Makedonya'dan Ortaasya'ya. Enver Paşa. I. cilt: 1860-1908

Şevket Süreyya Aydemir

 

BİRİNCİ KISIM

 

İkinci Abdülhamit Kimdir?

 

Iki tane Abdülhamit var. Bunun biri;

hayatının karanlık muhasebesi 10 şubat

1918’de kapanan, hayata gözlerini

yuman, Sultan ikinci Abdülhamit’tir.

 

Bir de, bir başka ikinci Abdülhamit

var: Birtakım insanların, birtakım

hayal oyunlarıyle şimdi yaratmak

istedikleri, fakat gerçeklerle tek ilgisi

olmayan bir masal adamı! Bir ulu padişah!..

 

Ama bizim bu eserde konumuz, bir

hayal oyunu değildir. Bizim burada işimiz,

ikinci Abdülhamit’i ve devrini, gerçek

hatları ve gerçek karakteristikleri

ile işlemeye çalışmaktır. Biz de öyle

yapacağız...

 

 

III

 

 

HAYAL KIRKLIĞI:

 

Sultan Aziz, Tanzimatın ruhundan uzaklaşması ve idarede soysuzlaşma yüzünden tahtından indirilmişti. Oğlu tarafından neşredilen hatıralarında Mithat Paşa da (1) Tanzimat sözlerinin ve şahsiyetlerinin, Sultan Aziz zamanında ortadan silindiğini anlatır. Bu hal ülkede, Mithat Paşanın sürdürmeye çalıştığı Tanzimatçı hareketler için de böyle oldu. Meselâ «Vilâyetler Nizamnamesi önemli bir hareketti. Bu nizamnameye göre, vilâyetlerde idare meclisleri kurulacaktı. Bu meclislerin üyeleri halk tarafından seçilecekti. Vilâyet merkezlerinde her yıl, halkın vekillerinden meydana gelen ve bir nevi Meclisi Mebusan şeklinde işleyen umumî meclisler kurulacaktı. Fazla olarak da, İstanbul'daki Devlet Şûrası'na bu meclislerden temsilciler gönderilecekti. Böylece Devlet Şûrası, gelecekteki parlâmentonun bir nevi çekirdeği şeklini alacaktı. Fakat Abdülaziz, bu tasarının gerçekleşmesine de yanaşmadı. Çünkü Abdülaziz, padişahın iradesinde «emir ve nehyinde müstakil olmasını, hilâfet ve saltanatın şartlarından sayıyordu.»

 

Abdülaziz'den sonra ve Meşrutiyeti kuracağı kaydı ile saltanata getirilen Beşinci Sultan Murat'ın, kısa zamanda şuurunu kaybetmesi ise, daha önce de kaydettiğimiz gibi, tarihimizin akışında bir şanssızlık oldu. Ve bu şanssızlık, hareketin başında olanlarda haklı olarak hayal kırıklığı yarattı.

 

II. Abdülhamit’in saltanatı ise, Meşrutiyet ideali ve devletin yeni bir nizama götürülmesi bakımından, tam bir ihanet devri oldu.

 

İlk darbe, Mithat Paşanın yurt dışına sürülmesiyle başlamıştı. ikinci darbe, bir süre için açılan Mebusan Meclisinin, kısa bir zaman sonra ve kendi devrinde bir daha açılmamak üzere kapanmasıyle meydana getirildi.

 

 

(1) Mithat Paşa: Tebsere-i İbret ve Mirât-ı Hayret, (2 cüt).

 

 

110

 

Nihayet 9 mayıs 1884 gecesi Mithat Paşanın Hicaz’da Taif zindanında boğduruluşu, bu darbelerin son safhasını teşkil etti. Mithat Paşanın öldürülüşü, yalnız onun hayatına son verilmekle kalmadı. Bu cinayet; Mithat Paşanın önder olduğu Meşrutiyet, yenileşme, çağın akışına adım uydurma umut ve gayretinin de sonu ve yenilgisi oldu.

 

Böylece Abdülhamit, artık dönülmesi mümkün olmayan bir yola girdi. İstibdat ve kayıtsız şartsız Mutlakiyet yoluna. Hulâsa Abdülhamit’in saltanatı; cahil, çağın akışından habersiz, dünya görüşünden yoksun ve ruhen hasta bir adamın, ta 1908 ihtilâline kadar, Osmanlı imparatorluğunun idaresine kayıtsız şartsız ve sorumsuz el koyuşunun hikâyesidir.

 

Ordunun ve donanmanın çöküşü, idarenin soysuzlaşması ve imparatorluğun meskûn topraklarının yarısının kaybı, malî iflâs ve diğer acı gerçekler, Abdülhamit istibdadının aşağıda vereceğimiz hikâyesinin, ancak bazı halkalarıdır.

 

* * *

 

İKİNCİ ABDÜLHAMİT KİMDİR?

 

II. Abdülhamit, Sultan Abdülmecit’in (saltanatı 18391861) ikinci oğlu olarak, 21 eylül 1842’de dünyaya geldi. Küçük yaşta annesini kaybetti. Kayıtlar ve rivayetler, babasının kendisini pek sevmediği merkezindedir. Kardeşlerinden ve diğer şehzadelerden ayrı yaşamasını seven, kapalı, içine dönük, içinden pazarlıklı, fakat tutumlu bir tip olarak tasvir edilir. Sefih değildi. Avcılık, bahçe ve el işleri, gençliğinin zevkleriydi. Şehzadeliğinde, padişah olmak ihtimali uzak görünüyordu. Çünkü Sultan Aziz sıhhatliydi. Ondan sonra veliaht Murat Efendi gelecekti. Murat Efendi ise hem genç, hem çevresinde itimat uyandıran, oldukça aydın, uyanık bir insandı.

 

Abdülhamit padişah olduğu zaman, 33 yaşındaydı. 34 üncü padişah sayılır. Ve padişahlığı 33 sene, 11 ay, 11 gün sürdü. Bu saltanat süresinin denilebilir ki tamamı, Abdüîhamit’in şahsına, mizacına bağlı olarak geçti. Abdülhamit, kendi devrine, kendi damgasını vuran ve son imparatorluğun, hazin kaderini tayin eden adamdır.

 

 

111

 

Bu kader, hakikaten kötü ve çökertici oldu. Bu neticede, onun ruh yapısı ve kendisinin de hâkim olamadığı karışık, vesveseli kompleksleri, gidişata etkisi olan önemli faktörler olarak görülür.

 

Tahsili, bütün saray çocuklarının ve şehzadelerinin tahsili gibidir. Şehzadeler mektebe gönderilmedikleri ve sarayda, çoğu sarıklı özel muallimlerden ders aldıkları için, Abdülhamit de o yolu izledi. Saraylarda öğrenim, şöyle böyle başlar ve belirli bir programa bağlanmadan, gene gelişigüzel biterdi. Dersler malumdu: Osmanlıca, Arapça, Farsça, Fransızca, biraz tarih, biraz musiki. Osmanlılarda tahsil için Arapça ve Farsça temel dersler sayılırdı. Bu dersler, Arapça ve Farsçayı öğrenip konuşmak için değildi. Osmanlıca, zaten Türkçe-Arapça-Farsça gibi üç dilin kelime ve kaidelerinden kurulmuş olduğu için, bu dilleri öğrenmek şarttı. Fakat hiç bir şehzadenin, hatta Osmanlıcayı bile tam olarak öğrenemediği düşünülürse, Abdülhamit’in de tahsilindeki derme çatmalığa şaşmamak icap eder. Meselâ, Osmanlı Tarihi derslerini aldığı Lütfi Efendi, sarayın Vakanüvis’i, yani hanedanın doğum, ölümleri ile başlıca vukuatı kaydedici resmî memuruydu. Tarih konusunda öğrettikleri nihayet, Osmanlı padişahlarının yüzeyden hikâyelerine dayanıyordu. Abdülhamit’in bu dersler dışında ve kendir ni yetiştirmek için kitaplar okuduğuna dair kayıtlar yoktur. Çünkü padişahlığında ve sarayında gösterişli kitaplıklar kurmasına rağmen, büyük merakı, polis ve cinayet romanlarınaydı. Bunları tercüme eden, hazırlayan özel memurlar vardı. Hulâsa Abdülhamit, ülkesinin davalarının derinine inecek ve çağının akışını takip edebilecek genel kültürün en basit dayanaklarından yoksun olarak yetişti. Öyle yaşadı ve öyle öldü (1).

 

 

(1) Abdülhamit’in yetişmesindeki yetersizlik, bilgi noksanı, onun hayatı boyunca devam etti. Meselâ, gençliğinde ve Sultan Aziz’le ziyaret ettikleri Üçüncü Napolyon’dan, «Napolyon Bonapart» ve öldürüldüğünü duyduğu Meksika İmparatoru Maksimilyen’den ise «Brezilya İmparatoru» diye bahsederdi. Tahttan indirildikten sonra ve ölümüne kadar ona bakan doktoru Atıf Hüseyin Bey, bunları hatıralarında nakleder. (Bu hatıralar, Türk Tarih Kurumu’ndadır).

 

 

112

 

Kaldı ki bunda, Osmanlı padişahının saraylarda ve kapalı duvarlar arasında kapanışı, dış âlemle hiç münasebetleri olmayışı ayrıca müessirdi. Abdülaziz zamanında az çok müsaade edilebilen ava gitmek veya şehzadelerin birbirlerini ziyaret imkânları da, Abdülhamit zamanında yasaklandı. Hanedan azası; kapalı saray duvarları arkasında, hadım ağaları ile, gene saraylarda mahpus hayatı yaşayan kadınlar arasında, cahil, görgüsüz, arkadaşsız bir ömür sürmeye mecbur bırakıldılar. Bu cümleden olarak meselâ Abdülhamit, kendisinden sonra tahta geçecek olan Reşat Efendinin (Sultan Reşat) tam 19 yıl, yüzünü dahi görmemişti. Reşat Efendi bu yılları arasında, mahpus gibi geçirdi. Aynı mahpusluk hali, Sultan Aziz zamanında, veliaht Murat Efendi için de uygulanmıştı. Böylece Murat ve Reşat Efendiler, daha o safhada kendilerini içkiye verdiler. Saray hayatı, hakikaten sıkıcı, manasız ve bunaltıcıydı.

 

Meselâ Murat Efendi, saray-harem hayatını şöyle anlatır:

 

«Haremde her zaman yaşadığım ye’si, hüznü ve duyduğum nefreti tarif etsem inanmazsınız. Kadınlar arasında, son derece cehalet hüküm sürüyordu. Haremde geçirdiğim zamanlar, benim için bir azaptı. Fikir öldürücü bir boşluk, yorgunluktu...»

 

Abdülhamit, Sultan Aziz zamanında ve saltanat nöbeti kendisine çok uzak göründüğü için köşklerinde nispeten serbest bırakılmak ve ava da gidebilmekle beraber, bu köşklerde ve saraylarda teneffüs edilen hava, gene aynı havaydı. Memleketten kopmuşluk, halktan uzaklık, dış âleme kapalılık ve hele dünyanın gidişi hakkındaki derin bilgisizlik, aynı suretle Abdülhamit için de hükmünü yürüttü. Hocalarından, şekilden ibaret okuyup yazma dersleri dışında bir şey öğrenmesine, zaten hem imkân, hem izin yoktu. Hele kitapsızlık, bütün bu boğucu ve istidatları körletici şartları tamamlayan ayrı bir etkendi. Padişah, padişahlığına hazırlanamıyordu. Hem dünyanın, hem kendi milletinin, hatta kendi hanedanının dışında yaşıyor, havasız ve susuz bir çiçeklik nebatı gibi, normal bir hayatiyetten yoksun olarak yetişiyordu. Abdülhamit de böyle yetişti.

 

 

113

 

Bu darlığın, kapalılığın komplekslerini, sonuna kadar muhafaza etti. Bütün Şark saraylarını saran, şüpheler, korkular, bilgisizlik ve devamlı ürküntü, onun ruh dokusunu, baştan sona kadar işledi.

 

* * *

 

BOZULAN BÎR HAMUR:

 

Sarayın bu şartları ve havası içinde yoğrulan bir hamurun, kolay bozulma istidatlarını bünyesinde taşıdığını kavramak mümkündür. Abdülhamit’in de hamurunda, belki bazı iyi istidatlar gizliydi. Ama kendini Osmanlı tahtında bulup, etrafını da tez zamanda birtakım basit, değersiz insanlar alınca, onun hamurundaki bu istidatlar, pek çabuk sıhhatini kaybetti. Ve bozukluk, bütün şekilleriyle, ruhunda ve hayat tarzında kendini gösterdi..

 

Meselâ padişahlığının ilk zamanlarında, belki içinden pazarlıklı bir saray kurnazlığı ile sadrazama, vezirlerine karşı nazikti. Meselâ ilk zamanlarda, kabine toplantılarına sık sık katılırdı. Bu bizde, yeni ve umut verici bir başlangıçtı. Fakat Abdülhamit’in «İhtilâlci Adamlar» diye tanıdığı Yeni Osmanlılar ve bunların kendisine karşı da bir darbe hazırlamak ihtimalleri, onun kafasında ilk «sabit fikir» olarak filizlenmeye başladı. Mithat Paşanın sürgüne gönderilişi, Mebusan Meclisinin kapatılışını ve Ziya Paşa, Namık Kemal gibi Genç Osmanlıların İstanbul’dan uzaklaştırmışım yetersiz görmeye başladı. Sultan Murat’ı Çırağan Sarayı’ndan kaçırmak ve tahta geçirmek yolundaki hareketler de onun vehimlerini gittikçe kuvvetlendirdi. O kendisini, göze görünmez birtakım hıyanet çemberleriyle sarılı sanıyordu. Ruhunda meydana gelen ilk şüpheler, onun zaten içine dönük, içinden pazarlıklı olan ruh yapısını, gittikçe sarmaya başladı. Ruh sıhhatini ve fikir selâmetini kaybedince ise, insan artık, iç benliğinin hâkimi değil, esiridir. Abdülhamit’te de böyle oldu. Saltanat ve saltanatta kalabilmek endişesi, onda da artık tek kaygı haline geldi. Bu böyle olunca da, adına «Abdülhamit İstibdadı» denilen ve daha aşağıda ele alacağımız gibi Genç Türklerin, yani Enver Paşa ve neslinin tek yıkma hedefi olan nizamın örgüleri, her gün biraz daha şiddetle örülmeye başladı.

 

 

114

 

Kısacası Abdülhamit, ruh sıhhatini ve fikir selâmetini her gün biraz daha kaybediyordu. Ve ruhu zincirlenen bir adam haline geldi.

 

* * *

 

JURNALCİLİK NEDİR?

 

Abdülhamit böylece, ruh sıhhatini ve fikir selâmetini gittikçe kaybetti. Büsbütün kendi içine gömüldü. Dış âlemden koparak, sarayın dört duvarı arasına kapanmaya başlayınca da elbette ki, ilk sarılacağı kaygı, nefsini korumak, saltanatını, her ne pahasına olursa olsun sürdürme çarelerini aramak olacaktı... Bu ruh hali içinde bir adam, etrafında, elbette ki sağduyu ve mantık sahibi insanları değil, kendisinin bu zaaflarını sezen, bundan faydalanmak çarelerini arayan, bütün işleri, padişahı vehimlendirmek ve sızdırmak olan insanları bulacaktı. Bu halden, Abdülhamit’in kendini hiç bir zaman kurtaramayacağı bir mekanizma ve bu mekanizmanın değersiz, fakat tehlikeli kadrosu doğdu: Jurnalcilik ve jurnalcılar...

 

Öyle görünüyordu ki jurnalcilik, Abdülhamit’in, daha saltanatının ilk günlerinde başlamıştı. Fakat, bilhassa Mebusan Meclisinin kapatılmasından, yani Abdülhamit’in halkla son temas organının da ortadan kalkmasından sonra büsbütün güçlendi. Sarayda bu işi teşkilâtlandıran ilk adam, öyle görünüyordu ki Damat Mahmut Paşaydı. Ama sistemin ilk kurbanlarından biri o oldu. Yani, mekanizma onun aleyhine de işledi.

 

Jurnalcilik, bir ihbarlar sistemiydi. Jurnalcılar ise muhbirler. Ve bunların sayısı, hesabı yoktu. Jurnalci, bu işler için görevlendirilmiş bir tip de değildi. Vezirlerden sokak adamlarına kadar, saraya herkes jurnal verebilirdi. Yapılan ihbarların gerçek olması, akla mantığa uyması şart değildi. Yaptığı ihbarların asılsızlığından kimse zarar görmezdi. İş böyle olunca da, saraya jurnaller sel gibi akmaya başladı. Jurnaller, Abdülhamit sarayı bürokrasisinde, günlük işlerin en önemlileri arasında yer aldı. Abdülhamit’ten bir jurnali saklamaya, kimsenin yetkisi, cesareti yoktu.

 

 

115

 

Bunların ya asılları, ya özet cetvelleri padişaha sunulurdu. O, bunları mutlaka incelerdi. İstanbul’da elektrik tesisatı yapılmaması, telefon şebekesi kurulmaması, bu yoldan sarayın havaya uçurulacağı veya suikastler tertip edilebileceği gibi ihbarlara dayanıyordu. Hatta Terkos uyunun saraya verilmesi için borular döşenilirken de jurnaller verilmişti. Faaliyet durdurularak, bir ay kadar tahkikat yapılmıştı. Çünkü bu jurnallerde, su borularından saraya bomba sevkedilebileceği, hatta suikastçıların aynı borulardan girebileceği bildirilmişti. İhbarlar bu seviyede de kalmıyordu. Üsküdar’daki kulübesinin bahçesinde topraktan kumbaralar yapıp satan bir fakirin yaptığı bu şeylerin, kumbara değil, bomba olabileceğini komşusu saraya jurnal etmişti. Topraktan kumbaralar meydandaydı ama, tahkikat üç aydan fazla sürdü. Çeşitli komisyonlar kuruldu. Lâkin hava öyleydi ki, hiç kimse padişaha, «Bunlar bomba değil, kumbaradır» demek cesaretini kendinde göremiyordu. Saraya yağdırılan jurnallerin bazen günde 5.000-6.000’e vardığına dair kayıtlar vardır.

 

Saray mahzenlerini dolduran ve hepsi üstünde çalışılan bu binlerce ve binlerce jurnaller, 1908’den sonra arabalar dolusu, Beyazıt’ta Harbiye Nezareti meydanına taşınıp orada yakıldı. Ama bu iş bile uzun sürdü. Çünkü jurnaller hadsiz hesapsızdı. Ve bunların altında kimlerin imzaları yoktu ki... Sadrazamlardan, şeyhülislâmlardan, vezirlerden, paşalardan, mahalle bekçilerine, sokak adamlarına kadar, asker ve sivil, bu lânetleme meknizmaya, nice nice insanlar kendilerini kaptırmışlardı. Hep bir şey koparmak, bir şey sızdırmak için. Çünkü jurnalcilik, en makbul ticaret haline gelmişti. Yapılan ihbarların doğru veya akla yakın olması da şart olmadığı için, bu mekanizma, hiç durmadan işledi. Her jurnale, «Abdülhamit’in ruhunda, elbette ki bir menfi enjeksiyon» yapıyordu. Onu her gün biraz daha vehimlere, şüphelere, korkulara, ruh zaafına sürüklüyordu. Ruhunu zincirliyordu. Ve bu hal, tam 33 yıl sürdü (1)...

 

 

(1) Bu jurnaller evvelâ, şimdi İstanbul Üniversitesi olan binanın bahçe kapısındaki iki daireden birine alınarak, orada kaydedilmek ve incelenmek istendi. Bir süre çalışıldı. İşte bu İnceleme Komisyonu’nda görevli bulunan Asaf Bey (Emekli Süvari Yüzbaşısı Asaf (Togay) jurnal envanterlerinden bir defteri saklamış ve bunlar İbret adı altında ve iki cilt halinde yayınlanmıştır (Yürük Matbaa ve Yayınevi), 1962, İstanbul.

 

 

116

 

Bu çarklar ve böyle bir hava içinde gece gündüz bocalayan bir insanın, ruh sıhhatini muhafaza etmesine de, elbette ki ihtimal yoktu. Evet, Abdülhamit hastaydı. Bir ruh hastası. Karakterindeki olumlu ve olumsuz çelişmelerin hepsinin üstünde bu ruh hastalığı, onun bütün saltanatı boyunca, bütün düşünce ve icraatına hâkim oldu. Bu hastalığı, bir Fransız akıl doktoru, İttihat ve Terakki Cemiyetinin lideri Ahmet Rıza Beyin Paris’te neşrettiği Meşveret gazetesinin 15 mayıs 1901 nüshasında şöyle vasıflandırmıştır:

 

«Halk, yalnız zincirle bağlanmış veya tımarhaneye kapatılmış insanlara deli derler. Sizin hükümdarınızın hastalığına ise, akıl hastalıkları ilminde, akıllı delilik “Cinnet-i Münevvere” denilir. Akıllı deli, sıhhatli ve selâmetli bir fikre malikmiş gibi konuşur. Fakat bütün fikirlerinde ve kararlarında, hükümler hatalıdır.

 

Böyle bir hastanın zekâsı, yalnız kendi heves ve ihtirasları dairesinde işler. Zekâsını, sırf kendisinin muhtaç olduğu şeylere sarf eder. Kendi bencil hesaplarına kendini verdiği zaman, şayanı takdir zekâ eserleri gösterir. Fakat diğer hususlardaki, yani kendi benliğini ve varlığını ilgilendirmeyen meselelerdeki hükümlerinde, emniyet ve selâmet bulunmaz. İdrakinin havsalası, bunları kavrayamaz.

 

Böylece akıllı delide, bir zekâ gücü olduğu halde, onda zaman zaman garip, delice ve hatta caniyane hareketler görülür.

 

Akıllı deli, devamlı bir karakter kuvvetine ”seciye kuvvetine” malik değildir. Cevheri soysuzlaşmıştır. Vehim ve merak illetine tutulmuş olduğu için, hükümleri ve fikirleri bu illetin hallerine tabidir. Kalbî bağlılıklara karşı duygusuzdur. Huysuz, müşkülpesent, merhametsiz, kıskanç ve yalancıdır.

 

 

117

 

Vesveseli, içinden alaycı, korkak ve bâtıl fikirlere bağlıdır.

 

İstibdat, saygısızlık, hile ve desise, fitne ve mürailik, bunlara mahsus olan zaaflar ve eksikliklerdir.

 

Akıllı deli, aslında ve kendi benliği ve menfaati dışında ne istediğini bilmez. Kendini herkesin üstünde sayar. Her şeyi en iyi düşünen ve her şeyde bilgili sayar. Yüksek bir mevki işgal ettiği zaman, en büyük ihtirası, herkese kumanda etmek, her şeye hâkim olmaktır. Ve içinde yaşadığı âlemi, en küçük teferruatına varıncaya kadar kendisi idare etmek ister. Bundan, aşırı zevk duyar...

 

Abdülhamit’te bu vasıfların hepsi, son derecesi ile mevcuttur. Bu sebeple kendisine, akıllı delilerin en mükemmel nümunesi olarak bakılabilir. Ama yalnız bu kadar da değil. Onun asıl hastalığı cinnet-i takip, yahut hezeyan-ı itisaftır ki, diğer bütün arızî zaafları, hep bu sabit fikir etrafında toplanır...»

 

 

Bugünkü tıp ilminde bunlar hep, paranoid mizaç vasıfları içinde toplanır.

 

Bu teşhis, ne dereceye kadar doğrudur. Bu teşhisi koyan Fransız hekimi, hastayı bizzat görmediği ve yalnız, bütün dünya gazetelerinde günü gününe yer alan hareket ve icraatı ile izlediği, hükümlerini ona göre verdiği için, bu hükümlerde ne kadar hata payı vardır. Bu soruların cevaplarını vermek, sanıyorum ki kolaydır. Çünkü Abdülhamit’in tam 33 yıl, etrafı duvarlarla çevrili dar bir saray muhitinde kapalı, içine dönük yaşadığı, vehimleri, korkuları, vesveseleri ve kendi nefsini, memleketin ve âlemin mihveri haline getirişi, hulâsa bu 33 yılın genel manzarası ve gidişatı meydanda olduğu için, yukardaki hükümlerde isabet payının pek de az olmadığı ve genellikle, bu görüş ve tasvirlerin, hatta isabetli olduğu söylenebilir...

 

Gerçi Abdülhamit aslında, belki birtakım iyi vasıfları nefsinde taşıyordu. Gençliğinde saray hocalarından değil de, iyi mekteplerde, halk çocukları arasında, iyi hocalardan ders alsaydı, yani normal bir tahsil görüp, çağdaş bir kültür edinseydi, belki faydalı bir hükümdar olurdu.

 

 

118

 

Eğer saray duvarları dışında bir şeyler görseydi, zaman zaman memleketi ve dış ülkeleri gezebilseydi, insanlardan kopmasaydı, orduyu tanısaydı, devlet çarklarında bazı vazifeler alsaydı, belki bu soy vasıflar daha da gelişirdi. Ama 33 yılda bir defa, Üsküdar yakasına bile ayak basmayan, çevresinde ancak harem ağaları ve satın alınmış kadınlar gören, robotlaşmış bir saray halkı ile çalışan ve kendi benliğini, memleketin ve âlemin mihveri haline getiren bir insanın, ruh sıhhatini ve soylu vasıflarını muhafaza etmesine, maddeten imkân yoktu. Abdülhamit’in Yıldız Sarayı’ndan baktığı zaman gördüğü dünyanın sınırları, Boğazın Anadolu yakasındaki Çamlıca sırtları ile Kız Kulesi’nde bitiyordu. Kaldı ki bu daracık âleme de, gene şüpheler, korkularla bakıyordu. Çünkü ona göre, hatta şehzadelerin saraylarında bile kendi aleyhine fesatlar kaynıyordu. Tam 28 yıl mahpus yaşattığı kardeşi Murat Efendinin (Sultan Murat’ın) kurtarılabileceği hayali, daima gözünün önündeydi. Ona göre, herkes kendisine düşmandı. Ve kendisinin tek dostu, gene kendisiydi.

 

Evet, bazı kaynaklardan, hatıralardan ve müşahadelerden hareket edilerek incelenirse, Abdülhamit’te hele sistemli bir yetişmeye kavuşsaydı, daha da gelişmeye müsait olan bazı iyi vasıflar görülür. Meselâ çalışkanlık, sadelik, bir nevi görüş kuvveti, güçlü bir tasarruf ve tutumluluk, insanların zaaflarını ve meziyetlerini tanımak kudreti, Abdülmecit ve Abdülaziz’i mahveden israflardan kaçınmak, saray kadınlarının israf ve işlere müdahalelerine meydan vermemek, muharebelerden kaçınmak, oldukça kuvvetli bir musiki anlayışı, sarayında ağaç, çiçek ve kuşlara karşı duyduğu sevgi, elbette ki ve iyi işlendiği zaman gelişebilecek güzel vasıflardı.

 

Abdülhamit sade, mazbut ve çalışkan bir insandı. Sabah erken kalkar, banyosunu alır ve sonra normal fasılalarla, bazen gece yarılarına kadar bürosunun başında çalışırdı. Ama bu iş saatlerinin çoğunu, asılsız jurnallerin incelenmesi ve gereksiz tahkikat işleri alırdı.

 

Sadeliği seven insandı. Kendini aşırı sefahatlere vermezdi.

 

 

119

 

II. Abdülhamit

 

 

120

 

Ama kendine bağlanan veya kendilerini tecrübe etmek istediği insanlara karşı ihsanları (para ve hediyeleri) bazen ölçüsüz olurdu. Sarayın içinde ve etrafında, sayıları 15.000’e varan lüzumsuz bir hizmet adamları ve muhafızlar ordusu beslemekle beraber, gösterişli saray hayatını sevmezdi. Ama çevresi ve muhafızları ne kadar artarsa, vehmi ve şüpheleri de o kadar artıyordu.

 

Sarayında, 10.000 kadar ve çeşitli dillerde değerli kitaplar toplayan dört kitaplığı vardı. Bunların bakımı, idaresi, cilt işleri için, 30 kadar insanı toplayan bir saray kadrosu vardı. Bu kitaplıklarda oturmaktan, hatta zaman zaman vezirlerini oralarda kabul etmekten zevk duyardı. Hatıralarında, kendisinin de, bilhassa tarihe ve edebiyata meraklı olduğunu ifade etmiştir. Ama daha önce de değindiğimiz gibi, tercüme ettirip dinlediği kitaplar, yalnız.polis romanlarıydı. Bunları da tercüme eden, hazırlayan ve ona okuyan bir kadro, sarayda devamlı olarak vazife başındaydı. Her gece yatağına yattığı zaman, ancak bu polis ve cinayet romanlarını dinleyerek uykuya dalardı (1).

 

Bu sebeple, kendisinin iddia ettiği tarih ve edebiyat merakına da güvenilemez. Çünkü aynı hatıralarında Mithat Paşadan, babasının, yani Sultan Mecit’in son sadrazamı olarak bahseder. Halbuki Mithat Paşa o zaman, ort bir memurdu. Ve ancak Sultan Aziz’in yıllarında ön plana çıktı. Çağın tarihi üzerinde bilgisizdi.

 

Tutumluluğu için misaller verilebilir. Meselâ kendisi tahta geçtiği zaman, devletin borçları, 300.000.000 altın liraydı. O, kendisi de bazı dış borçlanmalara gitmekle beraber, tahttan çekildiği zaman bu borçlar artmış değildi. Hatta üçte bir eksilmişti. Fakat devletin iflâsı da onun idaresinde ilân edildi. Muntazam bir devlet bütçesi yoktu. Yahut hesaplar kâğıt üzerinde kalırdı. Yollar, köprüler, devlet binaları inşaatı, mektepler, hastaneler tesisi, çağın hızına ve meselâ en yakın Balkan memleketlerine göre de, sıfır denilebilecek kadar azdı.

 

 

(1) Bu okuma görevi, süt kardeşi ve baş esvapçısı İsmet Beyindi.

 

 

121

 

Memurlar, ordu mensupları gibi maaş ehli insanlara ise, daha aşağıda değineceğimiz gibi, senede ancak birkaç: maaş verilebiliyordu. O halde Abdülhamit’in tutumluluğunu bu bakımdan alırsak, o zaman işin rengi geniş ölçüde değişir. İhsanları ise, bazen ölçüsüzdü.

 

Etrafında bazı muktedir insanları, meselâ Plevne Müdafii Gazi Osman Paşayı, ancak göz altında bulundurmak için tutar ve onlara iş vermezdi. Buna karşılık meselâ sarayının ve hayatının muhafazasını emniyet ettiği Tüfekçibaşı Müşir Tahir Paşa, okuma yazma bilmezdi. Neferlikten gelmişti. Zaten rütbeler dağıtmakta dikkatsiz ve laubaliydi. Kendisinin hemoroid hastalığına bakmış olan, Agâh adında bir sokak adamına paşalık vermişti. Aksaray’da polislerin başa çıkamadığı kanlı katil bir sabıkalı olan Arap Abdüllah’ı paşa yapmıştı. Bu misaller çoktur. Kendisine uşaklık eden saray kullarının çocukları, daha yirmi, yirmi beş yaşma varmadan, binbaşı, yarbay, albay, hatta paşa olurlardı. Şehzadeler ise, doğdukları gün rütbeler, nişanlar alırlardı. Bunların göğüsleri, daha saray bahçelerinde oynarlarken, imparatorluğun nişanlarıyle dolardı. Halbuki Yemen’de, Arnavutluk’ta, Doğu dağlarında vazife gören, her an ölümle boğuşan gerçek askerlerin terfileri yıllar yılı gecikirdi. Bunların çoğu ömürlerinin sonunu da bu dağlarda, en basit rütbelerle yaşarlardı. Bu hallerin en büyük etkisi de, tabiî ordunun moralinde olurdu. Onun içindir ki ordu ve gerçek askerler, Abdülhamit’e küskündüler. Abdülhamit’e ne gele: çekse, bir gün ordudan gelecekti. Çünkü imparatorluğun devam ve bekasının gerçek ağırlığım, omuzlarında taşıyanlar onlardı. Onlardılar ki, memleketin yedi iklim dört bucağında, yokluklar, ihmaller, sefaletler içinde, isyanlara, savaşlara, çete muharebelerine göğüs geriyorlardı. Memleketin bütün gerçek davaları ile yüz yüze, göğüs göğüse karşılaşıp yoğuruluyorlardı. Bir gün söz, muhakkak ordunun olacaktı. 23 temmuz 1908’ de Rumeli’de isyan bayrağını açanlar bu askerlerdi. Hayatının hikâyesi bu kitabın mihverini teşkil eden Enver Paşa, 23 temmuz 1908’de bu ihtilâlin yıldızı olarak parlayacaktı.

 

 

122

 

Ama biz bu isyana ve ihtilâl safhasına geçmeden önce, orduda ve ruhlarda bu reaksiyonu yaratan şartlarına, derinlere inen problemlerine, biraz daha gerilere giderek, göz gezdirmeliyiz. O şartlar, o problemler ki bize, Abdülhamit imparatorluğunun yapısını anlatır. Abdülhamit’e ve onun idaresine karşı uyanan reaksiyonu, yani Genç Türkler hareketi ile, onu 1908 ihtilâline götüren faktörleri, ana hatları ile de olsa, önümüze sererler. Çünkü bu kitabın konusu, gerçi bir şahsın hayat hikâyesidir ama, bu hikâye nihayet, bir devrin şartları ve problemleri içinde geçer. Bu şartların ve problemlerin oluşumu ise, daha önce de değindiğimiz gibi, bu hikâyenin kahramanı doğmadan önce şekilleşmeye başlar. Biz bu şartları ve oluşları, gerçek yapıları ve zincirlemeleriyle vermezsek, gerek o kahramanın hayat hikâyesi, gerek onu doğuran olaylar ve atmosfer, havada ve izahsız kalır...

 

[Previous] [Next]

[Back to Index]