasıflı vezirim» diye başlayan ve Kanun-u Esasî’nin önsözü mahiyetinde olan bu ferman, kanunun çıkarılmasını gerektiren ve devletin içinde bulunduğu hali de açıklayan, ilgi çekici hükümleri içine alır. Bunların başlıcalarını şöylece özetleyebiliriz:

 

«Bir zamandan beri devletin kuvvetine zaıf ve gerileme arız olmuştur. Bu hal, dış gailelerden ziyade, iç işlerde doğru yoldan ayrılmak yüzündendir. Halkın hükümete güvenini sağlayacak şartlar, sebepler gerilemiş, bozulmuştur. Bundan dolayıdır ki, babam Abdülmecit Han, Islahata başlangıç olmak üzere ve şeriat hükümlerine de uygun olarak, “Tanzimat Fermanlını ilân etmişti. İşte bugün de bu Kanun-u Esasî'yi ilân etmek başarımız, o başlayan Tanzimatın hayırlı bir eseri olduğu için, onun namını bu mutlu günde hayır ile anar ve kendisini devleti ihya eden (dirilten) hükümdar olarak sayarım. Bu kanun, onun Tanzimatının da bir eseridir (1).

 

Devletimizin iç işlerinde meydana gelen değişiklikler ve dış münasebetlerde meydan alan genişlemeler, hükümet idaresi şeklinin yetersizliğini artık meydana vurmuştur.

 

 

(1) Yeni Osmanlılar, Meşrutiyet çabasını Tanzimat’ın ve bilhassa Reşit Paşanın hatırasına bağlamaya daima dikkat etmişlerdir. Bu suretle onlar, Tanzimatla başlayan hareketi, devletin yeniden kuruluşunda, bir hamlenin başı olarak almakla, kendilerinin de hareket ve mücadelelerine, tarihî bir gelişmenin, tabiî inkişafı gibi bakıyorlardı.

 

 

63

 

Bizim esas maksadımız da, memleket ve milletimizin tabiî zenginlikleri ile, doğal kabiliyetlerinden gereği gibi faydalanmayı engelleyen sebeplerin ortadan kaldırılmasıdır. Böylece, Osmanlı uyruğu olan halkın, ilerleme yolunda, birlik içinde ve elbirliğiyle yürümelerini sağlamaktır. Bunun için de, hükümetçe muntazam ve doğru kuralların kanulması lâzımdır. Bu da, hükümetin meşru ve makbul olan haklarının korunmasıyle beraber, gayri meşru hareketlerin, yani bir tek ferdin veya bazı azınlık güçlerinin, başlarına buyruk ve müstebitçi davranışlarından doğacak hata ve kötüye kullanmaları önlemek, ortadan kaldırmaktır. Böylece, Osmanlılığı meydana getiren muhtelif kavimlerin medenî bir sosyal topluma lâyık olan hak ve menfaatlere sahip olmalarıdır. Bu hak ve menfaatler de; herkesin, hürriyet, adalet ve müsavattan (eşitlik) ayrılıksız faydalanmalarıdır. Bu da, kanunların ve umum işlerin, meşru meşveret ve Meşrutiyet kurallarına bağlanmasıyle kabil olacağından, bir Umumî Meclisin (Mebusan Meclisinin) teşkili lüzumu, daha cülus (tahta çıkma) beyannamemizde ilân olunmuştu. Bunun için lâzım olan Kanun-u Esasi, seçkin ve ileri gelen âlimlerimiz, vezirlerimiz ve yüksek kademedeki devlet hizmetlilerinden tayin olunan özel bir toplulukta konuşulup tartışılarak, Vükelâ Meclisimizde de (Kabine) etraflyle incelenerek kabul ve tasdik edilmiştir. Bunun maddeleri, yüce hilâfet ve saltanat makamımızın haklarına ve Osmanlıların hürriyet ve eşitliğine ve vükelâ (nazırlar) ile memurların (görevlilerin) sorumluluk ve yetkilerine, ve Umumî Meclisin (Mebusan Meclisinin) her şeyi bilmek hakkına (Hakk-ı vukûf) ve mahkemelerin özgürlüğüne, malî dengenin (bütçe) doğruluğuna ve vilâyetler idaresince, merkezin haklarını korumakla beraber, mahallî yetkileri genişletme, tevsi-i (mezuniyet) usulünün uygulanmasına ilişkindir. Bunlar ise, şeriat hükümlerine, memleket ve milletin bugünkü kabiliyet ve ihtiyaçlarına uygundur. Ve esas fikir ve emelimiz olan mutluluk ve genel ilerleme ülküsüne elverişlidir. İşte, Tanrı’nın yardımına ve Peygamberin ruhaniyetine dayanarak, bu Kanun-u Esasî’yi tarafınıza gönderdim.

 

 

64

 

Osmanlı memleketinin her tarafında, hareket ve idareye esas olmak üzere ilânı ile, buna gerekli kanunların bir an önce hazırlanması isteğimizdir. Tanrı, memleket ve milletin mutluluğuna çalışanların gayretlerine yardımcı olsun...»

 

İşte Kanun-u Esası, padişahın bu görüş ve dilekleriyle sadrazama hitabederek millete verilmiş oluyordu. Kanunda ilk 7 madde, esas hükümleri getiriyordu. Birinci maddeye göre Osmanlı devleti, o sıradaki vilâyetleri ve imtiyazlı eyaletleri kapsayan bir bütündür. Hiç bir suretle bölünemez. İkinci maddeye göre, devletin merkezi İstanbul'dur. Bunun diğer şehirlerden ayrı olarak bir imtiyazı yoktur (1). Üçüncü maddeye göre Osmanlı saltanatı, Yüce İslâm Halifeliği sıfatı ile beraber, Osmanoğulları hanedanındadır. Padişahlık, en yaşlı evlâda geçer. Dördüncü madde, padişahın halifelik sıfatı ile bütün îslâmların koruyucusu olduğunu belirtir. Bütün Osmanlı uyrukluların hükümdarı olduğunu açıklar. Beşinci maddeye göre padişahın şahsı, kutsal ve sorumsuzdur. Altıncı madde, saltanat hanedanının haklarını, mallarım ve hepsinin ömür boyunca malî tahsisatlarını umumun garantisi altına koyar. Yedinci madde, padişahın haklarını sayar: Nazırların tayini veya azli ile başlayarak, para basmak, harp veya sulh yapmak, Deniz ve Kara Kuvvetlerine kumanda ve askerî hareketlerin icrası, şerî ve kanunî yasama hükümlerinin yerine getirilmesi, nizamlar çıkarılması ve en mühimlerinden biri olarak Meclisin (Mebusan Meclisi)nin toplanması veya dağıtılması hakları bu meyandadır. Ancak şu kayıtla ki padişah, dağıtılan Meclisin yerine, yeniden mebusların seçimini, yâni yeni seçimleri sağlamak mecburiyetindedir (2).

 

 

(1) Bu maddeye rağmen İstanbul, bütün Abdülhamit saltanatı boyunca, orduya asker vermemek suretiyle imtiyazlı bir şehir sayıldı.

 

(2) Padişahın Kanun-u Esasî’ye ilk ihaneti, bu maddeyi yerine getirmemekle oldu. Yani, toplanan Meclisi bir süre sonra dağıtmış, fakat yenisini toplamamıştı. Daha aşağıda göreceğimiz gibi, 1877-1908 arasında Genç Türkler hareketinin bütün mücadelelerinin mihveri de, bu maddenin uygulanmasını sağlamak, yani Kanun-u Esasî’nin iadesiyle, yeni seçimlere gidilmekten ibaretti.

 

 

65

 

Devletin şekline, hanedanın ve padişahın haklarına ait bu esas maddeleri diğer maddeler takip eder. Bunlar da, devletin tebaasının hakları, Meclisin teşkili ve çalışmaları, Âyan (Senato) Meclisi (1), Mebuslar Meclisi, mahkemeler, malî işler, vilâyetler idaresi ve ek maddelerden ibarettir.

 

* * *

 

VEKARLI BİR OSMANLI MECLİSİ:

 

Kanun-u Esasî’ye göre, toplanması gereken Meclise ait seçimler, vilâyetlerde yapılacaktı. Bu seçimleri; o zaman, seçim kayıtlarına göre değerlendirmek, elbette ki mümkün değildi. Gerçi 65’inci maddeye göre her 50.000 erkek nüfusa bir mebus intihap olunacaktı. Ama o zaman Osmanlı mülkünün birçok kısımlarında. az çok okur yazarların, genel nüfusun yüzde birini bile aşmadığını hesaba katmalıdır. Bu sebeple seçimlerde tabiatıyle, valilerin ve mahallî idarelerin tutumu etkili oldu. Bu mebuslar oy pusulaları ve seçimle değil, merkezden verilen talimata göre mahallen seçildi. Meclise; vilâyet ve sancakların uleması ile eşraf ve mütehayyizanı (seçkinleri) gönderildi. Şimdiki gibi Millet Meclisinde büyük ağırlığı teşkil eden avukat, doktor, mühendis ve profesyonel politikacı zümreleri, o zamanki Osmanlı cemiyetinin yapısında mevcut olmadığı için, Mecliste ulema ve eşraf esas ağırlığı teşkil ediyordu. Askerler, Meclise giremedi. Meclise 180 İslâm ve 60 Hıristiyan mebus gönderilmişti (2).

 

19 mart 1877’de Dolmabahçe Sarayı büyük merasim salonunda, padişahın huzurunda açılan Mebusan Meclisi, padişahın başkâtibi Sait Bey (Paşa) tarafından okunan nutkunu dinledi. Bütün azası padişah tarafından ömür boyunca ve mebusların üçte birini geçmemek üzere intihap eden Âyan Meclisi (Senato) ile beraber bu iki Meclis, Meclis-i Umumî adını alıyordu.

 

 

(1) 1876 Kanun-u Asasî’sine göre Ayan Meclisi (Senato) üyeleri, seçimle değil, padişahın intihap ve tayiniyle olurdu.

 

Bu rakamlar, çeşitli kaynaklarda çelişmelidir.

 

 

66

 

Mebuslar dört yılda bir yeniden intihap olunacaklardı. Türkçe, resmî dildi ve Türkçe bilmeyen mebus, seçilemezdi.

 

1877 Mebusan Meclisine ait bütün zabıtlar, şimdi elde bulunmaktadır (1). Bu zabıtlardaki müzakere üslubu ve karşılıklı tartışma mantığı şunu göstermektedir ki, 1876 Anayasası, zamanın ölçüleri içinde makul ve muvazeneli bir Anayasadır. Ve halkın oylarıyle seçilmese de, Mebusan Meclisi, ciddî, vekarlı, mazbut bir mebuslar topluluğu hali arzetmektedir. Disiplin ve devamlılık tamdır. Mecliste kavgalar, gürültüler görülmez. Karşılıklı bir saygı, müzakerelere hâkimdir. Bugünün ucuz ve seviyesiz tartışmaları, çatışmaları bu Mecliste yoktur. Müslüman ve Hıristiyan azaya, bir Osmanlılık şuuru hâkim görünür. Konular üzerinde dikkatle durulur. Ve herkes fikrini, karşımdakilerin görüşlerine zıt olsa bile, olgun bir Osmanlı terbiyesi içinde, vekarla ortaya sürer. O kadar ki, bu Meclis, bazı meselelerde, meselâ vilâyetler idarelerine ait seçim işleri konuşulurken idare meclisleri üyelikleri bahsinde, «Müslüman ve Hıristiyan aza» ayrımını yadırgıyordu. Hıristiyan aza, Hıristiyanlık yerine, Osmanlılık vasfını, hiç olmazsa Mecliste savunuyordu. Nasıl olsa mahallî nüfusa göre seçilecek azanın ayrıca, kanunda Müslüman-Hıristiyan gibi ayrıntılarla tayinini hoş görmüyordu.

 

Gerçi Osmanlı topluluğu, çeşitli halklar topluluğuydu. Fakat bu topluluk içinde; asker vermeyen, ticaret ve sanayii elinde tutan, şehirlerde Müslümanlarmkine bakarak daha iyi mahallelerde oturan, daha rahat hayat süren Hıristiyanların, bu durumlarından memnun olmaları tabiîydi. Çağın akımı olan ve artık Türkiye'ye de dıştan esmeye başlayan milliyetçilik havasına rağmen, imparatorluğun bu alışılmış topluluktan gelen bir arada yaşamak geleneği, hiç olmazsa bazı bölgelerde henüz ayaktaydı.

 

1876 Anayasası ve buna dayanarak açılan 1877 Umumî Meclisi, bu hava içinde işe başladı.

 

 

(1) Mecelle-i Mebusan Zabıt Ceridesi, Toplayan: Hakkı Tarık Us.

 

 

67

 

Fakat devletin kaderi üzerinde biriktiğini daha önce de işaret ettiğimiz kara bulutlar gittikçe yoğunlaşmaktaydı. Rusya, Avrupa başkentlerince kendi davası lehine etkiler yaratmak çabaları içindeydi. İstanbul konferansının, Hariciye Nazırının biraz da nümayişli ifadeleri ile dağılması, sonra da Sefirlerin İstanbul’u aşikâr kırgınlıklar içinde terkedişleri, belki de iyi olmamıştı. Konferansın, Meşrutiyetin ilânına rağmen çalışmasının sürdürülmesi, hatta bazı ıslahat esasları üzerinde kararlar alınması, belki de daha iyi olurdu. Çünkü Balkanlarda, ciddî, köklü ıslahat tedbirlerine ihtiyaç bulunduğu ve bu tedbirlerin şuurlu bir düşünücüsü olan Mithat Paşanın da sürülmesinden sonra, işin tamamen oluruna bırakıldığı da bir gerçekti. Bu vaziyet, yabancı devlet merkezlerinde, elbette ki Rusya’nın teşebbüslerine yarıyordu. Rusya’nın ekmeğine yağ sürüyordu. Böyle bir vaziyetin yaratılması da elbette ki, Abdülhamit’in diğer bir anlayışsızlığıydı. O Abdülhamit ki, o sırada kendilerine sırt çevirir gibi göründüğü bu Batı devletlerinin, kısa bir zaman sonra, en küçük ilgilerini, âdeta dilenecek hale gelecekti. Ve onun bütün karanlık saltanatı boyunca da bu hali devam edecekti.

 

İstanbul konferansının bir netice almamadan dağılması, elbette ki Rusya’nın işine geliyordu. Bulgaristan’daki isyan hareketleri ise, Mithat Paşanın sürülmesinden sonra yeniden alevlenmişti. İşte bu hava ve bu gelişmeler içindedir ki Rusya 23 nisan İ877’de, yani İstanbul’da Mebusan Meclisinin açılışından daha iki ay geçmeden, Osmanlı devletine harp ilân etti. Rus orduları Eflâk-Buğdan’a (Romanya’ya) girerek, hızla Tuna üzerine yürüdüler...

 

* * *

 

ÇEKİŞMELİ BİR KOMŞULUK VE 1877-878 OSMANLI-RUS HARBİ:

 

Rusya ile komşuluğumuz, daima çekişmeli geçmiştir. Arada ilk büyük çatışma, 1677-1681 harbiyle başlar Ve tarih, aramızda, Birinci Dünya Harbi’ndeki çatışma ile beraber, başlıca 12 Türk-Rus harbi kaydeder. Bütün bu harpler ve neticeleri, Rusya devletinin doğuşu ve yayılışı hareketleriyle ilgilidir.

 

 

68

 

Bu gelişmeyi burada da kısaca belirtmek, Osmanlı-Rus münasebetlerinin akışını canlandırmak bakımından faydalıdır. Çünkü bu hikâye daha sonra, Enver Paşanın baş idarecisi olacağı Birinci Dünya Harbendeki Türk-Rus savaşıyle, onun Asya’daki maceralarına da ışık tutacaktır.

 

Rusya, evvelâ Moskova prensliği şeklinde, ilk çekirdeğini teşkil etti (1300). Bu tarih, Anadolu’da Osmanoğulları’nın istiklâl tarihi olan (1299) ile başabaş düşer. Fakat Anadolu’da bu Osmanoğlu Beyliği kurulurken, Anadolu Türklüğü kendi ardında, Rum Selçuklu Devleti’ne ve o da Büyük Selçuk İmparatorluğu’na dayanıyordu. Osmanlı Beyliği, onların devamıydı. Selçukluların ardında ise Asya tarihinde, ırk bakımından Türk asıllı, çeşitli devletler zinciri vardı.

 

Rus ovasında beliren Moskova prensliğinin ardında ise, daha önceye uzanan Rus veya İslav devletleri yoktu. Bunun için, Rusya’nın tarih sahnesine bir devlet çekirdeği olarak çıkışım, XIV. yüzyıldan daha öncelere götürmek mümkün olmasa gerektir. Moskova prensliği ve Volga (İdil) havalisi ile Rus ovası, o güne kadar, Altınordu devletinin hükümranlığı altında sayılırdı. Moskova prensleri, Altınordu hanlarına tâbiydi. Fakat XV. yüzyıl başında, Timur’un Altınordu hükümdarı Toktamış’ı yenmesinden sonra, bu devlet parçalandı. Kırım, Ejderhan, Kazan, Sibir hanlıkları gibi bölüntülere uğradı. Bu hal, Asya Türklüğünün kaderinde önemli neticeler doğurdu (1). Bu arada Moskova prensliği de, bir süre sonra (1480) de Altınordu ve onun mirasçılarının nüfuzundan kurtuldu. Moskova prensi III. İvan (1462-1505), Fatih’in İstanbul’u almasından sonra, son Bizans imparatorunun yeğeni Sofiya ile evlendi. Bizansm mirasçısı ve Ortodoksluğun koruyucusu tavrını takındı. Bu zihniyet, Rusya Çarlığının siyasetine daima hâkim olmuştur. İvan’ m haleflerinden Korkunç İvan (1547-1584), Kazan ve Ejderhan hanlıklarını ortadan kaldırınca, Rusya fiilen büyk bir devlet olarak meydana çıktı. 1654’te, ve o zamana kadar Osmanlı himayesinde sayılan bütün Ukrayna, Moskova’nın eline geçti.

 

 

(1) A. Y. Yukavleski: Altınordunun Çöküşü.

 

 

69

 

İşte bu mesele yüzünden, Osmanlı devleti ile Rusya arasında ilk büyük harp patlak verdi (1677-1681). Altınordu'dan son kalan Kırım hanlığı 1475'te Osmanlı himayesine girdi. Bu da bir sıra harpleri davet etti. 1699 Karlofça Muahedesi, Osmanlı devletinin gerilemeye başlaması tarihi olarak alınır. Rusya ise o tarihlerde, Deli Petro veya Büyük Petro (1682-1725) devrinde, önemli terakkiler kaydeder, ikinci Katerina, yahut Büyük Katerina (1762-1795) Rusya için yeni genişlemeler sağlar. Kuzey Kafkasya Ruslar eline geçer. Güneyde İran Rusya' ya yenilir. Aramızdaki 1768-1771 harbi de Ruslar lehine sonuçlanır. Ve Kırım, evvelâ bağımsız tanınır. Ama 1783'te fiilen Rusların eline düşer. Böylece Altınordu hanlıklarının Avrupa Rusyası kısmı ortadan silinir. 1778-1792 muharebesinde ise Ruslar, Kars ve Erzurum'u işgal ederler. Gerçi bazı tavizlerle buraları kurtarılır. Ama Güney Kafkasya hanlıkları artık Rusların hükmü altına girmiştir. Mısır valisi Mehmet Ali Paşanın Sultan Mahmut devrinde, ordusuna Anadolu’nun mühim kısımlarını işgal ettirmesi, Mısır ordularının Kütahya'ya kadar gelmesi ve hatta Osmanlı hanedanının sonu görünür gibi olması, Sultan Mahmut'u Rusya'dan asker yardımı istemek zorunda bırakır. Beykoz çayırına Ruslar ordugâh kurarlar. Ve Hünkâr İskelesi anlaşması ile Osmanlı devleti, Rusya'dan bir nevi himaye kabul etmek durumunda kalır. Fakat Rusya ile harpler bitmez.

 

1853-1856 Kırım harbinde Osmanlı devleti, Avrupalı müttefikleri ile beraber yürüttüğü Sivastopol muharebesinden, gerçi galip çıkar. Ama bundan bir fayda sağlayamaz. Osmanlı donanmasını ise Ruslar, biri Çeşme'de, diğeri Sinop'ta olmak üzere iki defa yaktıkları için Türkiye, Bahrî kuvvetini de kaybeder. Nihayet 1877-1878 harbi, gene Rusların «İslav kardeşlerini koruma ve Ortodoksluğa yardım», hatta bütün Hıristiyanların korunması gibi sloganlarla açılır. Ve harbin sonu, Osmanlı devletinin yenilmesi, Romanya, Bulgaristan'ın işgali ve Edirne’yi de alan Rusların, İstanbul'un bir kenar mahallesi olan Ayastafanos'a (Yeşilköy) kadar gelmeleriyle sonuçlanır...

 

* * *

 

 

70

 

DEVLET DAĞILABİLİRDİ!

 

Yukardaki kronolojik zincirleme ile şu kadarını belirtmek istedik ki, bu harp, bundan önceki harplerin bir devamıdır. Ve Rus imparatorluğunun, Rus Geopolitiğinin, tarihî inkişaf hamlelerinden biridir. XIX. yüzyıl ki, Rusya’nın Avrupa’ya ve Asya’ya açılışı demektir. Napolyon harplerindeki geçici yenilgiye rağmen bu açılma ve genişleme, her iki yönde arızasız devam etti. XIX. yüzyılın ikinci yarısında ve hemen aynı yıllarda, Rus nüfuzu, bir taraftan Balkan yarımadasında güçlenirken, diğer taraftan Orta Asya istilâsı tamamlandı. Ve Rusya, Pamir’de İngiliz-Hint imparatorluğu ve Uzakdoğuda Çin sınırları ile Japon denizine ulaştı.

 

Aynı yüzyılda Rusya’nın, ekonomi, teknik ve hele güzel sanatlar, inşa işleriyle, orta ve üst tabakada hayatın Garplılaşması bakımından Avrupa’ya intibakını ayrıca kaydetmeliyiz. Toprak köleliğinin 1860’lara kadar devam etmesi ve Orta Asya ile Kafkasya halklarının istiklâllerini kaybetmeleri gibi menfi faktörleri tabiî gözden uzak tutmamak kaydı ile.

 

Halbuki XIX. yüzyıl Osmanlı imparatorluğu için, yüzeyde kalan, siyasetini, fikriyatını ve dünya görüşünü vermeyen Tanzimat tecrübesine rağmen, tam bir çöküş ve yarı sömürgeleşme asrı oldu. İmparatorluğun hem eczası arasındaki bağıntılar gevşedi veya koptu. Hem sosyal yapıda, bir taraftan eski toprak hukukunun ortadan kalkması, yerine yenisinin yerleştirilmesi yüzünden ayrıca güçlenen âyan, eşraf saltanatı aldı, yürüdü. Yerli sanayi tasfiyeye uğradı. Azınlıklar Batı ticaretinde aracılığı ellerine alarak yeni bir komprador sınıfı teşekkül etti. İstikrazların artışı ve yabancı malî sermayenin kontrolü ele alışı, Düyun-u Umumiye idaresinin kuruluşu, bilhassa Türk nüfusu aleyhine, tam bir çöküntü oldu.

 

Hele 1877-1878 harbi neticesinde Osmanlı imparatorluğu, Yeşilköy’de karargâh kuran Rus ordusu karşısında, tarihinin en buhranlı günlerini yaşadı. Eğer Rus ordusu İstanbul’a girip, Çanakkale ve İstanbul Boğazlarını da kapasaydı, Rusya’ yı bu noktalardan sökecek kara kuvvetini Avrupa devletleri acaba seferber edebilirler miydi? Bu takdirde neler olabilirdi?

 

 

71

 

Bu soruların cevapları, kesin aydınlığa kavuşmamış ihtimaller şeklinde, tarihin derinliklerinde gömülü kalacaktır. Gerçi Rusya’nın Balkanlara inişinden, evvelâ Avusturya-Macaristan imparatorluğu tedirgindi. Almanya, elbette ki bu genişlemeden kuşkudaydı. Kırım harbinde Osmanlıların müttefikleri olan İngiltere ve Fransa da telâş içindeydiler. Hata İstanbul limanına bazı İngiliz harp gemileri geldi. İtalya ise, henüz büyük bir güç sayılmayabilirdi. Ama iki ihtimalden biri ortadaydı; Rusya, ya bu devletlerin, Türkiye’nin genel taksimini henüz vakitsiz saydıkları için gösterdikleri siyasî baskıya ve deniz gösterilerine bakarak İstanbul kapılarından geri çekilecekti. Yahut da, Balkanlarla İstanbul’da bir olup bittiyi kabul ederlerse, merkezî ve Batı Avrupa büyük devletleri de, Hasta Adam’ m ölüm çanlarının artık çaldığını görerek, her biri, çoktan beri nüfuz bölgesi saydıkları, gözlerine kestirdikleri bölgelere saldıracaklardı. Bu takdirde Irak, Suriye, Doğu Anadolu gibi bölgeler de devletten koparak, Osmanlı devletinin bir imparatorluk olarak sonu gelecekti. Devlet dağılabilecekti. O sırada bu ihtimal, devletin başında bir Demokles kılıcı gibi sallanıp duruyordu.

 

Fakat olaylar, birinci ihtimal istikametinde gelişmeye yüz tuttu. Evvelâ Abdülhamit, Ruslarla Ayastafanos’ta bir antlaşma imzalattı. Yeşilköy’e dayanan Rus grandükünün gönlünü hoş etmek için, ona ziyafetler tertibini istedi. Saraydan altın, gümüş kaplar, billur takımlar ve en nefis yemekler göndermek tertiplerine baş vurdu. Fakat son devlet adamları, bu kara yenilgi içinde, bu kapları, billurları saraya iade etmek haysiyetini gösterdiler. Ama imzalanan mütareke ve onu takip eden muahede ağırdı. Kaldı ki Abdülhamit bu neticeyi bile, Beylerbeyi Sarayı’nda, galiplere bir ziyafet vermekle kutladı. Zaten işlerin nereye varacağı daha Edirne’de imzalanan mütarekeyle belli olmuştu. Şimdi biz, bu' sonuca varan gelişmeler üzerinde durmalıyız.

 

* * *

 

 

72

 

HARİTADAN ANLAMAYAN BİR PADİŞAH VE SARAYDAN İDARE EDİLEN MUHAREBELER:

 

1877-1878 Osmanlı-Rus harbinin askerî gelişmelerinin ayrıntılı incelenmesi, bu kitabın konusu değildir. Fakat Edirne Mütarekesi ile Ayastafanos (Yeşilköy) Antlaşmasına çıkan yolu ve şartları kısaca belirtmezsek, bu sonuçların düğümünü çözemeyiz:

 

Evvelâ şunu kaydedelim: 1877-1878 muharebelerinde Osmanlı kumandanları ile Osmanlı askeri, kendi yetersizliklerinden gelen bir bozguna, hiç bir yerde uğramadılar. Kumandanlar, çoğunlukla iyi, cesur ve işlerinde ehildiler. Asker, yiğitçe harp etti. Ordu, yer yer muzafferiyetler de kazandı. Hatta yalnız bu harbin değil, çağın da en şanlı direniş örneği olan Plevne muharebeleri, bu savaşların hikâyeleri içindedir.

 

Sonra, muharebe başlarken, harp meydanında karşılaşan ordulardan Osmanlı ordusu, karşısındaki düşmana nazaran, ne sayı, ne silâh ve top gücü bakımından daha aşağı değildi (1). Abdülhamit’e Sultan Aziz, iyi bir ordu ve güçlü bir donanma devretmişti. Fakat buna rağmen ordu, mağlup oldu. Ve bunun, bütün askerî tarih uzmanlarınca kabul edilen baş sebebi, muharebelerin saray paşaları ile ve harp meydanlarından değil, saraydan idareye kalkışılması hatasıydı. Padişah, bütün hareketleri saraydan değerlendirmek, ona göre saraydan emirler vermek, stratejik ve taktik manevraları saraydan düzenlemek ve bunları, o zamanın tek telgraf hattı ile yolsuz Balkanlarda ordulara ulaştırmak gibi korkunç bir hata içindeydi. Halbuki padişah, bütün saray şehzadeleri gibi, ciddî bir tahsil görmemişti. Amcası Abdülaziz’le seyahatinden başka, İstanbul'dan ayrılmamıştı. Memleket ve mesafe hakkında hiç bir fikri yoktu. Cuma selâmlıklarındaki merasim bölüklerinden başka askerî birlik görmemişti. Harita okumayı ve onu değerlendirmeyi bilmiyordu. Ama buna rağmen, hepsi de ordularının başında bulunan ve her an değişen vaziyetleri harp sahalarında değerlendirmek mevkiinde olan Türk kumandanlarına, saraydan emirler vermekte ısrar ediyordu.

 

 

(1) Keçecizade İzzet Fuat Paşa: Les Occasions Perdues.

 

 

73

 

Bu emirler yerlerine bazen, üç gün, beş gün, hatta sekiz gün sonra gibi gecikmelerle varıyordu. Bu arada karşılıklı vaziyetler ve gerekli hareket şartları değişmiş oluyordu (1). Hulâsa, 1877-1878 Osmanlı-Rus harbinde Türk ordusunu, Ruslardan ziyade, sarayın ve Abdülhamit’in bilgisizliği, inadı ve vehmi yendi. Yerinde görülmeyen, sahası bilinmeyen, karşılıklı kuvvetler ve vaziyetler hakkında dakikası dakikasına bilgi edinilemeyen bir harp meydanını, 600 kilometre geride bir sarayın duvarları ardından idare etmenin akıbeti, başka ne türlü olabilirdi...

 

Şimdi biraz da, gelişmelerin kronolojisini özetlemeden önce, bu harbin, Osmanlı Mebusan Meclisinde yarattığı havaya kısaca değinmeliyiz.

 

* * *

 

OSMANLILAR KONUŞUYOR!

 

Mebusan Meclisi, Rusya'nın devlete harp ilân ettiğini, 25 nisan 1877 (13 nisan 1293) tarihindeki 21'inci içtimaında öğrendi. Ve bu harp, o günden sonra bizde, 93 Harbi olarak anıldı. Bu toplantıyı ye bu haberi kaydederken, evvelâ bir tarihî şanssızlığı hemen belirtmeliyiz. Bu şanssızlık şudur: Tanzimattan beri beklenen yeni nizamın temelinde, Osmanlı halkları arasında eşitlik, can ve mal emniyeti, bütçe kontrolü ve İktisadî kalkınma gibi ilkelere dayanan bir Osmanlılık mefkûresi (ülkü) yatıyordu. Genç Osmanlılarda Meşrutiyet ideali şeklinde ifadesini bulan bu nizam yolunda, nihayet bir aşama-ya varılmıştı. Başta Mithat Paşa olmak üzere, birkaç idealistin ısrarlı çabaları sonunda, Meşrutiyet ilân edilebilmişti. Buna dayanarak ilk Mebusan Meclisi açılmıştı. Meclis, ilk toplantılarından başlayarak, vekarlı ve haysiyetli bir disiplin içinde, o devrin ülküleri diyebileceğimiz istikamette, ümitli bir çalışmaya girişmişti.

 

 

(1) Bu konuda, meselâ, Şıpka kahramanı Süleyman Paşanın hatıralarında Umdet-ül Hakâyık ve Süleyman Paşa muhakemesine ait ciltlerde, açık belgeler vardır (Süleyman Paşanın oğlu Sami Bey tarafından toplanmış ve Genelkurmay tarafından 1928’de bastırılmıştır).

 

 

74

 

Gerçi bu ülkünün büyük mücahidi Mithat Paşa ve ideal arkadaşlarının, daha Meclis açılmadan İstanbul'dan sürülmüş olmalarına ve Meclisin geleceği, güvenilmez bir padişahın iradesine bağlı kalmasına rağmen, başlangıç cesaret verici görünüyordu.

 

Fakat ne var ki, Meclisin açılışından 49 gün sonra ve henüz 21'inci toplantıda bu Meclis, sonu karanlık bir harp ile karşılaşıyordu. Harp ki, evvelâ olağanüstü hal demektir. Bu olağanüstü hal içinde Meclis nasıl çalışacaktı? Nelerle karşılaşacaktı? Harp, nasıl gelişecekti? Nasıl bitecekti? Ve padişahın tutumu ne olacaktı? Evet, Birinci Meşrutiyet için, evvelâ Mithat Paşa gibi büyük bir devlet adamının sahneden uzaklaştırıldı, sonra Abdülhamit gibi, daha neler yapacağı belirsiz bir insanın devletin başında oluşu ve nihayet 1876 harbi gibi bir fırtınanın birden patlaması, hakikaten büyük şanssızlıktı.

 

O gün Meclis, Ahmet Vefik Paşanın reisliğinde toplanmıştı. Toplantı açılınca, Petersburg Sefaretinden gelen 24 nisan 1877 tarihli telgraf okundu (1). Telgraf, Rusya'nın Osmanlı devletine harp ilânını bildiriyordu. Meclis bu haberi, 1877 Osmanlı Mebusan Meclisine has olan, sakin ve vekarlı bir hava içinde karşıladı. Haber elbette endişe uyandırıcıydı. Daha ilk adımlarına başlayan Meşrutiyet nizamı için de tehlikeli sonuçlar doğurabilirdi.

 

Harp halinin haber verildiği 25 nisan 1877 toplantısında Mecliste, harp konusu üzerinde, yalnız bir konuşma yapıldı. Hocalardan, İstanbul Mebusu Haşan Fehmi Efendi söz aldı. Rusya'nın, yalnız Osmanlılığın değil, bütün medeniyet âleminin kuvvetli bir düşmanı olduğuna işaret ederek, bu devletin Osmanlı vatanına tecavüz ettiğini belirtti. Rusya'nın bir buçuk yıldan beri (2) buna vesileler aradığını ve Avrupa efkârını da aleyhimize tahrike çalıştığını kaydetti.

 

 

(1) O sırada Petersburg’ta Osmanlı Sefiri yoktu ve Sefareti, Tevfik Bey (Daha sonra sadrazam ve son Osmanlı sadrazamı) temsil ediyordu.

 

(2) Daha önce işaret ettiğimiz Balkan isyanlarına işaret ediyor.

 

 

75

 

Bu saldırının meşru olmadiğinı, doğru sebeplere dayanmadığını ve hakkın ergeç galip geleceğine inandığını söyledi.

 

Sonra Rusya’nın şimdiye kadar, Osmanlı vatandaşlarından yalnız bir kısmının (yani, Balkan Ortodoks İslavlarının) koruyuculuğu davasmdayken, şimdi bütün Hıristiyan Osmanlıların koruyucusu rolünü takındığına değindi. Halbuki Osmanlı ülkesindeki bütün Hıristiyanların, Rusya’da yaşayan birçok akvamdan daha rahatsız durumda olmadıklarına işarette bulundu. Ondan sonra da, böyle haksızlığı aşikâr olan bir saldırı karşısında sessiz ve hareketsiz kalmanın «Osmanlılar gibi âlicenap, kahraman tabiatlı, yiğit yaratılmış bir halka yakışmayacağını» belirterek, buna karşı koymak için gereken bütün tedbirlerin alınacağına ve milletin, padişahın etrafında toplanacağına inandığını kaydetti.

 

Hasan Fehmi Efendiden sonra Meclis o gün, normal müzakerelerine devam etti. Gündemde Matbuat Kanunu (Basın Kanunu) vardı. Konuşmalar bu kanun üzerinde ve sükûnetle yürüdü. Harp üstündeki müzakerelere ertesi gün geçildi. Hatipler daha ziyade Hıristiyan mebuslardı. Bu konuşmalardan önce, Selânik, Edirne, Sofya, Tuna seçim dairelerinin Hıristiyan mebuslarının bir beyannamesi okundu. Bunu Sırplarla meskûn bölgelerin Sırp mebuslarının beyannamesi takip etti. Daha sonra Trabzon, Sivas, Suriye vilâyetleri Hıristiyan mebuslarının beyannamesi de aynı şekilde okutuldu. Bunların ve bunlara benzer beyanların hepsi, Rus saldırısını yeren ve Osmanlılık topluluğu içinde menfaat birliğini güden sadakat bildirileriydi. Sonra ayrı ayrı Hıristiyan mebuslar da konuştular. Arap, Arnavut mebusları da bunlara katıldılar. Meselâ Erzurum Ermeni mebuslarından Hamazasp Efendi, özetle şöyle konuştu:

 

«Senelerden beri Rusya, Hıristiyanları korumak vesile ve hilesiyle meydana çıkmıştır. Giriştiği desiseler malumdur. Fakat biz Hıristiyanlar, halimizden memnun olup, asla himayeye ihtiyacımız yoktur. Şu kadarını beyan edeyim ki, Ermeni milleti, 500 seneden beri Osmanlı devletinde, tam bir himaye ve asayiş görmüştür.

 

 

76

 

Ben, Erzurum mebusu, bir Ermeniyim. Bundan 48 yıl önce (1) bin türlü hile ile kandırılıp Rusya'ya göçertilen 100.000 Ermeni, orada hakikati gördükten sonra, tekrar anavatana dönmek mecburiyetinde kaldılar. Ve burada yeniden, şefkat ve himaye görmüşlerdir. Ben, Osmanlı devleti denilen bir babanın evlâdıyım ki, şimdi bu Mecliste, millet mebusluğu sıfatı ile şereflenmiş bulunuyorum.

 

Simdi Erzurum'da Ermeniler, her türlü mal fedakârlığında bulundukları gibi, Ermeni gençleri de Müslüman kardeşleriyle beraber, silâh elde taburlar teşkil etmekte ve müşterek düşmana karşı koşmaktadırlar.»

 

 

Edirne mebusu Rupen Efendi (Ermeni) ise, Edirne vilâyetindeki Ermeni nüfusuna bakılırsa, kendisinin burada hatta mebus olarak bulunması bile mümkün olmayacağını ve fakat devletin İslâm-Hıristiyan farkı gözetmeksizin, bunları bu sıralarda bir arada bulundurmak gibi yüksek siyasetinin eseri olarak kendisine Meclise gelmek imkânı verildiğini işaret etti. Diğer arkadaşlarının görüş ve temennilerine katıldı.

 

Sonra Mecliste müzakereler, hararetli sadakat gösterileri halini aldı. Gerçi Osmanlılık, artık kağşamıştı. Devlet yapısı sarsılmıştı. Millî cereyanlar yer yer kuvvetlenmişti. Yunanistan istiklâli, Sırp, Romen imtiyazları ile başlayan mukadder gelişmeler elbette hükmünü yürütecekti. Ama buna rağmen, görünen şuydu ki, eğer Abdülhamit Meşrutiyeti, daha ilk emeklemelerinde boğmayıp, az sonra Meclisi de kapatmasaydı, Osmanlı camiasında gelişmeler, çağımızın İngiliz imparatorluğunda olduğu gibi, belki de daha tekâmülcü bir istikamette yürüyebilirdi. Meselâ, muhtar idareler istikametinde. Bu yolun sonu, elbette ki gene millî istiklâllere varacaktı. Ama bu istiklâller, meselâ Birinci Dünya Harbinden sonra Güneydeki Arap ülkelerinde olduğu gibi, daha ilk günden yabancı kontroller ve manda idareleri haline düşmeyebilirdi (2).

 

 

(1) 1828-1829 Osmanlı-Rus harbi sırasında.

 

(2) Nitekim Abdülhamit devri ve hatta İkinci Meşrutiyet sırasında Arap aydınlarının hareket sloganları, imparatorluktan derhal kopmadan, muhtar mahallî idareler istikametindeydi (1902 Paris Kongresi).

 

 

77

 

Mebusan Meclisi üstündeki bu kısa özetlemeleri şununla bitirelim. Harbin başlamasından bir süre sonra ve harbin içinde Abdülhamit, 13 şubat 1878’de Meclisleri, süresiz olarak kapattı. Halbuki Kanun-u Esasi, padişaha, Meclisi ancak belirli bir süre sonra yeniden toplamak üzere dağıtmak hakkını veriyordu. Meşrutiyetin kurucusu Mithat Paşanın sürgün edilişinden sonra, padişahın ikinci darbesi bu oldu. Abdülhamit’in istibdat Devri denilen Mutlakiyet İdaresi, 13 şubat 1878’de böyle başladı. Fakat diğer taraftan felâketler çarkı işliyordu. Daha üstün askerî kuvvete, daha yiğit orduya ve içinde Gazi Osman Paşa, Şıpka kahramanı Müşir Süleyman Paşa gibi kudretli kumandanların bulunduğu kadrosuna rağmen, okuma yazması kıt, harita okumasını bilmeyen bir padişahın saraydan idareye kalkıştığı bu harp, ordunun bütün çabalarına rağmen, kaybedildi. 24 nisan 1877’de başlayan muharebeler, daha yılını doldurmadan, karşı tarafın zaferiyle sonuçlandı. 3 mart 1878’de Osmanlı devleti, hem de İstanbul’un mahallesi demek olan Ayastafanos’a (Yeşilköy) yerleşmiş Rus karargâhında «Ayastafanos Antlaşması» ile, yenilgiyi ve ülkenin nice değerli parçalarının kaybını kabul etti. Padişah, bu neticeden bile memnundu. Osmanlı Hariciye Nazırı Saffet Paşa, Antlaşmanın altına imzasını atarken, teessürünü gizlemeye dahi lüzum görmeden hüngür hüngür ağlıyordu...

 

* * *

 

YENİĞİNİN HİKÂYESİ:

 

Nasıl oldu da Rus ordusu, 11 ay içinde, Basarabya’da Prut nehri kıyısından, İstanbul kapısına kadar geldi? Osmanlı ordusu bu kadar mı güçsüz, yetersizdi? Elbette değil, işin askerî hikâyesi ise basittir:

 

Savaşların iki cephe üzerinde cereyan etmesi gerekiyordu. Birinci ve en önemli cephe Balkanlarda Bulgaristan’dı. Savaşların kaderi burada belli olacaktı, ikinci cephe, Şark cephesiydi. Yani, Kars yaylası. Burada Rusların hedefi Erzurum’a varmaktı. Fakat Şarktaki hareketlerin son neticeye tesiri ikinci derecedeydi.

 

 

78

 

Ruslar; harbin ilânı ile beraber, yani 24 nisan 1877’de Romanya arazisine girdiler. Daha önce de kaydedildiği gibi, Romanya, gerçi Osmanlı padişahlığının hukukî hükümranlığı altındaydı. Ama prenslikle idare ediliyordu. Prenslerin tayininde padişahın oyu alınırdı. Fakat memleket Osmanlı askerî idaresi altında değildi. Kaldı ki prens, Rus ordusuyle hemen işbirliğine girişti. Fiilen harbe katıldı. Böylece, zaten Osmanlı askeri bulunmayan Romanya topraklarını Ruslar hızla geçerek Tuna kıyısına geldiler. Tuna’yı da Zimnice’de kolaylıkla geçtiler (22 haziran 1877). Harp artık Bulgaristan arazisine intikal etmiş bulunuyordu. Bu arazi ise o zaman, Osmanlı ülkesinin bir parçasıydı. Büyük kısmı ile Tuna valiliği olarak idare ediliyordu.

 

Zimnice’den (Niğbolu ve Rusçuk arasında) Tuna’yı geçen Ruslar, Ziştovi’ye ulaşınca, Türkler Tırnova’ya çekilmek zorunda kaldılar. Halbuki Tuna güney kıyılarındaki Rus köprü başları, karşı hücumlarla işgal edilebilirdi. Düşman Tuna’ya dökülebilirdi, orada mıhlanıp kalabilirdi. Ama kumandanların karar yetkisi yoktu. Daha önce de kaydettiğimiz gibi, saraydan gelen emirler, günlerce gecikmelerden sonra cepheye ulaştığı zaman, cephe vaziyetleri tamamıyle değişmiş oluyordu. Rus çarı, daha Ziştovi’de cepheye yetişti. Çar ve kumandanlar, tam cephe hattı üzerinde çalışıyorlardı. Kararlarını ona göre veriyorlardı. Abdülhamit’in harbi idareye çalıştığı sarayın pencerelerinden ise, yalnız Boğaziçi ve Çamlıca tepeleri görünüyordu!

 

Kaldı ki Ruslar, aslî kuvvetlerle tek hat üzerinde çarpışıyorlardı. Türk ordusu ise, Yunanistan, Karadağ, Sırbistan sınırları ile, bütün Tuna kıyılarına ve İç Bulgaristan’a yayılmak zorundaydı. Hulâsa vaziyet gittikçe zorlaşıyordu. Başkumandan Abdülkerim Paşaydı. Düşmanın esas ilerleme cephesini Ahmet Eyüp Paşa kapatmaya çalışıyordu. Serasker, İstanbul’dan ayrılamıyordu. Cephe teftişleri yapamıyordu. Çünkü buna padişah izin vermiyordu. Bu şartlar altında olumsuz neticeler birer birer meydana çıkınca, Osmanlı Mebusan Meclisi âdeta şahlandı. Fakat bu da Abdülhamit’in sinirlerini bozuyordu.

 

 

79

 

Nitekim bir süre sonra Abdülhamit, bu Meclisi kapatmakla, hem Meşrutiyetten, hem Meclisten intikamını alacaktı. Ama sarayın bu müdaheleleri ve fena idaresiyle işler, elbette ki, daha da kötüye gidecekti. Nitekim öyle oldu.

 

Kumandanının daha serbest hareket imkânı bulduğu Doğu cephesinde ise, hareketler Rusların lehine gitmiyordu. Fakat netice, Rumeli’de alınacaktı. Balkanlarda ise işler iyi gitmiyordu. Nitekim Balkanların kuzeyinde Tırnova’yı da zapteden Ruslar, Balkan dağlarına ve bu dağların ana geçidi olan Şıpka’ya dayandılar. Türk mukavemeti burada sert oldu. Ama harekâtını bir türlü merkezleştiremeyen ve bir merkezî kumandadan mahrum olan Türk ordusu, sonunda yenildi. Ruslar 12 temmuzda Hain Boğazı ve 17 temmuzda, Balkanların güneyine ve Şıpka’nın güney ağzına düşen Kızanlık’ı aldılar. Artık Edirne yolu da açılmıştı.

 

Böylece, 22 temmuzda Eski Zağra düştü. Yeni Zağra’ya saldırıldı. Fakat Karadağ cephesinde ve Ege denizi üzerinden yetişen Süleyman Paşa kuvvetleri burasını kurtardılar. Balkanların güneyine geçen Ruslar, ağustos içinde kuzeye püskürtüldüler (21 ağustos). Süleyman Paşa, Balkan ve Şıpka geçitlerine saldırdı. Bu muharebeler, 1877-1878 harbinin Türkler hesabına büyük ve kahramanca hareketleridir. Kuzey Bulgaristan’ da Rusların sardığı Plevne kalesinde Osman Paşa, şiddetle dayanıyordu. Eğer saray, işi kumandanlarına bıraksa, Bulgaristan belki de kurtarılabilirdi. Süleyman Paşa yalnız Şıpka geçidinde 7.000 şehit vermişti. Plevne’ye yetişmek için saraydan istediği takviye kuvvetleri ise kendisine verilmedi. Buna rağmen Süleyman Paşa, Balkanların o bölgesinde, Şıpka geçidi zirvesi olan St. Nikola dağını zapta muvaffak oldu. Önünde Kuzey Bulgaristan yolları açılmıştı. Ama ne çare ki kuvvetleri eriyordu. Beklenilen takviye birlikleri yetişmediği gibi, kıtalar arasında da bir türlü işbirliği de sağlanamadı. Bu yüzden St. Nikola dağında Osmanlı bayrağı ancak bir gece dalgalanbildi. Ertesi gün, yıpranmış ve takviye alamamış olan Süleyman Paşa kuvvetleri üzerine karşı hücuma geçen Ruslar, Süleyman Paşayı geriye attılar. Düşman, bir taraftan da Güneyde Lofça’ya girdi.

 

 

80

 

Ve o zaman Kuzey Bulgaristan’da tek, fakat her türlü irtibattan mahrum kalmış olarak, yalnız Plevne kalesi dayanmakta bulunuyordu. O Plevne dayanışı ki, geçen asrın, benzeri olmayan bir karar, cesaret ve yiğitlik menkıbesidir. Ama Plevne, Kuzey Bulgaristan’a düşerdi. Güneyde Balkan geçitleri ve bilhassa Şıpka kapandıktan sonraki direniş, artık bir vazife ve şeref işi olmuştu. Kaledeki askerlerin kumandanı Gazi Osman Paşa, bu şeref vazifesini sonuna kadar yaptı. Hem de kaleyi çeviren 125.000 kişilik Rus ordusu ile Romen kıtalarına nice başarısızlıklar kaydettirerek, nice kayıplar verdirerek...

 

27 kasımda Plevne’de, artık hiç yiyecek kalmamış gibiydi. Kış şiddetliydi. Ne ilâç, ne sargı kalmıştı.. Aralık başında askere günde, ancak 50 gram kadar ekmek ve bir avuç bulgur verilebiliyordu. Asker mevcudu da 40.000 kişiye inmişti. 10 aralık 1877’de Osman Paşa, askerlerinin başında, son hücuma girişti. Bu arada bir mermi Osman Paşanın atını öldürdü. Osman Paşa da yaralandı. Ve onun yarasının sarıldığı eve kadar giren Rus kumandanı, ona teslimden başka çare kalmadığını söyledi. Paşa, kılıcını teslim etti. Fakat o sırada yetişen Rus başkumandanı Grandük Nikola, Paşaya kılıcını iade etti. Ve Osman Paşayı gösterdiği askerî kudretten dolayı tebrik etti. O sırada orada bulunan General Safarof, duygularını şöyle açıklar:

 

«Osman Paşa büyük bir kumandandır. Muzaffer bir kumandandır. Teslim olmuş olmasına rağmen, muzaffer bir kumandan sayılacaktır.»

 

Teslim sahnesini çeviren Rus subay ve askerleri, Paşayı hep bir ağızdan, «Bravo! Hurra!..» seleriyle alkışlıyorlardı. Daha sonra bizzat Çar Aleksandr da Osman Paşayı hararetle tebrik etti. Onu övdü. Kılıcını, üniformasını taşıyacağını söyledi. Ama Şıpka’nın yeniden kaybı ve Plevne’nin de düşmesiyle, harbin sonu artık belli olmuştu. Sırplar ve Karadağlılar da artık başarılar kaydediyorlardı. Sofya ve diğer şehirler art arda kaybedildikten sonra, 20 ocak 1878’de Ruslar, Edirne’ye girdiler. Ve padişah 8 ocak 1878’de, Rauf Paşayı Ruslardan mütareke istemeye memur etti.

 

 

81

 

Mütareke 27 ocakta Edirne’de imzalanmış bulunuyordu.

 

Bu mütareke şartlarına göredir ki Rus Ordusu Başkumandanı Grandük Nikola, karargâhını İstanbul kapısında (Yeşilköy’de) kurdu. Artık her şey bitmişti. Ruslarla «Ayastafanos Muahedesi» denilen meşum antlaşma, 3 mart 1878’de orada imzalandı. Harp kaybedilmişti...

 

Öyle denebilir ki, bu netice, Rus ordusu ile Sultan ikinci Abdülhamit’in, Osmanlı ordusu ve Osmanlı devleti aleyhine, müşterek gayretleri ile meydana geldi.

 

Birinci Meşrutiyetin ve Osmanlı Mebusan Meclisinin ömürleri ise, daha önce de kaydettiğimiz gibi, daha harp içinde, gene Abdülhamit’in bir iradesiyle, zaten sona ermişti...

 

* * *

 

AYASTAFANOS MUAHEDESİ NELER GETİRİYORDU?

 

Çar, muzaffer olmuştu. Hasta Adam denilen Osmanlı imparatorluğu, hakikaten hasta ve mecalsiz, onun ayakları dibinde yatıyordu. Grandük Nikola bu anın hatırası olarak Yeşilköy’de (Ayastafanos) klasik Rus tipinde büyük bir kilisenin kurulacağı yeri eliyle tayin etti (1). Bu kilisenin bir eşi de, Şıpka geçidinin güneye bakan yamacında yapılacaktı. Bu geçidin zirvesindeki St. Nikola (Aya Nikola) dağına da, büyük zafer anıtı dikilecekti (2). Hulâsa, Abdülhamit’in:

 

«Her ne teklif ederlerse, kabul edin.»

 

diye emir verdiği ve kayıtsız şartsız sulh isteyen Osmanlı devleti, Ayastafanos’ta sulh müzakereleri masasına otururken, yenilgi tamdı.

 

Düşman, işlerini çabuk tuttu. 27 ocak Edirne mütarekesinin üstünden daha bir hafta geçmeden, Ayastafanos’ta sulh muahedesi imzalanmış bulunuyordu. Müzakereleri bu kadar kısa bir zamana sığdırılan bir muahede, tarihte pek azdır.

 

 

(1) Birinci Dünya Savaşma girerken yıktırılan bu kilisenin temelleri hâlâ durur.

 

(2) Bu kilise ve anıt, şimdi gene yerlerinde dururlar.

 

 

82

 

Zira Ayastafanos konuşmaları, bir müzakere değil, bir dikta idi. Yenenin yenilene sert, kesin diktası. Çünkü Rusların endişesi, Avrupa devletlerinin işe karışmasıydı. Abdülhamit’in önünde ise, Rusların, herhangi bir anda ve bir daha çıkmamak üzere İstanbul’a işgali tehlikesi vardı. Eğer Çar, karar verirse böyle bir işgal, ancak birkaç saatlik bir mesele olarak görünüyordu. O zaman artık, yalnız devlet yenilmiş olmayacak, padişah da sarayında düşmana esir düşecekti. Hulâsa bu harp Osmanlı devletinin sonu olabilirdi.

 

Devlet, Ayastafanos Muahedesi’ni, ona imza koyan Saffet Paşanın göz yaşları arasında, fakat gözü kapalı kabul etti. Ve Rumeli’de kurtarılmış gibi görünen yerler ve haklar, daha ziyade düşmanın birer atıfeti olarak bize verilmiş gibiydi. Abdülhamit antlaşmayı, Beylerbeyi Sarayı’nda, Rus Orduları Başkumandanı ile ordu yüksek mensuplarına ve diplomatlara verdiği ziyafetle kutladı. Bu ziyafete, kendisi de katıldı.

 

Ayastafanos Antlaşması, 29 bent (madde) üzerine düzenlenmişti. Bu muahedeye göre; Balkanlarda Romanya, Sırbistan ve Karadağ, tam bağımsızlığa kavuşuyorlardı. Karadağ’ın sınırları genişletiliyordu. Edirne ve Selanik Türklerde kalmak üzere, Üsküp’ü, Manastır’ı, Ohri’yi ve Tesalya’da Yenişehri de içine alan bir büyük Bulgaristan kuruluyordu. Batum, Kars, Ardahan, Ruslara terkediliyordu. Ayrıca 30.000.000 altın tazminat ödenmesi kabul ediliyordu. İranlılara bile Hotur ve civarı terkedilmekteydi. Hulâsa Balkanlar parçalanıyordu. Osmanlı devleti artık, bir Tuna ve Balkan devleti olmaktan fiilen çıkıyordu. Güney Kafkas sancaklarından da çekiliyordu. Ordunun bütün gayretine ve yiğitliğine, Plevne ve Şıpka muharebelerinin şerefli hatıralarına rağmen, Abdülhamit, bir saray idaresizliğinin bedelini devlete, hakikaten ağır ve pahalı ödetiyordu.

 

* * *

 

ÖMÜRSÜZ BİR MUAHEDE VE BERLİN ANTLAŞMASI:

 

Fakat Avrupa kaynıyordu. Rusların hızlı ve çok kazançlı başarılarını kıskanan Avrupa büyük devletleri, harekete geçiyorlardı.

 

 

83

 

Çünkü bu kazançlardan, başta İngiltere ve Avusturya-Macaristan imparatorlukları olmak üzere, Almanya ve Fransa da tedirgindi. Osmanlı yenilgisinin sonunda Rusya, diğer ilgili devletleri de peşinden sürükleyip, onlarla beraber Osmanlı devletinin umumî tasfiyesine yönelebilseydi, Afrika'da, Arabistan'da, Irak'ta ve Doğu Anadolu'da girişilebilecek bu taksim anlaşmaları, devletin sonu olacaktı. Fakat bu taksim işi üstünde Avrupa, henüz hazırlıklı değildi. Vaziyet böyle olunca da, Rusya'nın hızlı ve kazançlı başarılarını kıskanan Avrupa büyük devletleri, siyasî alanda Rusya'nın karşısına çıktılar. Hatta İngiltere ve Fransa, İstanbul'a harp gemileri göndermeye başladılar. Gerçi ve daha önce de işaret ettiğimiz gibi, İstanbul Ruslar tarafından işgal edilseydi, burada bir kara harbi göze alınabilir miydi, yoksa bu olup bitti kabul mü edilirdi problemi, bugün bile hâlâ tartışılır. Ama ne var ki Rusya da, ne de olsa yorgundu. Avrupa'da yeni bir harbi göze alamazdı. Hele denizler hâkimi İngiltere'nin, Fransa ve Doğu Avrupa'da Almanya-Avusturya ittifakı ile girişecekleri bir harp, Rusya için karanlık ihtimaller taşıyabilirdi. Bu sebeple Avrupa büyük devletlerinin Ayastafanos Muahedesi yerine, bu devletlerin de katılacağı yeni ve daha ömürlü bir antlaşmaya gidilmesi teklifini Rusya da kabule mecbur oldu. Neticede bir sıra diplomatik temaslardan sonra Berlin'de, 13 haziran 1878'de yeni bir konferans toplandı. Konferansa; Türkiye, Rusya, İngiltere, Avusturya-Macaristan, Almanya, İtalya, Fransa dahil olmak üzere 7 devletin mümessilleri katıldılar.

 

Hulâsa Türkiye; Mısır valisi Mehmet Ali Paşa saldırısında olduğu gibi, gene Avrupa devletleri arasındaki rekabetlerin yardımı ile, bir hayat imkânı daha kazanıyordu. Bu, gerçi hoş bir şey değildi. Ama ne var ki çaresizdi. Eğer bu imkânı devlet iyi değerlendirir ve memleket yeni ıslahat ve kalkınma hareketlerine geçebilirse, ilerisi için ümit var demekti. Böyle bir hamlenin öncüsü ise, padişahın olması lâzımdı. Fakat Abdülhamit; Meşrutiyetin ana müessesesi olan Mebusan Meclisini, daha hayata gözlerini açarken kapatmıştı. Harbi idaresizliği yüzünden kaybetmişti.

 

 

84

 

Şimdi de tutuculuğun ve başarısızlığın daha fenasını, hem de ondan sonraki 30 yıl boyunca, memleketin idaresinde yürütecekti. Buna daha aşağıda ana hatlarıyle temas edeceğiz. Kısacası, ikinci Sultan Hamit, Berlin Muahedesinden sonra, sadece bir frendi...

 

Berlin Konferansi’nın 13 haziran 1878’de toplandığını kaydetmiştik. Toplantı tartışmalı geçti. Neticede bir anlaşmaya varılabildi. Konferans, 13 temmuz 1879’da çalışmalarını tamamladı. Müzakereler sırasında, büyük devletlerin emel ve ihtirasları şiddetle çarpıştı. Osmanlı temsilcileri bu mücadeleye, denebilir ki, ancak seyirci kalabildiler. Çünkü ipuçları ve karar gücü onların ellerinde değildi. Neticeler 64 maddede şöyle bağlanıyordu (1) :

 

— Romanya, Sırbistan, Karadağ, bağımsız oluyorlardı.

 

— Tuna deltasındaki adalarla Dobruca toprakları ve Tolçi kazası Romanya'ya veriliyordu. Niş ve Pirot, Sırbistan'a ekleniyordu. Karadağ'a da bazı arazi parçaları terkediliyordu.

 

— Bulgaristan, Ayastafanos Muahedesi'ne göre, daha dar bir prenslik halinde teşekkül ediyordu: Balkan silsilesi kuzeyindeki topraklar Tuna'ya kadar Bulgar prensliğini teşkil edecekti. Bu silsilenin güneyine düşen ve Edirne vilâyeti sınırlarına kadar gelen arazi «Şarkî Rumeli Vilâyeti» adiyle ve hukuken Osmanlı hâkimiyetine ve idareten Bulgaristan'a bırakılıyordu. Ayastafanos Muahedesi'nde Büyük Bulgaristan'a verilen Makedonya (Manastır ve Kosova vilâyetleri) Türkiye'ye kalıyordu.

 

— O zamana kadar fiilen Osmanlı idaresinde bulunan Bosna-Hersek vilâyeti, Avusturya-Macaristan imparatorluğuna geçiyordu. Bu vilâyet üstünde Türkiye'nin güya şeklî bir hükümranlığı tanınıyordu.

 

— Girit Adası, Osmanlılara bırakılmakla beraber, orada 1868 anlaşması ile kabul edilen iç ıslahatın yapılması taahhüt ediliyordu. Fakat hiç hesapta olmadığı halde Yunanistan'a, Teselya sınırlarında arazi terkediliyordu.

 

 

(1) Berlin Muahedesinin bütün protokolleri, tek bir cilt halinde ve Berlin Kongresi adı altında, Matbaa-i Âmire’de (Devlet Matbaası) bastırılmış bulunmaktadır. 1879.

 

 

85

 

— Kars, Ardahan ve Batum sancakları Rusya'ya bırakılacaktı. Ancak Ayastafanos Muahedesi'ne nazaran değişik olarak, Doğu Beyazıt ve Eleşkirt bölgelerinin bu yeni anlaşmada, Türkiye'ye bırakılması kararlaştırıldı.

 

— Kutur ve civarı, Berlin Muahedesi'ne göre de İranlılara verilecekti.

 

— Bunlardan başka olarak da, Osmanlı devleti, Kıbrıs adasını, bazı şeklî ifadeler bir tarafa bırakılırsa, fiilen İngiltere'ye terkediyordu. Ve bir süre sonra Lefkoşa'ya İngiliz bayrağı çekilerek, Türkiye adadan ayrıldı.

 

— Türkiye, Rusya'ya 802.500.000 altın franklık tazminat ödeyecekti.

 

— Berlin Muahedesi ile beraber, ilk defa Ermeni davası da ortaya çıktı. Ermenilerle meskûn vilâyetlerde Osmanlı hükümeti, vakit kaybetmeden ıslahata girişecekti. Ve bu madde ile artık, Ermeni davası da Garp devletleri elinde bir baskı konusu oldu.

 

 

Görülüyor ki bu paylaşmadan her devlet hissesini aldı. Yalnız Fransa, İtalya bazı isteklerinin karşılanmamasından dolayı kırgındılar. Kaldı ki Berlin Antlaşması, ilerisi için birtakım çatışmak konular da getiriyordu. Yunanistan, Karadağ ve Arnavutluk taraflarında ise karışıklıklar devam ediyordu. Osmanlı idaresine karşı «Makedonya muhtariyeti veya istiklâli» davasının tohumları da o zaman atıldı. O Makedonya meselesi ki, ileride ve Genç Türklerin İkinci Meşrutiyete varan mücadelelerinde aslî sebeplerden biri olacaktır.

 

Afrika'ya gelince? Berlin Muahedesinde Afrika meseleleri ele alınmamıştı. Fakat devletin Tunus'taki şeklî hâkimiyeti, Fransızların Tunus beyine kabul ettirdikleri Kasr-ı Said Anlaşması ile zaten sona eriyordu. Çünkü bu anlaşmaya göre, Fransa; Tunus'a istediği gibi asker çıkarabilecekti. Daha aşağıda değineceğimiz Mithat Paşa meselesinde ise Abdülhamit, bu Fransız hâkimiyetini fiilen tanıyacaktır. Böylece Tunus da, Osmanlı devletinin şeklî hâkimiyetinden artık çıkacaktır.

 

 

86

 

Gene Abdülhamit saltanatı zamanında 13 eylül 1882’de İngilizler Mısır’a asker çıkaracaklardır. Mısır, İngiliz işgaline bırakılacak, orası da devletin nisbî hükümranlığından çıkmış olacaktı...

 

Şimdi bizde ve son zamanlarda hasta bir zihniyetle kışkırtılmak istenen Abdülhamit hayranlığına ve «Abdülhamit’in düşmana bir karış yer terketmediği» masalına karşı bu padişah, daha saltanatının ilk yıllarında, o zamana kadar hukukî hükümranlık altında olan Romanya, Sırbistan, Tunus, Mısır gibi ülkelerden başka; Bulgaristan, Karadağ, Yunanistan sınırında bazı bölgelerle Kıbrıs’ı, Avrupa’da önemli bir saha olan Bosna-Hersek vilâyetini, Anadolu’da Kars, Ardahan, Batum sancaklarını, İran sınırında Kutur kazasını, yani meskûn imparatorluğun yarısını, düşmana terketmiş bulunuyordu. Bu kayıpların ayrıntılarını ilerde göreceğiz.

 

[Previous] [Next]

[Back to Index]