Makedonya'dan Ortaasya'ya. Enver Paşa. I. cilt: 1860-1908

Şevket Süreyya Aydemir

 

BİRİNCİ KISIM

 

Enver, İlk Adımlarını Atıyor!

 

Hayata gözlerini açan küçük insan,

toprağa atılan tohum gibidir. Her tohum

tanesi kendi içinde, kendi cinsinin

vasıflarını ve istidatlarını taşır.

 

Eğer bu istidatlar toprağını bulurlarsa

yeşerir, filizlenir, kemale erişirler.

 

Bu tohumlar savaşında insanoğlunun

bir üstünlüğü vardır: Hayata gözlerini

açan çocuk, kendi istidadına, kendi

gayret ve iradesiyle de bir şeyler

katar. Ve bu çocuğa tarih bir misyon

bağışlamışsa, o, kendi hammaddesini

kendisi yoğurarak, tarih içinde kendi

yerini, gene kendisi tayin eder. Tarihî

şahsiyetlerin hali, her ne kadar,

yaşadıkları sosyal zeminin bir hâsılası

olsa da...

 

 

VI

 

 

BİR ÇOCUK, HAYATA GÖZLERİNİ AÇIYOR:

 

 

JCnver Paşanın doğum yeri ve doğum yılı bellidir: İstanbul, 1881. Asıl adı: İsmail Enver. Hatta doğum gününü de biliyoruz: 12 kasım 1297 çarşamba. Bu tarihi bizim bugün kullandığımız tarihe çevirirsek, 23 kasım 1881 çarşamba gününü buluruz. Buna göre Enver Paşa ile Atatürk, akran, yani aynı yaşta olurlar. Yalnız Atatürk'ün doğum günü bilinmemektedir. Hatta doğum tarihi de ihtilâflıdır. Çünkü bu doğum tarihini bazen 1880 ve resmî kayıtlarda 1881 olarak alırlar. Enver Paşanın doğum yeri, yılı ve günü hakkında ise bilgimiz tamdır. Bunu evvelâ eldeki nüfus kâğıdına dayandırıyoruz. Sonra da, ekim 1909’da yazılan aile mektuplarına. Ve ayrıca, Enver Paşanın kendi anlattığı hayat hikâyesine...

 

Bir tarihte Enver Paşa (o zaman binbaşı), kendi doğum gününü öğrenmek istiyor. Babasına mektup yazıyor. Babası da, anasının hafızasına müracaat ediyor. Anası, doğum gününü hatırlıyor. Yahut bir yere vaktiyle yazmış bulunuyor. Kocasına bunları bildiriyor. Kocası da, oğlu Enver'e yazıyor. Bu mektubunun başlığı şudur:

 

«İki gözüm nuru aslan evlâdım.»

 

Fotokopisini veriyoruz...

 

Böylece anlıyoruz ki Enver, yani geleceğin Enver Paşası, 12 kasım 1297 rumî tarihinde doğmuştur. Fakat bu tarihin bizim bugün kullandığımız milâdi tarihe çevrilmesi bir ihtisas işiydi. Onu da, bu çeviri ve takvim işlerinde eser sahibi olan bir arkadaşımız lütfettiler (1). Annenin ifadesi, Arap tarihi ile

 

 

(1) Refik Topkan: TopJcan’ın Sürekli Takvimi. Ankara neşriyatı 20. Yıl, 1962. Yeni baskı.

 

 

178

 

hicrî 1 muharrem 1299, rumî tarih ile 1297 ekim başları ve bir salı günüydü. Ama takvimci bu malzemeyi, ancak kendilerinin bildiği karışık hesap ve usullerle işleyince, hem doğum gününün salı değil çarşamba olacağı, hem daha yukarda verdiğimiz kesin tarih belirdi.

 

Enver Paşanın 1908 ihtilâlinden sonra ve o safhaya kadar olan hayat hikâyesi, kendi el yazısıyle yazılmış olarak eldedir. Bu hikâye bir defteri doldurur. Biz bu cildin son bahsinde bu hikâyeye geniş ölçüde yer vereceğiz. Enver Paşa, hatıratına şöyle başlar:

 

«1297 senesi teşrinisani bidayetinde, 1299 muharrem ayının birinci salı günü sabahı saat 12 sularında Divanyolu’nda, eski lisan mektebi karşısındaki evimizde dünyaya geldim...»

 

Enver Paşanın bu nakilleri onun doğum yeri ve doğum tarihi etrafında evvelce çelişmeli olan söylentileri ortadan kaldırır (1).

 

Aile ilişkilerine gelince? Bu cildin sonuna, Enver Paşanın,

 

 

(1) Enver Paşanın İstanbul’da doğduğunu biliyoruz. Ama, doğduğu semt biraz ihtilaflıydı. Hemşiresi Mediha Orbay, ağabeysi Enver’in, İstanbul’da, Sultanahmet semtindeki bir evde doğduğunu nakleder. Ali Hâdi Okan, Nefiî zaman şeklinde imza eden bir zatın Dr. Tevfik Rüştü Aras’a verip, doktor tarafından ve sadece malumat edinilmek üzere aynen bize gönderilen bir yazıya nazaran, Enver Paşanın doğduğu yer, İstanbul’da Divanyolu semtindedir. Enver Paşanın yeğeni ve araştırıcı bir zat olan Faruk Kenç, dayısının doğduğu bina olarak Divanyolu’nda bir evin bazen yakınları tarafından ziyaret edildiğini anlatır...

 

Bu basit görünen konu üzerinde niçin bu kadar durduğum sorulabilir. Ama tarihî bir şahsiyetin hayat hikâyesini yazan, biyografisini veren bir yazar için, o hayat hikâyesindeki her detay, aynı derecede önemlidir. Çünkü ancak bu detayların ve onlarla beraber gelişmelerin bütünüdür ki, o şahsiyetin hikâyesini teşkü eder. Kaldı ki bir şahsiyet üzerinde, zamanımızda önemli gibi görünmeyen bu gibi detaylar, yarın önemli bir araştırma konusu da teşkil edebilir. Hulâsa böyle konularda benim takdirim değil, o insanın hayat hikâyesinin gerçekleri konuşur.

 

 

179

 

Enver Paşanın babasının mektubu

 

 

180

 

baba tarafından yedi ceddine ulaşan aile şeceresi (1) eklenmiştir. Bu şecerede de görüldüğü gibi, Enver Paşanın babası Ahmet Bey, annesi Ayşe Hanımdır. Babası memurdu. Bayındırlık teşkilâtında (Manastır vilâyeti) kondüktör, yani şimdiki tabirlerle, fen memuru olarak çalışıyordu. Bu sayfalarda, Enver Paşanın yaşı ve doğum günü belirtildiği ve yukarda değindiğimiz aile mektubunun bir fotokopisini verdiğimiz gibi, hem annesine ait bir resim, hem de daha sonraki yıllarda, baba ile oğullarını gösteren bir fotoğraf neşrediyoruz. Bundan başka, diğer bazı resimleri ile, Enver Paşanın, daha sonra ve değiştirilerek alınmış nüfus kâğıdının fotokopileri de verilmiştir.

 

* * *

 

            GAGAVUZLAR KİMLERDİR?

 

Enver Paşanın ata soyu, yani şeceresi üzerinde biraz durmalıyız. Enver Paşanın baba tarafı, Gagavuz Türklerindendir. Avrupa kıtasının Balkanlar, Tuna boyları bölgesine Orta Asya kavimlerinin akınları çok eskiden başlar. Bu göçleri, kavimlerin ilk insan göçlerine kadar gitmeden (2) sadece îlkçağ sonlarından dahi alsak, göçlerin başlangıcı gene de 2000 yıl öncelere ulaşır. Meselâ Batı tarihlerinin en güçlü kavimler göçü olarak ele aldıkları Hunların Avrupa’ya istilâlarını ve Atillâ imparatorluğunu düşünelim. Bu kavmin Batı Asya’da kımıldamaya başlaması, birinci yüzyıla kadar iner. IV. yüzyılda ise Avrupa’da bir Hun İmparatorluğu vardır.

 

Ama iş onlarla bitmez. Rusların güçlü tarihçisi Pakrovski’ ye göre, eğer Hıristiyan kültürü Rus ovalarına girmeseydi, İslavlar pekâlâ ve topyekûn Finleşebilirlerdi. Hele Güney ovalarında Orta Asya’dan gelen çeşitli kavimler, meselâ Kumanlar, Ukrayna topraklarını zaten Turanîleştirmişlerdi. Hulâsa, 1 2

 

 

(1) Şecere, Soyun dalbudakları manasına gelir. Yani bir soyun, bir aile kolunun, uzak atasından başlayarak, son üyesine kadar fertlerini (bireylerini) gösterir çizelge, soy ağacı.

 

(2) A. C. Haddon, Sc. D.F.R.S. Kavimlerin Muhacereti «Göçler» Çeviren: Zekiye S. Eglar, 1941.

 

 

181

 

«Oğlum Enver, başladığın işi bitirmeden dönersen sütümü helâl etmem».

Annen Ayşe — 6 Temmuz 1324 (1908)

 

 

182

 

Doğudan Batıya akan Sihirler, Avarlar, Macarlar, Bulgarlar, Kumanlar, Hazerler, Vuzlar, hatta Oğuz Türkleri, bilhassa Tuna boylarının yüzyıllarca sahibi oldular. Bu arada meselâ Deliorman Türklerinin yurdundan, daha Osmanlı devleti yokken, XII. yüzyılda Bizanslılar, «Deliorman» diye bahşederler (1). Yukarda sayılanlara gene bir Vuz (Oğuz) kolu olan Peçenekleri, ayrıca katmalıyız.

 

Bunların bir kısmı, Hıristiyanlık sahasına girince, Hıristiyan oldular. Meselâ îran üzerinden veya Hazer cenubundan batıya geçen Türklerin Müslümanlık sahasına girince İslâm olmaları gibi. Cami Bey, «Osmanlı Ülkesinde Hıristiyan Türkler» isimli eserinde, Selçuk Türklerinin, iki asırda üç defa din değiştirdiklerini anlatır (2).

 

Demek ki, çeşitli dinde Türkler vardı. Tuna’nın Karadeniz’e akan kolları bölgesinde Gagavuzlar da, hâlâ dinlerini muhafaza eden Hıristiyan Türklerdir. Bunların Gagavuz adının «Kara Oğuz» dan geldiği tahmin edilir. Ama, gene bir tahmin olarak Gagavuzların, Selçuklu devrinde bu bölgeye göçerek «Keykavus Türkleri» olarak adlandırıldıkları ve bu adın sonradan ve zayıf bir ihtimal olarak «Gagavuz»a döndüğü de düşünülmüştür. Ancak muhakkak olan şudur ki, eskiden olduğu gibi bugün de Gagavuzlar, halis ve temiz Türkçe konuşurlar. Hem dilleri, hem antropolojik vasıflarıyle tam Türktürler. Ama bunlar Tuna boyuna, Osmaniılar zamanında göçmüş değildirler (3). Çok daha önceden yerleşmiş, Türk asıllı bir koldular (4). Çünkü Osmaniılar devrinde Rumeli’ye yapılan göçler

 

 

(1) Polonyalı Prof. T. Kovalski’nin «Şimalî Şarkî Türkleri Hakkında Etüdü»ne de temas eden Köprülüzade Fuat Beyin Türk Dili ve'Edebiyatı Üzerine Araştırmaları.

 

(2) Câmi Bey: Osmanlı Ülkesinde Hıristiyan Türkler. İstanbul, 1932.

 

(3) N. Deliorman: Tunaboyu Türkleri. İstanbul.

 

(4) Câmi Bey, Hıristiyan Türkler eserinde şunları nakleder:

— Prof. Pittard, Balkan Yarımadasında Antropoloji Araştırmaları isimli kitabının, Gagavuzlara mahsus faslında, s. 393, şöyle diyor: «Gagavuzlar, bazılarına göre Kumanların, diğerlerine göre Peçeneklerin soyu gibi alınmışlardır. Encyclopedia Britanica'nın 1910-1911 tabında ve Bulgaristan faslında, s. 777, şu kayıt vardır: (Hıristiyan Türk, özel bir ırk olup, Gagavuzlar, Emine burnundan, Kalikra burnuna kadar sahil memleketlerinde oturmaktadırlar. Bunlar, Tur anî asıldan olup, eski Yunanlıların soyundan gelmişlerdir.)»

 

Biz, bu iki bağıntıyı da yanlış buluyoruz, isimlerine bakılınca bunların Türk kavimlerinden Uz (Oğuz) 1ardan (Gök Oğuzlar) olduklarına şüphe yoktur.

 

 

183

 

ve «Evlâd-ı Fâtihan» hareketi daha yenidir. Bu hareket, iyi ve belgeli bir şekilde işlenmiştir (1).

 

Karadeniz kuzeyinden batıya inen Türkler ve bu arada Tuna Türkleri üzerinde, zengin ve çok çeşitli kaynaklara inmek mümkündür. Bu arada, Bulgarların tarafsız tarih yazarlarından da, bu konuda çok faydalanabiliriz. Ama maksat sadece Enver Paşanın şeceresine ve bu arada onun soy aslına değinmek olduğu için, konuyu yaymakta bir fayda bulmuyoruz.

 

Hulâsa, Enver Paşanın yedinci atası, Hıristiyan Gagavuzlardandı. Şecere tablosunda, en başta görülen Abdullah Killi, , bu soydan, Müslümanlığa dönen ilk soy büyüğü olarak bilinir. Aile içinde yapılan araştırmada onun hakkında edinilen bilgiler, zaten şecere tablosunda da görülür (2). Bu konuda, Enver Paşanın amcası Halil Paşa, derlenen, yayınlanan hatıralarında şöyle anlatır:

 

«Bir gece, dedem Mustafa Kaptan’m Unkapanı’ndaki evinde, babam Kâmil Bey, Haşan amcam, İbrahim amcam, yemek yerlerken, biz onları dinliyorduk. Atalarımıza ait konuşuyorlardı. Haşan amcamın şu sözleri hâlâ kulağımdadır:

 

—Ceddimiz Kırım'dan gelmiştir. Kırım hanlarının sarayına öteberi ve bilhassa kadın eşyası satan bir yemeniciymiş. Bu yakışıklı delikanlı Hıristiyan olduğu için, harem dairesinde kimse ondan kaçmazmış. Bu sırada Kırım haninin yakınlarından bir kız, ona gönül vermiş. Nihayet evlenmelerine karar verilmiş. Yemenici delikanlı Müslümanlığı

 

 

(1) M. Tayyip Gökbilen: Rvmeftde Türkler, Tatarlar ve Evlâd-ı Fâtihan, 1957.

 

(2) Bu hususta, Enver Paşanın amcası Halil Paşanın oğlu Aydın Kut’un çalışma ve yardımlarını anmayı vazife bilirim.

 

 

184

 

kabul etmiş. Evlenmişler. Bu yemenici Rum değil, (Romen) değilmiş. §u halde Rum veya Ulah olmayan, Türkçe konuşan bu Hıristiyan, Romanya'da yaşayan ve dini Hıristiyan olan Gagavuzlardandı.

 

Bu evlenmeden sonra Ruslar, Kırım'ı istilâ etmişler. İşgal üzerine, ceddimiz, karısı ile beraber, Tuna ağzına Kilya şehrine göçmüşler. Rusların Romanya'yı işgalinden sonra da dedelerimizden Kahraman Ağa, Karadeniz'in Türkiye kıyılarında Abana'ya hicret etmişler.» (1).

 

Verilen bu bilgilere göre Abdullah Killi, gezici olarak dokuma satışı yaparmış. Ondan sonra da aile, Abana’da bu ticarete devam etmiş. Kırım han soyundan veya saraylı kadınlarından aldığı hanımdan, Kocaağa Killi dünyaya gelir. Onu Kahraman Ağa, Killioğlu Hüseyin Ağa, Hacı Mustafa Kaptan (1778-1875) ve nihayet Hafız Kâmil Bey, aile şeceresinde takip ederler. Enver Paşanın babası Hacı Ahmet Bey (Paşa) bu Hafız Kâmil Beyin, Hasene Hanım isimli eşinden doğan oğludur (1860-1947). Hasene Hanımdan, 4 erkek ve 2 kız dünyaya gelir. Enver Paşa da (1881-1922) 2 kız ve 1 erkek çocuk babası olacaktır: Mahpeyker ve Türkân Hanımlarla Ali Bey. Ama son evlâdı olan erkek çocuğunun yüzünü göremeyecektir (2).

 

Bu konuyu işlerken, şu Killi soyadı üzerinde de biraz durmalıyız. Tuna, Karadeniz'e dökülmeden üç kola ayrılır. Bu üç kolun isimleri şunlardır: Kuzeyden güneye doğru Kilya, Sünne, Hızırilyas (Sen Jorj). İşte bu Kilya kolu üzerinde «Kilya» Kilye» isimli bir kasaba veya şehir vardır. Enver Paşanın ataları buradan kök alırlar. Nitekim Enver Paşanın kardeşi Nuri Paşa, Soyadı Kanunu çıkınca «Killi - Killioğlu» adını aldı ki, Kilyalı manasına geliyordu. Eğer Enver Paşa sağ olup Cumhuriyet devrine ve Soyadı Kanunu’na yetişseydi, onun da soyadı «Enver Killi» olacaktı. Ama bunu, Cumhuriyet devrine

 

 

(1) Ş. S. Aydemir: Halil Paşanın Hatıraları. Akşam gazetesi. Ekim-kasım, 1967.

 

(2) Enver Paşanın çocuklarından, ileride ve onun yurt dışındaki gurbet hayatı anlatılırken, bazı vesilelerle ayrıca bahsedüecektir.

 

 

185

 

Enver Paşanın nüfus kâğıdı

 

 

186

 

yetişseydi kaydı ile yazıyorum. Yoksa öyle değil de, ve Birinci Dünya Harbi’nden Almanya ve Müttefikleri zaferle çıksaydılar, benim zannım odur ki, Enver Paşa bir soyadı almayacak, ama kendi adını bir hükümdarlık hanedanına verecekti. Meselâ Enveriye veya Enveroğulları hanedanı. Hatta ona göre bu, belki bir hanedan değişikliği bile olmayacaktı. Çünkü kendisi de nasıl olsa, artık Osmanlı hanedanının bir mensubuydu. Padişah damadıydı. Osmanoğulları hanedanı yerine, gene bu saltanattan gelen bir sultanzadenin, meselâ Ali Enver’ in padişahlığı sanırım ki, pek de yadırganmayacaktı...

 

* * *

 

BİR ŞEY VADETMEYEN BÎR ÖĞRENCİ:

 

Enver Paşanın tahsil kademelerini biliyoruz. Çünkü Enver Paşa bu kademeleri bizzat kendi hayat hikâyesinde anlatmıştır. Bu anlatılanlar çok ayrıntılı ve dikkati çekicidir. İlk öğrenim İstanbul’da başlar, Manastır’da biter. Orta öğrenimi ise Manastır’da devam eder. Askerî orta mektep, Askerî İdadi (lise) tahsilleri Manastır’da geçer. Bu mekteplerde İsmail Enver (Enver Paşa) pek de bir şey vadetmeyen orta derecede bir öğrencidir. Meselâ Manastır Askerî Rüşdiyesi’nde (ortaokul) şahadetname derecesi, pek iyi veya daha iyi değildir. Bu şahadetnamede onun, mektebi bitirdiği zaman durumu «Karib-i âlâ», yani «iyiye yakın» olarak yazılır. Yani askerî ortaokul şahadetnamesinde «İstanbullu olup, Manastır’da oturan kondüktör Ahmet Bey zade (oğlu) kısa boylu, buğday benizli, elâ gözlü Enver Efendi»nin tahsil durumu «Karib-i âlâ»dır.

 

Bu mektepten, «55 mevcutlu sınıfında, on dokuzuncu» olarak mezun olur. Mektebin birinci sınıfına imtihanla kabul edilmişti. Mektebe girişi, mayıs 1306 (1889) ve mektebi bitirişi 1309 (1893) olarak görülür.

 

Bu okul devresinde Enverler, yani fen memuru Ahmet Bey ailesi, Manastır’da otururlar. Evleri Manastır’m nispeten yüksek, fakat kenar bir semtindedir: Eğri Değirmen civarında Kara Köprü’de. Ev kendilerinin, ama borçlu. Babası Ahmet Bey, oldukça kalabalık bir aileyi geçindirmek zorunda. Hatta

 

 

187

 

evin borcu yüzünden oldukça sıkmtıdalar. Ahmet Bey ve eşi Ayşe Hanım İstanbul’da doğmuşlar. Oğulları Enver ve Nuri’ den (Nuri Paşa) başka, kızları Mediha (çok sonra General Kâzım Orbay’m eşi), Hasene (daha sonra Selânik Merkez Kumandam Nazım Beyin eşi) var. Hemşireler biraz kaprislidirler. Hasene Hanım ilk kocasıyle evlenir, boşanır, tekrar evlenir. Ama bu evlilik devam etmez. Sonra Nazım Beye varır. Hasene Hanım biraz müsrif sayılır. O zamanki küçük Mediha ise sonradan Kâzım Orbay’la evlenecektir. Fakat başına buyruk, mütehakkim bir hanım olarak tanılır. Evde bir de babaanne var: Şükriye Hanım. Anlatıldığına göre, saygıdeğer bir kadın. Ölümü zatürreeden. Fakat bir gün geliyor. Borç yüzünden evi satmak zorunda kalmıyor (İ). Çünkü borca çare bulunamıyor (o sırada Enver Bey yüzbaşı). Ve 1908 îhtilâli’ne henüz zaman var. Enver Paşa daha bir ihtilâl cemiyeti üyesi de değil. Evin satılması, Ahmet Bey ailesinde bazı dalgalanmalar yapar. Hemşiresi Hasene Hanım zaten evlenmişti. Ev satılınca yüzbaşı Enver Bey de Selânik’e nakleder. Ondan sonra Enver’in hayatı ve kaderi, Selânik’teki olayların akışına bağlı kalacaktır. Hürriyet kahramanı Enver Bey oluncaya kadar. ..

 

Görünüyor ki Ahmet Beyin evlerinde hava, pek de neşeli olmasa gerek. Anne Ayşe Hanım da biraz sinirlidir de... Zaman zaman düşüp bayılmalarına dair nakiller dinlemişimdir. Bir defa, komşusu olan bir hanımın, bahçesine girdiği zaman, o gün çamaşır yıkanılan tekne veya oradaki herhangi masamsı bir şey ona, bir teneşiri hatırlatır. Birden bayılır. Güç belâ ayıltırlar. Anlaşılır ki Ayşe Hanıma, Enver’inin cesedi sanki, bu teneşirde yatar gibi görünmüştür (2). Bu, şefkatli ve oğluna çok bağlı bir kadının biraz marazî bir ruhî çağrışımıdır. (Çağrışım, bir benzetinin ruhta hayal ilişkileri uyandırması). Ayşe Hanımın, biraz da kocasının ufak tefek çapkmlıklarından

 

 

(1) Bayan Hikmet Güran. Manastırda aynı mahalle komşularından bir aile hanımı.

 

(2) Bay Şevki (soyadı kayıtlı değil). Keza aynı mahalle komşularından bir ailenin oğlu.

 

 

188

 

şikâyetçi olduğu da bilinmektedir. Çünkü bütün nakiller, Ahmet Beyi biraz haşarı gösterirler. Zaten çok daha sonraları ve Enver Paşanın artık yurt dışında bulunduğu zamanda bile, annenin oğluna yazdığı bir mektuptan, onun bu hallerden, hâlâ şikâyetçi olduğunu okuyoruz. Hatta bu mektupta, şikâyet konusu olan hanımın ismi de açıklandığına göre, Ahmet Beyin gene bir macera içinde olduğu anlaşılmaktadır.

 

Neyse, biz şimdi tekrar Enver Paşanın tahsil ve öğrencilik çağma dönelim...

 

* * *

 

ÖĞRENİM KADEMELERİ AŞILIYOR:

 

Enver Paşanın, askerî ortaokulu nasıl tamamladığını gereği kadar işledik (Bu okulun şahadatname fotokopisi burada verilmiştir). Askerî Rüştiye (ortaokul) tamamlanınca, «Ahmet Bey oğlu, kısa boylu, buğday benizli, elâ gözlü Enver Efendi» 1309-1893 ders yılı başında Manastır Askerî İdadisi’ne (Askerî lise) girer. Bu idadi mektebi, Mustafa Kemal de dahil olduğu halde, seçkin askerler yetiştiren bir müessesedir. Cumhuriyet devri Meclis reislerinden General Kâzım Özalp keza bu mekteptendir. Ama Enver Paşadan üç yıl daha sonra bu mektebe girmiş olduğu için, aynı çatı altında beraber bulunmazlar. Kâzım Köprülü mektebe girdiği yıl, Enver Deraliye mektebini tamamlamış, İstanbul Ha/biyesine gitmiştir (1). Manastırdaki mektebin resmini burada veriyoruz.

 

İdadi tahsili normal geçer. Ama gene parlak bir öğrenci değildi. Fakat gittikçe açılıyordu. Lâkin yalnızlığı, içine kapanıklığı, sessizliği, askerî mekteplerin hepsinde yaşayan kabadayılık, kavgacılık akımlarının havasının dışında kalışı hakkm1

 

 

(1) Askerî okullarda öğrenciler, isimlerinin yanma eklenen ve nüfus kâğıtlarında kayıtlı olan şehirlerin ve bazen semtlerin isimleri ile beraber anılır ve çağrılırlar. Meselâ Mustafa Kemal Selânik, Kâzım Köprülü gibi. Enver Paşa da İstanbul'da doğduğuna göre ve o zamanki kaideye uyularak, Enver Deraliye olarak künyelenir, çağırılırdı. Burada Deraliye kelimesi, İstanbul'a verilen isimdir. Aynı suretle, Âsitane de denilirdi ama, İstanbul kelimesi kullanılmazdı.

 

 

189

 

Enver Paşa ve Mustafa Kemal'in Manastırda okudukları mektep: Askerî İdadi

 

 

190

 

doğru nakiller vardır. Zaten, güzel, mahçup bir delikanlı olduğuna göre, bu gibi çekişmeli işlerin elbette ki dışında kalacaktı.

 

Atatürk, Manastır İdadisine girdiği zaman, Enver'in bu mektebi bitirmiş olması lâzım gelir. Atatürk'ün bu mektepte ve Ömer Naci'nin (İlk Meşrutiyetin hatibi) öncülüğü ile katıldığı Namık Kemal edebiyatı havasına, Enver’in Manastır İdadisinde, karışmamış olması mümkündür. Fakat göreceğiz ki, Harbiye'de Enver de Mustafa Kemal gibi takip edilecek, saray mahkemesinden geçecektir.

 

Enver Paşanın asıl açılışı, daha ziyade kurmay sınıflarında başlar. Ama, Harp Okulu onun için artık şahsiyetleşme safhasıdır. Gerçi Harbiye'de de bir bakışta pek göze çarpmaz. Meselâ onu Harp Okulundan tanıyanlardan Fahrettin Altay (Orgeneral) Enver’den şöyle bahseder:

 

«Sakin, çalışkan, fakat vasat zekâlı bir öğrenci...»

 

General Ali Fuat Cebesoy’un ise görüşleri biraz daha etraflıdır (1) :

 

«Enver'i Harbiye'den tanırım. Harbiye'de üçüncü sınıftayken görüşürdük. Zaten amcası Halil (Paşa) benim sınıf arkadaşımdı. Atatürk'le de sınıf arkadaşıydık.

 

Enver'in sınıfında bizden Fahrettin Altay vardı. Benim hatırımda kaldığına göre Enver, çalışkan, mazbut, ciddî, sözünde durur bir öğrenciydi. Fakat büyük bir zekâ değildi. O sınıfın birincisi Hafız Hakkı'ydı ve bu, büyük zekâydı (Hafız Hakkı Paşa hürriyetten sonra saraya damat oldu ve Sarıkamış muharebesinde, cephede hastalıktan öldü).

 

Ama Enver için şunları da ilâve edebilirim: Vekarlı ve müteşebbis...»

 

Demek ki, Enver artık, Manastır Rüştiyesindeki renksiz, hareketsiz ve derecesi «Karib-i âlâ», yani «İyiye yakın» olan çocuk değildir. O kadar değildir ki, bu Harp Okulu çatısı al1

 

 

(1) Ali Fuat Cebesoy’un bir mektubundan.

 

 

191

 

tında bir de siyasî tevkif faslı yaşar. Hem de, padişahın sarayında bir mahkemeden geçmek şartıyle. Şimdi bu konuyu da özetleyelim.

 

* * *

 

İLK SİYASÎ SERÜVEN: ENVER, TEVKİF EDİLİYOR:

 

Enver’in amcası Halil (Paşa) kendisinden gerçi iki yaş küçüktür. Fakat Halil, hareketli, canlı, icabında kavgacı, hatta 1908 îhtilâli’nden sonra olduğu gibi, cemiyetin silâhşor kadrosunda, yani Çerkeş Yakup Cemiller, Mustafa Necip Beyler gibi gözü pek insanlar arasındadır. Halil Paşa Harbiye’de gerçi Enver’den geri sınıftadır. Fakat daima onunla beraber, hatta biraz da bu sessiz ve kendi halinde, olup bitenlere karışmayan yeğenini, günlük gürültüler içinde koruyucu durumdadır/

 

İşte bir gün gelir, o zamanki Harp Okulu öğrencisi Halil Yenimahalle, kurmay sınıflarından Enver Deraliye (1) ile beraber, yakalandıkları gibi, padişahın Yıldız Sarayına götürülürler. Halil Paşa bu hikâyeyi şöyle anlatır (2) :

 

«Ben, hayatımın hikâyesine, daha Erkânıharp (Kurmay) mektebi sınıklarındayken ve yeğenim Enver'le beraber başımızdan geçen bir siyasî tevkif olayı ile başlayacağım. Gerçi bizim siyasî heveslerimiz, bizim neslimizin bütün hürriyet âşığı talebeleri gibi, daha Harp Okulu sınıflarında başlar. Mektebe gizli sokulan siyasî edebiyat, Namık Kemal'in Vatan şiirleri, Avrupa'dan kaçamak gelebilen Genç Türkler yayınlarının elden ele dolaşışı, zalim hükümdara karşı gizli intikam yeminleri, ve saire, hep o mektebin duvarları arkasında geçer.

 

Ama ilk ve heyecanlı maceramız, yeğenim Enver'le (Enver Paşa) ile beraber bir gece, Erkânıharp Mektebinde tevkif imizdir. Bu tevkifi, bizim muhafaza altında, Abdülhamit’in

 

 

(1) Askerî okullarda öğrencilerin, şehir veya mahallelerinin adları ile beraber anıldıklarını, daha önce kaydetmiştik.

 

(2) Halil Paşanın Hatıraları. Derleyen: Ş. S. Aydemir. Akşam gazetesi. Ekim-kasım, 1967.

 

 

192

 

Yıldız Sarayına şevkimiz, orada sorgularımız takip etti.

 

Sınıfta bir gece müzakeresindeydik. Birkaç gün evvel bir arkadaşımdan elime geçen “Les Occasions Perdues — Kaybedilmiş Fırsatlar” isimli eseri okumuş, bitirmiştim. Bu kitap, Keçecizade îzzet Fuat Paşa tarafından yazılmış, Fransızca yayınlanmıştı.

 

İşte sınıfta ve tam bu kitabı bitirdiğim sıradaydı ki, “yat!” borusu çaldı. Fakat gene tam bu boru sesleri arasındaydı ki:

 

Halil Efendi Yenimahalle! Enver Efendi Demliye!.. diye bağıran baykuş gibi ses duydum. Bu vakit, bu saatte, böyle bir çağrının hayra alâmet olmadığını anlamamak elbette kabil değildi. Ben de bunu derhal düşündüm. Ama ürkmedim. İçimden de:

 

“Ne olursa olsun, ben şu kitabı bitirdim ya!..” diyerek koridoru çıktım.

 

Bağıran, dahiliye zabiti idi. Yeğenim de o sırada ve bitişik dershaneden koridora çıkmıştı. İki dahiliye zabiti, Sadri ve Halil Beyler, bizi aldılar, müdüriyet dairesine götürdüler. Orada bir odaya beni, bir odaya Enver'i kapattılar. Bu hallerin iyiye çıkmayacağı yolundaki tahminim beni aldatmadı. Az sonra Yüzbaşı Sadri Bey bizi aldı. Nizamiye kapısına indirdi. Orada bir fayton bekliyordu. Kendisine yol vermek için kenara çekildik. Fakat yüzbaşı:

 

— Hayır, dedi, siz geçin. Yanyana oturacaksınız ve ben karşınızda oturacağım...

 

Askerce itaat ettik. Fakat ben, bu arada ve arabaya binerken Enver'e:

 

— Sen bir şey bilme, her suale ben muhatap olacağım... diye fısıldayabildim ama, yüzbaşı duydu. Çok kızdı, bağırdı:

 

— Susun, bir kelime bile konuşmanız yasaktır!..

 

Arabamız Zincirlikuyu üzerinden, Zuhaf alayları kışlaları arasından Yıldız Sarayına vardı. Büyük mabeyin kapısından

 

 

193

 

yaya olarak saraya yürüdük. Bu arada beş altı tüfekçi (Sarayın iç muhafız askerleri) kafileye katıldı. İkinci katta gene beni başka bir odaya, Enver'i başka bir odaya aldılar. Nihayet ben çağrıldım. Uzun koridorlar geçtik. Bir salona alındım. Büyük bir masanın etrafını bir heyet almıştı. Daha sonra öğrendiğime göre, masanın başkanlık yerinde oturan, serhafiye (baş istihbaratçı) Kadri Beydi. Etrafındaki yarım dairede 10-12 kişi yer almışlardı. Mahkeme heyetinden biri, ittihamname olarak tam bir saçmalık ve hezeyan yazısı okudu. Bize atfedilen suç şuydu:

 

— Siz, geçen bayram selâmlığında, padişahımız efendimize suikast için, evinize iki anarşist kabul etmişsiniz!

 

Bayram selâmlığında evimizde, hakikaten iki yabancı vardı. Ama iki anarşist değil. İşin aslını uzun uzun anlattım:

 

— Ben bir zabitim. Padişahıma sadakat yemini ettim. Bayram selâmlığında evimizde iki misafir vardı. Ama biri, Şehzade Abdülmecit Efendi (Son halife) hazretlerinin Almanca muallimi olan genç bir Avusturyalı. Diğeri de, onun getirdiği ve tanıttığı bir yabancı gazeteci. Viyana'da çıkan uNeue Freio Presse" gazetesinin yaşlı bir muharriri... Evim selâmlık yolu üzerinde. Gelmek istediler. Kabul ettim. Geceden geliniz ki, sabah erkenden belki geçemezsiniz, dedim...

 

O sırada hem savcı, hem reis sordular:

 

— Enver, beraber miydi?

 

— Evdeydi. Ama Enver erken yatar. Odası da ayrıdır. Bu misafirleri de o gece tanıdı. Onlarla biraz Almanca konuştu ve odasına çekildi...

 

Beni çıkardılar. Tabiî Enver'i çağırmış olacaklardı. Gece uyku yok. Sabah oldu. Yiyecek, içecek yok. İşte o sırada bir de telkinci peyda oldu. Eniştemin uzak akrabasından ve vaktiyle Mecit Efendinin sarayında çalışırken, sonradan Efendinin uzaklaştırdığı Cemil Bey isminde bir Gürcü. Mavallarını okumaya başladı:

 

 

194

 

— Oğlum Halil, sen mert, dürüst bir çocuksun. Mühim bir istikbalin var. Bulunduğun padişah mahkemesi şaka götürmez. Seni tekrar çağıracaklar. İfadende mahkemeye, bir gece, Şehzade Mecit Efendinin kayınbiraderi Zeki Beyin geldiğini, kendisini Mecit Efendinin gönderdiğini ve bu yabancıları sana Şehzade tarafından onun getirdiğini söyle. Hemen serbest bırakılacaksın...

 

Anladım. Biz bir vasıta olarak kurban edilecektik. Asıl suçlandırılmak istenen Şehzade Mecit Efendiydi. Hulâsa karışık bir düğüm içine düşmüştük. Ama bundan çıkmalıydık...

 

Cemil Beye oyalayıcı sözler söyledim. Bu adam mahkeme reisine kim bilir ne ümitlerle koşmuş ki, beni gene mahkemeye çağırdıkları zaman, reisi bana birtakım iltifatlarda bulunmak istedi. Enver de çağrılmıştı. Fakat benim mahkemeye ifadelerim, onların beklemediği şeyler oldu. Mahkeme heyetine, Cemil Beyin bana geldiğini ve mahkemeye söylemem için neler öğrettiğini açıkça ve etrafıyle anlattım. Eski sözlerimi tekrarladım. Mahkeme buz kesilmişti... Ama reis kızdı. Ağzına geleni haykırmaya başladı ve hatta benim Enver'i büsbütün olay dışında bırakmak için, Enver'in saflığı, erken yatışı, kendini derslerine verişi üzerinde cümleler sıralarken büsbütün köpürdü. Enver için:

 

— Bu efendi kaz mıdır? diye haykırdı. Ben de cevabımı esirgemedim:

 

— Af buyurunuz reis beyefendi, Erkânıharp mektebinin her sınıfında, sınıfının ya birincisi, ya İkincisi olan Enver Efendi, bir kaz değildir. Tıpkı benim gibi, vatanına ve padişahına sadakat yemini etmiş, çok zeki bir zabittir...

 

Böylece iş uzadı, gitti. Salondan çıkarıldık. Gene ayrı odalara götürüldük. Ama gece gene çağrıldık. Reis bu sefer Şehzade Abdülmecit için atıp tutmaya başladı:

 

— Abdülmecit Efendi de kim oluyor? Şevketmeâp

 

 

195

 

efendimiz Abdülmecit Efendiye para vermese, o ne yapabilirmiş? Siz Abdülmecifin sarayına gitmeyeceksiniz, vb...

 

Hulâsa Yıldız Sarayında mahkeme edilişimiz, çeşitli safhalar geçirdi. Çeşitli tertipler karşısında kaldık. Ama sonunda ne olduysa oldu ve mahkeme huzurunda reis bize, sert birtakım ihtarlardan sonra, “Serbestsiniz!” diye hükmü bildirdi. Aynı şekillerde aynı yollardan mektebe getirildik.

 

Enver'le benim hayatımızın ilk siyasî macerası böyle geçti. Ama artık Mecit Efendiyle temaslarımız ve saraya ziyaretlerimiz de kesildi.»

 

 

Enver Paşa, ileride vereceğimiz hayat hikâyesinde bu macerayı nakleder. Bu olayın tarihi, tam belli değildir. Ama, Enver artık Harp Okulunu ve Kurmay Okulunu saran siyasî çalkantının içindedir. Onun mihnetli bir sahnesini yaşamıştır. Yaşı da henüz belki 21’dir. Bu yaşta ve bu hava içinde bir genç, hele yakında orduya da katılacağına göre, onun için de artık birtakım kımıldanmaların olması ve kafasında, hayallerle karışık ve dumanlı olsa da, geleceğe ait birtakım ihtirasların belirmesi tabiîdir. Hulâsa, Yıldız Sarayı mahkemesi faslından sonra Enver, artık gittikçe değişir. Arkasından görünmez bir el, onu, dalgalı bir geleceğe ve kendinin de tayin edemediği birtakım vazifelere doğru itmektedir. Ve bu istikbal, kim bilir nelere gebedir...

 

* * *

 

ORDU SAFLARINDA...

 

Enver, Kurmay Okulunu, 23 kasım 1902’de, ikinci olarak bitirdi. Bu, çok iyi bir derecedir. Şimdi artık yüzbaşı Enver' dir. Usulen ilk vazifesi, sekiz ay müddetle «Sunf-u Selâsede», yani ordunun üç sınıfını teşkil eden piyade, topçu ve süvari sınıflarında staj görmektir. Bunun için de ve iki sene müddetle III. Orduya tayin edilir. Gerekli sınıf stajlarını tamamladıktan sonra, III. Orduda daha 16 ay hizmete devam edecektir. Ondan sonra hakkında karar alınacaktır.

 

O devirde stajlarını tamamlayan kurmaylar, daha ziyade

 

 

196

 

ordu kurmay bürolarında vazife görürlerdi. Enver, 23 ekim 1902' de, Manastırda, 13. Topçu Alayının birinci bölüğüne verildi. 16 eylül 1902’de Üsküp'te Nizamiye 14. Alayın birinci taburuna atandı. O sırada tabur, Manastırdaydı. 24 şubat 1904'te, rütbesi Kolağalığa (Önyüzbaşı) yükseldi. Manastırda «İpkâen», yani devamlı olarak vazifelendirilmesi, 8 ağustos 1906’da padişahın iradesine bağlandı. 30 ağustos 1906’da ise, binbaşılığa terfi etti.

 

Fakat Enver, ne büro, ne kışla adamıydı. Ona hareketli vazifeler lâzımdı. Bunu istiyordu da. 1 ekim 1907’de, 500 kuruş maaş zammı ile, Rumeli'de eşkıya takibine memur edildi. Bence Enver'i 1908'de dağa çıkmaya, hürriyetin ilânı yolunda isyan etmeye sevkeden ruh ve staj, bu eşkıya takibi vazifesi ile başlar.

 

İleride, üzerinde ayrıca duracağımız bu eşkıya takibi işini, şimdiden biraz belirtmeliyiz. Çünkü bu vazife, basit anlamı ile bir eşkıya takibi işi değildir. Bu takip, gerçi çetelerle savaştır. Ama çeteler; Sırp, Bulgar, Rum ve hatta Arnavut nasyonalistlerinin, örgütlü savaş güçleri ve öncüleridir. Yani dava, Rumeli'de millî akımlarla mücadele davasıdır. Bu davada karşı tarafın dayanağı, onları destekleyen millî hükümetlerle, Rusya ve bazı büyük devletlerdir. Ama asıl dayanak, hiç şüphe yok ki, millî duygulardı. Muhtariyet veya istiklâl hedefleriydi. Hepsinin kalbinde, «Ya istiklâl, ya ölüm!» sloganı yanıyordu. Hepsi de genç insanlar, haşmetli Rumeli dağlarında estirilen bu sert rüzgârlara, isteyerek kendilerini veriyorlardı.

 

Onlarla savaşan Osmanlı subayları için ise, arkadaki dayanak; çökmüş, kağşamış, ne yapacağını şaşırmış, karar ve hareket istiklâli elinde olmayan bir Osmanlı hükümeti ve ona hâkim olan saraydır. Gerçi subaylar bu çetelerle kahramanca savaşırlar. Ölürler, öldürürler. Çünkü şu da bir gerçektir ki, bu çete savaşları, onlar için de bir mektep olmaktadır. Şunu anlıyorlardı: Demek ki millî cereyanlar vardır. Demek ki Osmanlılık, ya bu cereyanlarla savaşmak, ya anlaşmak zorundadır. O halde ne yapmalı?

 

 

197

 

Şu soru, bütün kışlalarda, karakollarda, pusularda tartışılıyordu: Devlet nereye gidiyor? Ne yapmalı? Hulâsa, orası Makedonya'dır. Makedonya, kaynayan bir milletler kazanıdır. Bu milletlerden her birinin, ayrı dili, ayrı gayesi, ayrı davası vardır. Bu davalar, yazılmış, çizilmiş, siyasetleşmiş, bilgileşmiştir. Bu davalar hem liderlerini, hem silâhşorlarını bulmuştur. Ya Osmanlı subayları? Onlara emredilen, yalnız savaşmaktır ve o kadar?..

 

Halbuki, bu kaynayan kazan, bu altına dinamitler yerleştirilmiş Makedonya üzerinde onlar, bu savaşların yetersizliğini artık sezmeye başlamışlardır. Bu dava bir başka davadır. Ve büyük bir davadır. İmparatorluğun kaderi, bu davalara düğümlenmiştir. Bir başka yol, bir başka anlayış ve çözüm yolu bulmalı. Meselâ Mustafa Kemal, daha Kurmay Okulu sınıflarında arkadaşlarına, Rumeli’nin kısmen terkedilerek, savunmaya ve yaşamaya daha elverişli sınırlara çekilmeyi anlatmıyor muydu? Meselâ Güney Bulgaristan’dan, daha doğrusu Şarkî Rumeli’den de bazı parçaların Türkiye’ye katılmasıyle, Arnavutluk ve Şimalî Makedonya, ona göre, pekâlâ terkedilebilirdi... Gerçi bu görüşleri, arkadaşlarınca saldırıya uğruyordu. Ama her halde bir şeyler yapmak lâzımdı (1).

 

İşte, önyüzbaşı Enver, şimdi bu davanın ortasındadır. Makedonya’dadır. Ve Makedonya kaynar. Hatta, Makedonya toptan patlamaya giden, topyekûn bir bombadır. Fakat ne çare, o kendine verilen vazifeyi yapacaktır. Adına eşkıya denilen nasyonalist çetelerle savaşacaktır. Savaşır da. Biz bu savaşları ileride ele alacağız. Şimdilik Enver’i bu Makedonya dağlarında bırakalım. Çünkü daha önce başlayıp bir noktada kestiğimiz ve yeniden döneceğimizi kaydettiğimiz konuları tamamlamalıyız. Bu konular; ittihat ve Terakki’nin Avrupa’daki faaliyetlerinin 1900’den sonraki gelişmeleri ile, Osmanlı imparatorluğu üzerindeki dış baskıları ve daha ziyade, Abdülhamit saltanatı devrinde devletin çöküşüdür.

 

imparatorluğun bu kadar çamurlaştığı bir devrin, yani Abdülhamit

 

 

(1) General Ali Fuat Cebesoy’dan: Mustafa Kemal Lider, 1956.

 

 

198

 

istibdadındaki çok cepheli çöküntünün bir hikâyesini vermezsek, şartların ve olayların akışını canlandıranlayız.

 

Öyle ya? Nasıl ve niçin bu çıkmazlara geldik? 1908 İhtilâli, neden ve hangi gelişme ve birikimlerin kaçınılmaz zorunlukları altında patladı? Bir küçük rütbeli Enver Bey, niçin ve nasıl oldu da birden ve bir efsane yıldızı gibi, İmparatorluğun semalarında parladı? Ve nasıl oldu da birden ve bütün ülkenin, kahramanı ve sevgilisi olarak kabul edildi? İşte bütün bunların cevaplarını bulabilmek için, şimdi biraz gerilere dönelim. Ve adına, Abdülhamit Muamması diyebileceğimiz, karanlık ve çöküntülü bir labirentin, yollarına, dehlizlerine dalalım...

 

Hem şunu da kaydedelim ki, İmparatorluğun bu tükenişini araştırmaya çalışırken, bu labirentte bize yol gösterecek, bütün çatlakları, dengesizlikleri ve hastalıkları gösterecek, anlatacak olanlar, Padişah Abdülhamit’in, kendi Nazırları, Vezirleri, Sadrazamları, hulâsa kendi adamları olacaktır!..

 

[Previous] [Next]

[Back to Index]