Makedonya'dan Ortaasya'ya. Enver Paşa. I. cilt: 1860-1908

Şevket Süreyya Aydemir

 

BİRİNCİ KISIM

 

İkinci Abdülhamit Devrinde İmparatorluğun Görünüşü

 

1876-1908 arası, yalnız imparatorluğun

kendini kurtaramadığı çöküntünün bir

devamı oîmakla kalmaz. Bu devir, aynı

zamanda, son bir ümit olan Tanzimat

çabasının da iflâsıdır. Devletin, bütün

müesseseleriyle halsizleşmesi,

haysiyetsizleşmesi devridir.

 

Öyle ki, 1908’de Abdülhamit’e, «Dur!»

denildiği zaman, bu imparatorluk, tarihi

ömrünü zaten yaşamış görünüyordu.

Artık göze görünen, ancak harita

üzerinde bir imparatorluktu...

 

 

IV

  

 

HARİTA ÜZERİNDE BİR İMPARATORLUK!

 

Osmanlı imparatorluğu, coğrafî bir birlik teşkil etmiyordu. Gerçi imparatorlukların böyle bir birlik halinde olmaları, yani imparatorluğu teşkil eden coğrafî parçaların, birbirine bağlı ve birbirini tamamlayan tek bir toprak bütünlüğü göstermesi şart değildir. Ama ne var ki, imparatorluğun bölümleri tek bir bütün halinde olmasa da, bu bölümler arasında, siyasî, İktisadî ve İdarî bağıntılar bir birlik halinde örülmüş olmalıdırlar.

 

Halbuki II. Abdülhamit’in kendisinden evvelkilerden devraldığı Osmanlı ülkesinin bölümleri arasında, bir İktisadî birlik örgüsü yoktu. Ve böyle bir örgü, hiç bir zaman olmadı. Ülkenin bazı kısımları ile siyasî-idarî birlik dahi, çok defa şekilden ibaret kalıyordu. Bu bölümler arasında ticarî münasebetler de, yok denilecek kadar azdı. Zaten hazin rakamlara inmiş olan ve onun da en garantili görünen kısımları yabancı alacaklılar ve imtiyazlı yabancı şirketler eline bırakılmış bulunan devlet gelirlerinden, değil inşa ve kalkınma işlerine bir şeyler ayrılabilmek, hatta devletin memur-asker maaşlarım karşılamak bile mümkün olmuyordu.

 

Bu niçin böyleydi? Sorunun cevapları basittir. Bunları şöyle özetlemeye çalışalım: Evvelâ Osmanlı ülkesi üç kıta, yani Avrupa, Asya, Afrika kıtaları üzerine yayılmıştı. Ve bu parçalar birbirlerine, İktisadî ve ticarî alanda hemen hiç bir şey vermiyorlardı. Devletin vergi ve asker geliri de, soyula soyula zaten posası çıkmış olan bölgelerden, yani Rumeli ve Anadolu’nun Türklerle meskûn yerlerinden toplanıyordu. Türk olmayan bölgelerin devlet hazinesine vergi ve asker olarak, hemen hiç katkısı yoktu.

 

 

126

 

Zaten Abdülhamit’in tahta çıkışında dahi ancak 18 milyon altın lira olan, onun da ve eğer ödemek lâzım gelirse, 14 milyonu dış borçlar karşılığında taksit ve faiz olarak yatırılması gereken devlet bütçesi, Abdülhamit’in bütün saltanatı boyunca ve gelir olarak, bu yekûnu hiç bir zaman aşmadı. Kaldı ki devletin bu hazin gelirinin en ele geçebilen kaynaklarına, yabancılar mutlak tahsil ve kontrol hakkı ile el koymuşlardı. O halde böyle bir devletten bir yatırım ve kalkınma faaliyeti, elbette beklenemezdi. Nitekim bütün şu Abdülhamit saltanatı boyunca, resmî idareler, en belli başlı teşkilâtı ve ilçe-nahiye idare örgütleriyle, ya bazı bina harabelerinde, yahut da kiralık kovuklarda çalışmak zorundaydı. Abdülhamit’in saltanatı boyunca mektep, kışla ve saire gibi devlet yapısı olarak vücuda getirilen inşaat hacmi, meselâ bizden ayrılan Bulgaristan’ın saha ve nüfusu ile karşılaştırıldığı zaman, çok hazin bir durumla karşılaşılır.

 

Ülkenin akşamı arasında İktisadî münasebetlere gelince? Böyle münasebetlerin meydana gelebilmesi için tabiatıyle, evvelâ bir altyapının, yani bölgeler arasında ulaştırma ve pazarlamaları sağlayacak bir yollar şebekesinin vücudu şarttır. Halbuki Abdülhamit saltanatında ve meselâ bütün Anadolu’da, adına normal kavramı ile şose denilebilecek bir tek kilometre yol yoktu. İstanbul’la İzmit, İstanbul’la Edirne bile birbirine normal yollarla bağlı değildi. Asırların çizdiği ve üzerlerinde gide geline tozlu, çamurlu izler halini almış toprak güzergâhlara, elbette yol denilemezdi. Birinci Dünya Harbi sırasında, asker, subay olarak, Anadolu, Suriye, Irak, Hicaz gibi imparatorluk parçalarını görmek, gezmek fırsatını bulanlardan hiç kimse, bu bölgelerin hiç birinde, adına şose denebilecek vilâyetler arası ulaştırma şebekesinden, tek kilometrelik eser bulunmadığını hüzünle görmüşlerdir. Dağlar, dereler geçit vermezdi. Bataklıklar yaygındı. Meselâ gene Abdülhamit zamanında yapılan bir araştırmaya göre, Irak ve Arap yarımadasıyle, Suriye ve Anadolu’da bataklıkların toplamı 14.524.000 dekar (dönüm) yer işgal ediyordu.

 

 

127

 

Kolaylıkla sulanabilecek arazi yekûnu 32.000.000 dekar (dönüm) hesaplanıyordu (1). Ama bu arazi sulanmıyordu. Nafıa Nezareti bütçesinde, bataklıkları kurutma veya yeni yollar yapma tahsisi yoktu. Zaten aslında devlet bütçesi de mevcut olmadığı için Maliye, haftalık taksit ve tediyelerle, işi idareye çalışan garip, müflis bir müessese haline gelmişti. Türkiye sahilleri arasında, bir Türk ticaret filosu yoktu. Enkaz halinde birkaç gemi, zaman zaman Yemen’e veya Trablus’a asker taşımak için çalıştırılırdı.

 

Bir altyapı olmayınca, elbette ki ticarî ulaştırma da olmazdı. Nitekim daha ileride ve Abdülhamit’in en güvendiği harbiye nazırının kaleminden okuyacağız ki, ordu çok yerlerde askere; Rus, Amerikan buğday, arpa ve unlarından ekmek verebiliyordu.

 

Gene az ileride değineceğimiz gibi, memlekette' millî bir sanayi cihazı, yani fabrikalar, imalathaneler de mevcut değildi. Bölgeler ve bölümler arasında değiş tokuş edilecek millî mamuller de yoktu. Batı sanayii için çalışan bazı hammadde işleriyle, afyon,, tütün, deri, üzüm, incir, fındık gibi yer mahsullerini bir tarafa bırakırsak, bölgelerin birbirlerine verecekleri maddeler de mevcut değildi. İmparatorluğun son devrinde Türkiye, bir kapalı ekonomi, yahut bir zatî iktisat sistemi içinde uyuyordu. Memlekette ancak mahallî pazar münasebetleri işliyordu. Yabancı pazarlarla temas, Türkiye’ye bol bol ithal edilen ve bazen aylarca yol keserek katır, deve kervanlarının sırtında, memleketin uzak noktalarına erişen Avrupa sanayi mamulleri vasıtasıyle oluyordu. Bunların aracıları, askere dahi alınmayan yerli Ermeni, Rum, Yahudi, Arap azınlıklarıydı. Çünkü daha ileride göreceğimiz gibi, XVIII. yüzyılın sonlarında Avrupa’da meydan alan makinelerin icadı ve bunların sanayie uygulanması hareketine Türkiye iştirak etmemişti. Çağdaş terakkilere Türkiye’nin kapıları kapalıydı. Bunun için, imparatorluğun eski ve çok güçlü el tezgâh sanayii, tamamen çökmüştü. Osmanlı halkı, sırtına bir şey giyebilmek için de, azınlıkların pazara sürdükleri bu yabancı endüstri mamullerine el açmak zorundaydı.

 

 

(1) Belgelerle Türk Tarihi Dergisi’nde yayınlanan bir rapora göre. No. 23.

 

 

128

 

Kısacası, imparatorluğun parçaları arasında pazar münasebetleri ve mübadele örgüleri ve şebekesi yoktu. Osmanlı imparatorluğu bir pazar birliği, yani İktisadî birlik arzetmiyordu...

 

* * *

 

KAPALI EKONOMİ VE DAR PAZAR:

 

Osmanlı ülkesinin bir kapalı ekonomi ve dar pazar sistemi içinde mahpus kaldığı şüphe götürmez bir gerçektir. Bu konuda bir fikir vermek için, kısa bazı rakamlar açıklayacağız:

 

Haydarpaşa-Ankara demiryolu yapılmadan önce İstanbul’ la merkezî Anadolu bölgesi arasında yollar olmadığı ve emniyet bulunmadığı için, İktisadî münasebetler hiç denilecek haldeydi. Her bölge, kendi yağı ile kavruluyordu. Alıcıları yalnız yabancılar olan ve nakilleri onlar tarafından tanzim edilen bazı tiftik yarı mamul ve mamulleri dışında, dışarı ile münasebeti yok gibiydi. Hatta o kadar ki, meselâ 1874 yılında, Ankara merkez olmak üzere Orta Anadolu’yu saran kıtlıkta, yurdun diğer ve mahsullü bölgelerinden buraya hububat nakli mümkün olmamıştı. Öyle ki, meselâ Ankara çevresindeki 42 köyde yaşayan 16.900 nüfustan, bir yıl içinde 4.797’si açlıktan ölmüştü. 2.640’ı dağılmıştı. Böylece bu köylerin nüfusu 16.900’ den 9.463’e inmişti. Bu felâket karşısında İstanbul’un yaptığı ise, bölgeye yiyecek şevki değil, ölen ve dağılan ailelerin, mal ve mülklerini, şeyhülislâmın gönderdiği hocalar eliyle defterleyip hazineye mal etmek olmuştu. Keskin kazası 52.000 nüfusundan 20.000’ini, açlıktan ölüme vermişti (1).

 

Pazar kapalılığına gelince, aşağıdaki rakamlar, Haydarpaşa-Konya demiryolu yapıldıktan sonra ve 1893’le 1911 arasında bu hat vasıtasıyle mal nakliyatının nasıl geliştiğini gösterir (Ton olarak):

 

[[ Hububat, Yumurta, Şeker, Petrol, Manifatura ]]

 

 

(1) Türk Ziraat Tarihine Bir Bakış. 1938, s. 210-213.

 

 

129

 

Üst sıradaki rakamlar, demiryolunun açılması dolayısıyle yapılan nakliyattır. İkinci sıradaki rakamlar, bu nakliyatın artışını gösterir.

 

Haydarpaşa-Ankara arasında da aynı hareketlilik görünür:

 

 

Bu rakamları çoğaltmak mümkündür (1). Meselâ, Ege bölgesi için de daha karakteristik rakamlar verilebilir. Orada artışlar, bilhassa ihracat mallarında görülür.

 

Netice şunu gösterir ki, bu rakamlara göre Anadolu, aslında alım kabiliyeti düşük, bölgeler arası mübadeleye, hatta demiryollarına rağmen katılamayan fakir bir ülkedir. Kendi ihtiyacını, ancak kendi mahallî şartları ve pazarları içinde görür. Pazara arz edecek malı yok gibidir. Kapalı ekonomi veya zatî ekonominin ayırt edici vasıfları ise, zaten bunlardır. İmparatorluğu teşkil eden coğrafî bölgelerin her biri de aşağı yukarı böyleydi. Meselâ Trablus’un veya Yemen’in diğer bölgelere verdikleri ve oradan aldıkları, hemen hiç bir şey yoktu. Irak, zaten Basra limanı yolundan Hindistan’la iş görürdü. Doğu Anadolu, canlı hayvan ve mahsullerinden başka bir şey alıp satmazdı. Yalnız şehir ve kasabalardaki Ermeni sanatkârlar ve tüccarı pazara bir şeyler verebiliyorlardı.

 

Suriye’nin kapıları Fransa’ya açıktı. Rumeli, bilhassa Selânik Hinterlandında, Avusturya’nın bir açık pazarıydı. Kısacası Osmanlı imparatorluğunda bir coğrafî birlik olmadığı gibi, bir İktisadî birlik de yoktu. Hatta idârî birlik için de aynı şeyler söylenebilir. Trablus’un sınırları nerede başlar, nerede biter, pek bilinmezdi. Yemen’e, Türkiye’nin hâkim olduğu iddia edilemezdi. Hicaz da sınırları belirsiz bir bölgeydi. Ve devletten yalnız alır, ama devlete bir şey vermezdi. Suriye kozmopolit şehir eşraf ve tüccarlarının elindeydi. Bizimle de ilgisi şekilden ibaretti. Doğu ve Güneydoğu illeri, mirmiranların (yerli paşaların), şeyhlerin, beylerin, ağaların malıydı.

 

 

(1) İsmail Husrev Tokin: Türkiye Köy İktisadiyatı. Kadro Yayınları, 1932, Ankara.

 

 

130

 

Hatta bunlardan bazıları, meselâ Mutkili Musa Bey, kendi derebeyliği halkından İstanbul'a çalışmaya gidenler olsa bile, her yıl belli zamanlarda oraya tahsildarlarını gönderir, haraçlarını orada da toplatırdı. Beyler, şeyhler istedikleri zaman isyan ederlerdi. Abdülhamit bu isyanlara pek karşı çıkmazdı. Asileri, unvanlar, rütbeler, hediyelerle beslerdi. Mahallî beylere, Rusların .Kazak alaylarına benzetilerek teşkil ettirilen Hamidiye Alayları, bu paşaların, beylerin özel ordusu gibiydi. Türk ve Ermeni gibi mahallî halklar, bunların resmen tazyiki altındaydılar. Kısacası imparatorluk, yalnız harita üzerinde bir varlıktı. Ve belliydi ki, son yıllarını yaşıyordu...

 

* * *

 

ÇAMURLAŞAN BİR GÖL:

 

İmparatorluğun çöküş devrindeki sosyal yapısına gelince? Bu konuda bilimsel araştırmalar henüz başlamıştır denilebilir (1). Fakat şunu söylemek mümkündür ki, bu yapı, gittikçe çamurlaşan bir göl manzarası veriyordu. Bu gölde her şey çürüme, dibe çökme halindeydi. Adına Osmanlı devleti dediğimiz durgun suda her şey çamurlaşmakta, bataklıklaşmaktaydı.

 

Gerçi devletin bir imparatorluk olarak gerilemesi, daha XVII. yüzyıl sonlarında başlar. 1699'daki Karlofça Antlaşması, Avrupa'dan çekilişi hızlandırmak suretiyle, bizde Gerileme Devri'nin başı olarak alınır. Fakat asıl bozuluş, XVIII. ve bilhassa XIX. yüzyılda hızlanır. Meselâ; Toprak hukuku (Toprakta velâyet-i âmme, yahut toprakta devletin genel sahipliği, zeamet, timar, has sistemi), Kapıkulu ocakları (yani, ordu ve orduyu besleyen, toprak hukukuna dayanan, yedek ordu kadrosu), İlmiye teşkilâtı (hem yargıçlık, hem idarecilik şeklindeki kadılar sistemi ile, dinî müessese ve kadroların düzenleyici ve danışıcı teşkilâtı olan müftülük temeli) daha XVII. yüzyılda bozulmaya başlamıştı. Hatta «Koçu Bey Risalesi» gibi üstün 1

 

 

(1) Bu konuda ve bugünkü aydın kuşağın verdiği en ilginç eserlerden biri olarak: Doğan Avcıoğlu: Türkiye'nin Düzeni. Bilgi Kitabevi, 1963.

 

 

131

 

değerde bir eleştirme eseri, yapıdaki çatlakları, daha derinlere inerek açıklar (1).

 

Ama biz bu eserimizde, o kadar gerilere gitmeden de diyebiliriz ki, daha 1826’da Yeniçeriliğin kaldırılmasından önce, bilhassa sosyal yapıda bozuluş tamdı. Devlet malı sayılan topraklar üzerinde âyanlar denilen bölge hükümdarları, padişaha karşı da direnebilen büyük güçler halinde, imparatorluğu aralarında bölüşmüşlerdi. Rumeli'de Pasbanoğulları, Yılıkoğullan, Dağdevirenoğulları, Anadolu’da Çapanoğulları, Karaosmanoğulları ve daha niceleri gibi kudretler, bir nevi derebeylik sistemine kayan tasarruflarla, eski toprak hukukunu bozmuşlardı.

 

1826’da Yeniçeriliğin kaldırılması ve dolayısıyle, zeamet, timar, has şeklindeki devlet mülkiyetinin işlemez hale gelişi, toprağın sahipsiz kalışı, bu ây anları ve onlarla beraber hesapsız toprak ağalarını, daha da türetmiş, daha da güçlendirmişti.

 

Nihayet devletin eski toprak hukukunu kaldırması ve yeni bir Arazi Kanunu’nun ancak 1858’de çıkarılışı, devlet yapısında toprak mütegallibeliği ve onunla beraber, eşraflık sistemini yerleştirdi. Öyle ki, Arazi Kanunu çıktığı zaman, bütün ülkede verimli topraklar, zaten paylaşılmış gitmişti. Ve devlete düşen, bu yağma tasarruflarını tanımaktan ibaret kalıyordu.

 

Hulâsa Tanzimat, bu düzeni önleyemediği gibi, Abdülaziz ve Abdülhamit devirlerinde Türk sosyal yapısı, büsbütün hastalandı. Bir taraftan şehirlerde ve bazı köylük bölgelerde el tezgâhçılığma dayanan yerli sanayiin, Avrupa sanayii mamulleri

 

 

(1) Bu üç temel müessese üzerinde aşağıdaki eserleri bilhassa İsmail Hakkı Uzunçarşılı: Kapıkulu Ocakları, 2 cilt. Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1942-1944. - Kanunname-i Âli Osman (Osmanlı Devleti Arazi Kanunları). Bugünkü dile çeviren: Hadiye Tuncer. Ziraat Vekâleti Yayım, 1962. - Osmanlı İmparatorluğunda Toprak Hukuku, Arazi Kanunları ve Kanun Açıklamaları. Hazırlayan: Hadiye Tuncer. Ziraat Vekâleti Yayım. - Osmanlı İmparatorluğunda Toprak Kanunları (Osman Gazi’den III. Ahmet zamanına kadar). Hadiye Tuncer. Ziraat Vekâleti Yayını, 1965. - İsmail Hakkı Uzunçarşılı: İlmiye Teşkilâtı. Türk Tarih Kurumu Yayını, 1965.

 

 

132

 

ithalâtı karşısında çökmüştü. Diğer taraftan bu yeni ticaret nizamına, Hıristiyan ve Musevî azınlıkların vasıtacılık etmeleri suretiyle yeni bir sınıf türemişti. Türklerin askere alınmaları, Türk olmayanların ise askere gitmemeleri dolayısiyle şehirlerde zanaat işleri de, Rum,' Ermeni azınlıklarında tçplanmıştı. Eski loncalar sistemi kaybolmuştu. Medreselerin yetiştirdiği ulema zümresinin, son Osmanlı toplumunda, Türk halkının sözcüleri olarak sivrilişi, âyan, eşraf, mütehayyizan, mütegallibe ve ulema birliğiyle, yeni İdarî teşkilâtın getirdiği memurlar zümresinin çok defa bu birlikte iş ortaklığı kurmak vaziyeti, imparatorluğun son devrinde Osmanlı toplumunu, her türlü koruyucu ve düzenleyici güçleriyle denetleme organlarından yoksun bir soysuzlaşma içine sürüklemişti.

 

îthal-ihraç limanlarında gelişen yarı Şarklı yarı Avrupalı (lövanten) ticarî aracılar (kompradorlar) ise, arkalarını yabancı devletlere de dayayarak, ticaretin kaymağını, yani aslan payını, kendi ellerinde toplamışlardı. Hulâsa, yollardan, sanayiden, millî sermayeden, yatırımdan, maarif teşkilâtından yoksun ve çağdaş bütün fikir ve kültür akımlarına kapalı olan bu çökertilmiş toplumda Türk köylüsü ile, koruyucusu olmayan şehirli Türklere, ilkel bir rençberlikle sadece askerlik meslek olarak kalmıştı. O da bütün Türkler için değil. Sadece, fakir, topraksız, himayesiz olanlar için. Çünkü Ağa ve zengin çocukları için askerlikten kurtuluş kapıları her zaman açıktı. Dağları taşları kesen eşkıya ise, gene o koruyucusuz kütleye musallattı.

 

İmparatorluk, artık kanserleşmiş bir vücuttu. Bu zemin üstünde padişahın, ülkesiyle alâkası, yalnız asker toplamak ve vergi almaktan ibaretti.

 

Hulâsa imparatorluğun durumu ve nizamı buydu. Bu nizama ise, hem kendi devletinin, hem yabancı kudretlerin elinde ezilen, çürüyen, gittikçe çöken bataklıklaşan bir durgun su, daha doğrusu içinden tefessüh eden bir göl bataklığı demekte, elbette ki mübalağa yoktur...

 

* * *

 

 

133

 

 

BÎR YARI SÖMÜRGE EKONOMİSİ :

 

Yukardan beri özetlenen temel üstünde sürdürülen devlet hayatının ne olabileceğini tasavvur etmek mümkündür. Bu hayat, çağdışı bir hayat olmak zorundaydı. Yani imparatorluk, gerek yukarda özetlenen, gerek aşağıda ana konularına değineceğimiz şartları ile ve bugünkü terimlerle, sadece geri kalmış, yahut az gelişmiş bir ülke değildi. Aslında ve sözün tam anlamıyle, çağdışı ve son demlerini yaşayan bir varlıktı. Bunun bütün suçunu Abdülhamit’e yüklemek elbette ki doğru değildir. Çünkü şanssızlık ve 1854’te az çok beliren Avrupa’ya ayak uydurma imkânlarına ihanet, daha Abdülhamit’in babası Sultan Mecit ve onu takip eden Sultan Aziz devirlerinde başlar. Ama ne var ki, Abdülhamit’in tahta çıktığı 1876’da Birinci Meşrutiyeti yerleştirmek, Balkanlardan muhtariyete de varan geniş ıslahat merhalelerine giderek 1877-1878 Harbinin tahribatından kaçınmak, belki de mümkündü.

 

Zaten 1870lerde, meselâ Rusya ile Osmanlı devletinin imkânları ve cihazlanmaları arasında, farklar, büyük değildi. Ama Rusya XIX. yüzyılın ikinci yarısından daha iyi istifade etmesini bildi. Gerçi Rusya, kapitülasyonlarla zincirlenmiş değildi. 1854 harbinin neticelerinden Türkiye de, havaya harcanan milyonlarca borç altınlardan, meselâ altyapıyı geliştirmek için kredi ve kaynaklar şeklinde pekâlâ faydalanabilirdi. Bu şartlar Abdülhamit için de mümkündü denebilir. Fakat Abdülhamit bu şartlardan da faydalanamadı. Mithat Paşa gibi birinci sınıf bir devlet adamını ise, artık hiç bir zaman bulamadı...

 

Bu konulara kısaca değindikten sonra şimdi, Abdülhamit imparatorluğunun yapısı üzerinde de ve ana hatları ile ayrı ayrı durabiliriz... Çünkü Abdülhamit’in saltanat devridir ki, bizde 1908 ihtilâlcilerini, 1908 ihtilâlini ve rejim değişikliğini hazırlamıştır. Ama ihtilâl bir reaksiyon olduğuna, bu reaksiyonu da, ihtilâle varan devrin şartları doğurduğuna göre, bu şartlara yalnız Abdülhamit’in kimliği ve şahsî karakteri çerçevesinde göz atmak yetmez. Devri biraz da temel İktisadî' yapısı ve ana müesseselerin durumu ile gözden geçirmek icap eder. Şimdi biz burada ve mümkün olduğu kadar kısaca, iktisadî

 

 

134

 

yapının karakteristiğini, bazı kollarıyle görmeye çalışacağız.

 

Bu konuda hemen şunu belirtelim ki Abdülhamit, Türkiyesinin İktisadî temel yapısı, son çağda, çökertilmiş bir zemin üzerine yerleşen, tam bir yan sömürge ekonomisidir.

 

Bizde bu yarı sömürge ekonomisi, Osmanlı Türkiyesinin kendi kendine yettiği ve hatta büyük hacimde sanayi mamulleri* de ihraç ettiği devrin sona erişiyle başlar. Avrupa'da makinelerin, XVIII. yüzyılın son çeyreğinde sanayie uygulanmaya başladığına, Osmanlı imparatorluğunun ise, bu sanayi inkılâbı’nın dışında kaldığına göre, çöküntü de o sırada kendini göstermiş demektir. İşte bu sanayi inkılâbıdır ki, yalnız Türkiye'nin değil, dünyanın da kaderini değiştirmiş ve dünyayı:

 

Sanayi memleketler (metropoller),

 

Sanayisiz memleketler (sömürge ve yarı sömürgeler), olarak ikiye ayırmıştır. XIX. yüzyılda, dünya ölçüsünde tamamlanan bu hareket ile ve Osmanlı imparatorluğu bu sanayi inkılâbına katılmamak yüzündendir ki kendini, yarı sömürgeler âlemi içinde bulmuştur. Yani Türkiye'nin yerli sanayi sistemi, o devrin Kompradorları olan yabancı ithalât ve ihracatçılarla, onların etrafında gelişen yerli Ermeni, Rum ve Yahudi azınlık tüccar ve esnafının müşterek gayretleriyle, tamamen çökertilmiştir. İşte bu çökertilen yerli sanayi ile, onun yerinde yaratılan yabancı mamuller ticareti ve hammadde ile bazı gıda maddeleri ihracatçılığı suretiyledir ki, tam bir sarı sömürge ekonomisi, imparatorluğun yapısına çökmüştür. Bu çöküşün bazı misallerini aşağıda kısaca vereceğiz. Fakat daha önce ve tamamlayıcı olarak şunu da belirtelim ki, bu çöküntü sonunda imparatorluk, evvelce devletin çeşitli coğrafî bölgeleri arasında işleyen yerli mamuller ticaretiyle, ne de olsa göze çarpan bir İktisadî birlik olmanın, bütün bağıntılarını kaybetmiştir. Daha evvel, imparatorluğun akşamını teşkil eden Rumeli, Anadolu, Suriye, Arabistan, Irak, Mısır ve Kuzey Afrika arasındaki yerli sanayi ticareti, böylece tamamen sönmüş gitmiştir.

 

 

135

 

Bu cümleden olarak meselâ, Ankara’nın sof denilen, Tiftikten dokunan bez, yahut kumaşları, Yemen’den Arabistan’a, Rumeli’ye ve Kuzey Afrika’ya kadar satılırken, Avrupa sanayii Türkiye’ye hâkim olup bütün ithal, ihraç limanlarını kendine uygun tarifelerle kendi mallarına açınca, Ankara evvelâ sadece tiftik ipliği eğiren bir bölge haline geldi. Yani, tiftik kumaş sanayii söndü. Yerini bir yarı mamul hammadde (bükülmüş iplik) veya sadece tiftik yapağısı ihracatçılığına bırakmıştır (1). Aracılar ise, Ankara Ermenileriydi. Az sonra bu iplik işi de öldü.

 

Fakat asıl çöküntü, daha geniş ve harcıâlem bir ihtiyaç maddesi olan pamuklu dokuma sanayiinde görüldü. İngiltere’ de iplik makineleri 1760-1770 arasında mükemmelleştirildi. 1790 yılında Buhar makinesi geliştirilerek, sanayie ve bu meyanda iplik-dokuma sanayiine uygulandı. Bu da İngiltere’ye pamuk ithalâtım ve İngiltere’den iplik-dokuma ihracatını artırdı. Meselâ 1701 yılında İngiltere’ye yalnız 1.000.000 funt pamuk girmişken bu miktar seksen yıl sonra, yani 1781’de 5.300.000 funta yükseldi. 1784’te 11.482.000 funta çıktı. Beş yıl sonra pamuk ithalâtını 32.576.000 funt olarak görüyoruz. Bu pamuklar tabiî, ihraç olunacak pamuklular yapmak içindi. Nitekim 1780’ de ihraç olunan dokumalar kıymeti 360.000 İngiliz lirasıyken, bu miktar 1802’de 7.800.000 İngiliz lirası oldu. Makine mamulleri çok ucuza da mal oluyordu (2). Nitekim 1786’da 10 numara pamuk ipliğinin bir funtu 33 şilinken, 1800’de bu fiyat

 

 

(1) Gerçi daha önce de Ankara, bükülmüş tiftik ipliği ihraç ederdi. Ama bu iplikler dış ülkelerde (bilhassa İngiltere - Bradford) piyasalarında, makineyle değil, gene el tezgâhlarıyla işlendiği için Türkiye’ye karşı bir rekabet teşekkül edemiyordu. Ankara’nın soj mamulleri ise, bütün eski dünyada, bilhassa din adamlarının cüppelik kumaşları olarak, yerli-yabancı pazarlara hâkimdi. Fakat sonraları, bu ihtiyaç da, başka nevi sanayi kumaşlarıyle karşılandı. XVII yüzyıl ortasında Ankara’da tiftik ipliği ticaretiyle ilgili ve Fransı: Sefareti tarafından o zaman hazırlatıldığı anlaşılan bir rapor «Bel gelerle Türk Tarihi»nin II. sayısında yayınlanmıştır. Derleyen: Doç Dr. Halil Salihlioğlu.

 

(2) İ. Husrev Tokin: Türkiye Köy İktisadiyatı, s. 95.

 

 

136

 

9 şilin 5 sente düştü (1). Böyle olunca da, İngiltere’de başlayıp Batı Avrupa’ya sirayet eden makineli sanayiin ucuz sanayi mamullerinin, dünyanın diğer yerlerinde ve o meyanda Türkiye’deki yerli tezgâh sanayiini çökertmesi tabiî idi. Ve öyle de oldu. Çünkü Osmanlı imparatorluğu, bu makineleşme hareketine katılmayan ülkelerdendi.

 

Nitekim bu şartlar altında Türkiye’de tezgâhlar hızla çöktüler. Meselâ, o zaman Osmanlı devleti sınırları içinde bulunan Tesalya’nın Ambelaki kasabası 1800’de ve yılda 250.000 kilo iplik ihraç ederken bu miktar 15 yıl sonra sıfıra düşmüştü. Şehir boşalmıştı. Tırnova’da 1812’de 2.000 tezgâh çalışırken, 1830’da bunların sayısı 200’den daha aşağıya indi. Buna benzer rakamları, Halep, Şam, Hama, Kilis, Trabzon, Edirne ve hemen bütün Osmanlı şehirleri için vermek mümkündür.

 

Aynı hali, deri ve saraciye sanayii, ipekli sanayii, kılıç ve silâh sanayii ve diğerleri için de vermek mümkündür.

 

* * *

 

TANZİMAT, BİR İKTİSADÎ SİYASET GETİRMEMİŞTİ:

 

XIX. yüzyılın başından itibaren başlayan ve bizde yerli sanayinin çöküşü ile, imparatorluğun yabancı sanayi mamullerine pazar oluşu gerçeğini nasıl izah etmelidir. Çünkü meselâ makinelerin sanayie tatbiki devresinde Rusya’yı alalım. Rusya kendi yerli sanayiinin, tabiî ilkel temelini kaybetse de, süratle yeni ve makineli sanayiin memlekette kuruluşu safhasına girebildi. Silâh, gemi, fabrika ve tersanelerinden başka, bilhassa

 

 

(1) Makinelerin sanayi mamullerinde yarattığı bu ucuzluğu göstermek için, N. Lukin Antonuf’un Batı Avrupa'nın Yeni Tarihi adlı eserinden alman şu rakamları verelim. Bu rakamlara göre, mamul madde * ucuzlamış, hammadde fiyatı artmıştır:

[[ İplik fiyatları, Pamuk ]]

 

 

137

 

mensucat sanayiini geliştirdi. Orta Asya, İran gibi memleketleri ve hatta Çin'i, Türkiye'yi bile bir süre sonra kendisine pazar kıldı.

 

Ru neden böyle oldu? Bunun cevabı basittir:

 

Bizde Avrupa’ya yöneliş gibi görünen Tanzimat, aslında, belirli, etkili bir İktisadî siyaset getirmedi. Çünkü İktisadî siyaset, özgür ülkelerin ve devletlerin işidir. Bu özgürlük, yalnız memleketin kendine mahsus sınırlarının belirtilmiş olmasında, orduda, donanmada değil, diğer devletlerle münasebetlerinde, İktisadî haklarındaki eşitliktedir. Osmanlı imparatorluğu ise bu bakımdan özgür bir devlet değildi. Çünkü bilhassa kapitülasyonlar, millî İktisadî siyasetin temel ve koruyucu şartı olan gümrük istiklâlinden, devleti mahrum bırakıyordu. Yani imparatorluk, kendi gümrüklerinde dilediği gibi tarifeler tespiti hakkına sahip değildi. Dahilde sanayiin gelişmesi ise, millî sanayii, yabancı sanayi mamullerine karşı koruyucu gümrük tarifeleri ile himayeye bağlıydı. Devlet, işte bu imkândan mahrum bulunuyordu. Buna kapitülasyon kayıtları engeldi. Kapitülasyonlar hakkında burada ayrıca izahlara girişmek yersizdir (1). Fakat devlet, gümrük istiklâlinden

 

 

(1) Kapitülasyonlar, aslında ticarî ahitlerdir. Yani, birtakım ticaret mukavele, müsaade veya antlaşmalarıdır. Bu tür müsaade veya anlaşmalar, Ortadoğu’da, Osmanlılardan daha önceki devletlerle, Akdeniz’in ticaret site-devletleri, meselâ Cenova, Venedik, Piza gibi merkezler arasında, daha önceden yapılmıştır. Meselâ, Bizansm, Selçukluların bu tür anlaşmaları vardır. Nitekim bizimkine benzer ticaret anlaşmaları Osmanlılardan önce, Mısır Memlûk sultanlarıyle imzalanmıştı (21 eylül 1528).

 

Osmanlı kapitülasyonlarına gelince; bizde ilk kapitülasyon, 1535’te, Fransa Kralı I. François zamapında imzalandı. Türkiye’nin en güçlü zamanıydı. Bu anlaşma, Fransızlara Türkiye’de ticaret, yargı, dinî imtiyazlar, çalışma hükümleri, mülkiyet, miras, esirlere yapılacak muameleler, deniz seferleri, iltica hakkı gibi hususlarda haklar, imtiyazlar tanıyordu. Sonra şu tarihlerle yeni kapitülasyon anlaşmaları yapıldı: 1569, 1581, 1597, 1604, 1673, 1740... Bunları 1802, 1858, 1861, 1868 ticaret antlaşmaları izledi. Fransa, bunlarla akla gelmez imtiyazlar sağladı. Fakat aynı zamanda ve yavaş yavaş, bütün Batı devletleri de kapitülasyonlardan faydalanma haklarını elde ettiler. Bütün bu kayıtlar, ancak İstiklâl Savaşı sonunda ve Lozan Muahedesi ile ortadan kaldırılabildi. (Daha etraflı bilgi için, Ş. S. Aydemir: Tek Adam, cilt III, s. 112-114).

 

 

138

 

mahrum olup, millî sanayi de koruyucu gümrük tarifelerinden yoksun kalınca, o memlekette sanayiin kuruluşu, elbette mümkün olamazdı. Bir ülke, kendi millî sanayiini kurmak imkânından mahrum kalınca işte, o ülkede millî bir iktisat siyasetinden, elbette ki bahsedilemez. Kaldı ki Tanzimat devri, Türkiye'de yeni sanayiin kurulduğu değil, el-ev tezgâhçılığma, oldukça gelişmiş bir manifaktüre dayanan eski Osmanlı sanayiinin de baştan sona çöküşü, yıkılışı devridir. Memleket pazarlarına, ucuz ithal tarifelerinden faydalanan Avrupa endüstri mamullerinin sel gibi akışı devridir (1). Türkiye'de azınlıkların iç pazarlarda ticareti ve dış piyasalarla aracılığı (kompradorluk) ele geçirdikleri devir de, gene Tanzimattır. İstanbul'da Rum-Ermeni sarraflarının ve onlarla işbirliği yapan lövanten (Avrupa asıllı) para komisyoncularının, devleti borçlandırmak suretiyle devlet mâliyesine hâkim oldukları devir, gene Tanzimat devridir.

 

Engelhard, Türkiye ve Tanzimat isimli eserinde, XIX. yüzyılın ortasına kadar Türkiye'nin ithalât ve ihracatının birbirine denk olduğunu ve hatta bu ihracatta sanayi mamullerinin önemle yer aldığını kaydeder. Fakat ondan sonra Türkiye, topyekûn sanayi mamulleri ithal eden bir ülke haline gelmiştir. Yerli sanayi çökmüştür (2).

 

Fakat XIX. yüzyılın ortasından itibaren, Türkiye, yalnız yabancı endüstri eşyasına pazar olmakla da kalmamıştır. Daha önce de ve çeşitli vesilelerle belirttiğimiz gibi, devlet, hem de Tanzimat'ın kurucusu sayılan Sultan Mecit zamanında, lüzumsuz israflar için yapılan dış borçlanmalarla, yabancı ma1

 

 

(1) Bu konuda Palgrev’in Anadolu Eyaletleri adlı eseri, Osmanlı şehir ve kasabalarında yerli sanayiin ve tezgâhçıhğın çöküşünü, rakamlarla verir. Aynı suretle, Urquart La Uurquie, Ses Rossources, Son Organisation Municipale, Son Commerce-Bruxelles adlı eserinde, az da olsa, aynı suretle dikkate değer rakamlar nakleder.

 

(2) Tanzimat. Maarif Vekâleti Yayını. Cilt I. Bu eserde: Ömer Celâl Saraç, Tanzimat ve Sanayiimiz, s. 423-462.

 

 

139

 

lî kontrol altına kaymıştır. Bu kontrolün daha sonra, resmen iflâsa ve devlet gelirlerini yabancı bir idarenin toplamasına kadar varan bir malî esarete döndüğünü göreceğiz. Şu halde gümrüklerde koruyucu tarife hakkını savunmayan, malî istiklâlini kaybeden bir devletin ve bir devrin, millî bir iktisat siyasetinden nasıl bahsedilebilir. Kaldı ki iş, bunlarla da kalmadı. Meselâ Abdülhamit devrinde ve gene Kapitalüsyon kayıtlarına dayanılarak, yabancı devletler Türkiye'de kendi postanelerini işletiyorlardı. Yabancı uyruklu sanıkları Türk mahkemeleri mahkeme edemiyorlardı. Yabancı sefaretlerde yabancı mahkemeler vardı. Ve yabancı uyruklu sanıklar oralarda yargılanıyorlardı.

 

Hatta bu konularda, devlet haysiyetinin nerelere düştüğünü açığa vuran daha başka misaller de verilebilir. Meselâ İstanbul'da sarraflık işleri yapıp, devlete de diledikleri hesap şekilleri ve diledikleri faizlerle borç veren lövantenlerden iki kişinin alacağı vaktinde ödenmeyince, Fransız donanması, Osmanlı sularına gelerek Türkiye'ye ait Midilli adasını işgal etti. Fransız askerleri, bu borçlar ödeninceye kadar oradan çekilmediler. Yani, iki sarrafın, nihayet ticaret mahkemesine gidebilecek olan davasını Fransız hükümeti ve donanması benimsedi. 4 kasım 1901'de Fransızlar Midilli'ye böylece çıktılar. Hükümet, borçları ödeyeceğini bildirdiği halde, işgal devam etti. Ve Osmanlı hâriciyesi, bu koloni saldırısına Rusya ve İngiltere’nin dikkatini çektiği, onlardan destek aradığı halde, hiç bir yardım görmedi. Ve hükümet, bu istenilen borcu, yani 500.000 altını, iki düzenbaza, o miktara varmadığını bile bile ödemek zorunda kaldı. İşin diğer bir hazin tarafı da, ziraat ve orman nazırı olan Suriyeli bir macera adamının, yani Selim Melhamen'in bu iş üzerinde alacaklılar ve Osmanlı Bankası'yle hükümet arasında bir aracı rolü benimsemesiydi. Borçların ödenmesi vadeli bir anlaşmaya bağlandığı halde, Selim Melhamen'in ısrarı ile, paranın birden ödenmesine gidilmesiydi (1). Suriyeli Arap İzzet, Suriyeli Necip Melhame gibi, Suriyeli

 

 

(1) Tamamlayıcı bilgi için: İmtiyâzat-ı Ecnebiye. Mehdi Fraşeri. 1325 (1909).

 

 

140

 

Selim Melhame de, 1908 ihtilâlinde Türkiye’yi ilk bırakıp kaçanlardan oldular...

 

* * *

 

DEVLET YAPISINDA MALÎ ESARET: İFLÂS!

 

Ama şimdi biz, devleti bu kerte haysiyetsizliğe götüren şartları ve oluşları görebilmek için, biraz daha geri zamanlara dönmeliyiz. Çünkü bu kadar hazin bir sonu hazırlayan, elbette ki daha önceki şartlar ve gelişmeler olmuştur.

 

Öyle şartlar ve gelişmeler ki, onların oluşumuna kısaca göz gezdirmezsek, meselâ yukarda verilen olayı yaratan ve iki lövantenin hileli alacağı verilsin diye, Fransız devleti donanmasının, büyük bir Osmanlı adasını işgal edişini izah etmek oldukça güçleşir.

 

Gerçi, ruh yapısı ve tutumları ana hatları ile yukarda belirtilen bir hükümdarın idare edeceği devletin, nasıl bir yapı kağşamasına ve çöküntüye gideceğini takdir etmek elbette kolaydır. Evet, Abdülhamit’in saltanat devrinde de Türkiye, köhneleşti ve çözüldü. Abdülhamit saltanat devrinde Türk devlet yapısına, çağın emrettiği istikamette gelişen tek değer ilâve etmemiştir.

 

Çünkü Abdülhamit saltanatında Türkiye, daha dün Osmanlı idaresinde olan ve kendi istiklâllerini ele alan Balkan ülkeleriyle kıyaslandığı zaman, ancak durmadan sefilleşen bir Şark devleti olarak görünür.

 

Halbuki, hiç olmazsa Tanzimatın ruhu öyle emrederdi ki bu ülke, ne kadar zayıf adımlarla da olsa, Garbın hükümet ve devlet nizamına ayak uydursun. Fakat işte bu olmadı.

 

Meselâ beklenirdi ki devlet, evvelâ bir bütçe sistemine ve gelir-gider dengesine kavuşsun. Çünkü Abdülhamit, Sultan Aziz’den, zaten malî düzenlenmeye muhtaç bir devlet devralmıştı. 1875’te, yani Abdülhamit’in tahta çıkışından önceki yıl sonunda, devletin muntazam borçları 5.297.676.000 altın frank, gayri muntazam borçları da 400.000.000 altın frank kadardı. Bunların yıllık faiz ve ana sermaye ödemesi 300.000.000 frank tutuyordu. Abdülmecit ve Abdülaziz’in 20 senede borçlandıkları

 

 

141

 

bu paranın, ancak % 10’u devlet hizmetlerine, yani Baron Hirş tarafından inşa edilen 1250 kilometrelik demiryolu ile, Abdülaziz’in satın aldığı harp gemilerine gitmişti. Artakalanı ise, saraylar inşaatı ile, saray israflarında eridi. Durumu bu rakamlarla tam karşılıklı olarak belirtmek için, devletin gelirlerini de frankla ifade edersek, şunu görürüz: Devletin bütün gelirleri toplamı yıllık olarak, 380.000.000 frank kadardı. Bunun 300 milyonu faizlere ve borçların itfasına giderse, elde devleti idare için, ancak 80 milyon frank kalıyordu (1). Yani devlet gelirlerinin yuvarlak hesap olarak % 88’inin borçlara gitmesi lâzımdı. Abdülhamit zamanında resmileşen iflâs durumunu verirken, onun devraldığı bu vaziyeti belirtmek yerinde olur. Belki bu sebeple Abdülhamit malî meselelere ve tasarruflu bir bütçeye yönelemedi. Yerli-yabancı alacaklılar, devleti, kısa bir süre içinde «iflâs masasına» oturmaya mecbur ettiler. Ve bundan, sonu ancak Lozan Konferansı Antlaşmalarında alınan ve fiilen 1930’da tasfiye edilen «Düyun-u Umumîye İdaresi» doğdu.

 

Evet, bu Düyun-u Umumîye ve resmen iflâs hareketi, daha Abdülaziz’in son devresinde başladı. Onun sefil sadrazamı Mahmut Nedim Paşanın kısa süren son sadareti zamanında, Basiret ve Vakit gazeteleri ile yayınlanan bir hükümet tebliğinde şunlar vardı:

 

«Her sene faiz ödemeleri için yeni bir istikraza müracaat edilegeldiğinden ve bu suretle bir borcu ödemek için yeni bir borca girmek zorunda bulunduğundan», «Hükümet, paralarını vatanın hizmetine tahsis eden sermayedarların zarara uğramalarını arzu etmediğinden»,

 

 

(1) Abdülaziz’in son yılında, yani 1875’te Osmanlı devletinin geliri 18 milyon ve ödenmesi gereken yıllık faiz ve ana borç taksidi 14 milyon olduğuna göre, geriye ancak 4 milyon lira kalıyordu. Bu ise, saraylar inşasına ve saray israflarına ancak yeterdi. Şu halde, hem faiz, hem de taksitleri ödemek ve diğer devlet harcamalarım karşılamak için, her zaman, yeniden borçlanmak gerekiyordu. Devleti dış âleme karşı haysiyetsizleştiren en önemli durumlardan biri de buydu.

 

 

142

 

«Banka tarafından gösterilecek sendikalara; gümrük, tuz, tütün ve Mısır eyaleti vergisi varidatını da terk etmeyi taahhüt etmiştir. Hükümet bütçede muvazene sağlamak için de, faiz getirir esham vermek suretiyle ödemeye karar vermiştir.» (1).

 

 

Bu tebliğ, zaten bir iflâs ilânından başka bir şey değildi. Çünkü alacaklılar böylece, en önemli devlet varidatına resmen el koyuyorlardı. Bu tebliğ, 10 kasım 1875’te yayınlanmıştı.

 

Bir süre sonra Abdülhamit tahta çıkıp Rus muharebesi de patlayınca, artık bu anlaşmanın ve esham ödemenin tatbik imkânı da kalmadı. Bunun üzerinedir ki para ihtiyacına, karşılıksız kaime (kâğıt para) çıkarmakla çare arandı. 18761877’de ve dört defada, toplamı 17 milyon liralık kaime çıkarıldı. Bu kaimeler, devletin ayrıca baş belâsı oldu. Ve sonunda hükümetçe toplanıp yakıldı. 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbinde masraflar ve harpteki yenilgi, devletin malî durumunu büsbütün zorlaştırdı. Gerçi harbin başında 300.000.000 altın lira olan dış borçlar, harpten sonra bizden ayrılan ülkelere de kısmen taksim olunarak, 210.000.000 altın lira üzerinde kararlaştırılmıştı. Fakat hükümet bu borcu da ödeyecek takatte değildi. Arada birçok temaslar ve incelemeler oldu. Nihayet 22 kasım 1879’da, padişahın bir iradesiyle devlet, yeni mükellefiyetler yüklenmek zorunda kaldı. Bu anlaşmaya göre de, içkiler, deniz avcılığı, ipekten alman vergi ile bazı vilâyetlerin damga vergileri, Galata bankerlerinden bir gruba tahsis edildi. Bunlardan başka Kıbrıs ve Şarkî Rumeli vergileri de borçlara karşılık gösteriliyordu. Ayrıca, ileride tahsil edilecek her nevi verginin ve ticaret muahedelerinin tadilinden hâsıl olabilecek

 

 

(1) Yukarda bahsi geçen sendika, asıl yerli sarraflardan teşekkül ediyordu. Bu sarrafların hepsi azınlıklardandı. Bunlar, yabancı sermayedarlar ve alacaklılarla işbirliği yapan gerçek madrabazlardı. Yukarda sayılan devlet varidatına el koyan bu sarraflar heyeti, başlıca şunlardan teşekkül ediyordu:

 

Jorj Zarifi, Fernandez, Tubini, Oyenidi, Mavrokordato, Vlasto, Barker, Leonidas Zarif, Toroyno, Negropont, V. Stefanoviç.

 

Bunların bir kısmı, çift pasaport kullanan kozmopolit kimselerdi.

 

 

143

 

gümrük fazla gelirlerinin üçte birleri, kazanç vergisi ile, patent resminin getireceği farklar da, borçlar karşılığı olarak alacaklılara bırakılıyordu. Hulâsa devletin varidatından önemli bir kısmı, Galata sarrafları ile yabancı alacaklılar eline geçiyordu.

 

Nihayet hükümet, bütün bu borçlar ile, Rus Harbi sonunda hükümetin yüklendiği harp tazminatını, yani hükümetin içeride ve dışarıda alacaklılara karşı ödemek zorunda olduğu bütün borç ve taahhütlerini bir elde toplamak ve bir nizama bağlamak üzere, 16 ekim 1880'de, alacaklılar temsilcilerini İstanbul'da bir toplantıya çağırdı. Hariçte çeşitli alacaklı sendikaları teşekkül etti. 1 eylül 1881'de bunların mümessilleri İstanbul'da toplandılar. Hükümet de, dördü Hıristiyan olmak üzere 6 temsilci tayin etmişti. Neticede, 1881 Muharrem Fermanı adını alan anlaşma iradesi neşrolundu. Bu Ferman, ve Anlaşma, Osmanlı imparatorluğunun resmen iflâsının devlet mâliyesinin yabancı bir idare tarafından kontrol altına alındığının ilânı demekti. Anlaşmaya göre, alacaklılara terk olunacak bütün devlet gelirlerinin idare ve tahsili, adına «Düyun-u Umumîye» idaresi denilen imtiyazlı bir idareye veriliyordu. Lozan Antlaşması sayesinde ve ancak 1930'da tasfiye edilebilen idare ve sistem budur.

 

1881'den önce devlet dış borç olarak, 5.297.676.500 altın frank imzalamıştı. Fakat buna karşılık ve istikrazların şartları mucibince, ancak 3.012.000.000 altın frank almıştı. Bu paranın üstü, daha önceden alacaklılara munzam kâr olarak bırakılıyordu. Kaldı ki bu alman paradan da birtakım komisyonlar, haraçlar ödemek gerekiyordu. 1881 anlaşmasında borçlar bakiyesinden bazı indirimler yapıldı. Fakat Abdülhamit'in borca ve borçlanmaların yekûnu 45,248.000 altın lira kadardır. Fakat bu miktar, doğrudan doğruya hazine borçlanmalarıdır, Meselâ demiryolu imtiyazları ve benzeri anlaşmalar yolu ile kabul edilen borçlanmalar, ayrı bir yekûn tutar... Hulâsa Abdülhamit saltanatının ilk yıllarında devletin ilân edilen iflâsı, bu saltanatın sonunda da bütün malî ve hukukî şekil ve müesseseleri ile devam edip gidiyordu, Bu şekil ve müesseseîerden,

 

 

144

 

cumhuriyet idaresine kadar, İkinci Meşrutiyet hükümetleri de kurtulamadı. Kısacası, Düyun-u Umumîye sistemi ve müessesesi, kapitülasyonları tamamlayan bir mekanizmaydı (1).

 

* * *

 

İMTİYAZAT-I ECNEBİYE:

 

Fakat devletin boynuna geçirilen ilmikler, yalnız yabancı borçlardan ibaret değildi. Daha aşağıda vereceğimiz bir vesikada görülecektir ki, yabancı kapitalistler ve kapitalist devletler, Osmanlı imparatorluğunu çeşitli yollardan ve her ne suretle olursa olsun borçlandırmak için âdeta yarış halindeydiler. Çünkü borçlu, ödeme kudreti olmayan bir borcun altına düştüğü zaman, artık durmadan borç için el açacaktır. Borç kanalının tıkandığı gün, borçlunun nefesi kesilmiş demektir. O zaman borçlunun, artık iradesi yoktur. Fakat alacaklı doymaz. Onu yalnız borçların faizleri, komisyonları ve bin bir gelirleri tatmin etmez. Çünkü kapitalizm, bin başlı bir devdir. Yalnız faizle beslenemez. Ona yeni sahalar, yeni imkânlar, yeni kazanç kaynakları lâzımdır. Meselâ îmtiyazat-ı Ecnebiye, yani yabancılara bağışlanan olağanüstü imtiyaz ve işletme kaynakları, bu yollardan biridir. İşte Osmanlı devletinin son devrinde de Türkiye, yalnız kapitülasyonlarla değil, bu İmtiyazat-ı Ecnebiye ile de sömürüldü.

 

Yani hepsi de kapitülasyonların esas ruhu dahilinde, hepsi de yazılı anlaşmalara dayanan öyle bir hukuk manzumesi teşekkül etti ki, bunların hepsi bir arada ve tabiî hepsi de Türkiye’nin özgürlüğü aleyhine olmak üzere, âdeta yeni bir ilim ve hukukun yeni bir ihtisas kolu meydana geldi. Ve bunlara, kapitülasyonlar ruhu ve zemini üzerinde kurulmuş olmakla beraber, yeni bir isim verildi: Imtiyazat-ı Ecnebiye (2)...

 

Kapitülasyonlar, II. Sultan Hamit devrinin eseri değildi.

 

 

(1) Kapitülasyonlar hakkında geniş bilgi için Türkçede önemli eser: Macar İskender ve Ali Reşat: Kapitülasyonlar. 1330 (1914), İstanbul.

 

(2) Bu konuda temel eser: İmtiyazat-ı Ecnebiye. Mehdi Fraşeri. 1900, İstanbul.

 

 

145

 

II. Sultan Hamit bunları, kendisinden evvelkilerden, ister istemez devraldı. Zaten bunlara Osmanlı devletinin 1861*deki ilk itirazı da, tamamen neticesiz kalmış, hiç bir yankı yaratmamıştı.

 

Ama, İmtiyazat-ı Ecnebiye, yani kapitülasyonlara dayanan veya dayanmayan yeni ve çeşitli anlaşmalar, daha çok Abdülhamit devrinin eseridirler. Yani Abdülhamit, yalnız kapitür lasyonları uygulamakla kalmamış, bunlara, kapitülasyonlar kadar kuvvetli, yeni kayıtlar ve imtiyazlar eklemiştir. Mekanizmayı işleten düğüm noktasında ise, daha aşağıda vereceğimiz belgeden de anlaşılacağı gibi, gene dış borçlanmalar vardı. Çeşitli maskeli dış borçlanmalar!..

 

Kaldı ki hükümet karşısında yabancılar, kendilerinde daha yukarda değinilen Orlando-Tubini davasında olduğu gibi, hatta memleketin bir parçasını askerle işgal edebilecek kadar yetki görebiliyorlardı. Bu anlaşmalar dışı müdahaleye ise diğer Batı devletlerinin tepkisi, sadece sükûttan ve geriye çekilmekten ibaret kalıyordu. Çünkü bu işgal, icabında onlara da bir misal teşkil edecek ve işgaller hakkı verecekti.

 

Hulâsa, devletin boynuna dolanmış ilmikler arasında, kapitülasyonlardan başka, fakat onları tamamlayıcı bu imtiyazlar da vardı. Bunların üzerinde ayrı ayrı durmayı bittabiî yersiz buluyoruz. Yalnız, Abdülhamit tahttan düştüğü zaman, işletmeler şeklindeki imtiyazlı teşebbüslerin durumunu, kısa bir tablo halinde, aşağıda veriyoruz (1).

 

 

(1) İmparatorluğun son devresinde, Türkiye’de yabancı sefmaye teşekkülleri:

 

[[ Teşebbüsün cinsi, Adedi, İtibarî sermaye (Sterlin)

Demiryolları, Madenler, Bankalar, Belediye işletmeleri, Sanayi teşebbüsleri, Ticaret şirketleri ]]

Bu konuda daha teferruatlı tablo: Ş. S. Aydemir: İkinci Adam. Cilt I. s. 362.

 

 

146

 

Fakat bunlar, sadece işletmeler olup, imtiyazların sağladığı hukukî üstünlükleri, ancak, adını vermiş olduğumuz kitaptan izlemek mümkündür. Fakat burada da, imtiyazlı yabancı teşebbüsler konusunda bazı uygulama misalleri vererek bazı açıklamalarda bulunmak faydalı olacaktır.

 

* * *

 

İMTİYAZLI YABANCI İŞLETMELER VE BİR OYUN DÜZENİ:

 

Abdülhamit devrinde ticarî sermaye hareketleri, HıristiyanYahudi azınlıklarla yabancı aracıların ellerinde bulunduğuna işaret etmiştik. Ticaret sermayesinin birikip, sanayi sahasına akışı, koruyucu gümrük tarifesi uygulanamadığı için mümkün değildi. Kaldı ki, lövanten kompradorlarla yerli azınlık tüccarlarının menfaati, sanayi kuruluşundan ziyade, aracılık düzeninin sürdürülmesindeydi. Ziraat Bankası’nın cılız varlığı hesaba katılmazsa, millî bir kredi örgütü de yoktu. Para piyasasına yabancı bankalar hâkimdi. Millî sermaye yatırımları mümkün değildi. Hükümetin maaşları dahi ödemekten aciz olan hâzinesi, elbette ki devlet İktisadî yatırımları yapamıyordu. Bu suretle Türkiye’de İktisadî yatırımlar, imtiyazlı yabancı şirketlerin tekelindeydi. Bu imtiyazlı yabancı şirketler, İmtiyazat-ı Ecnebiye’nin, yani yabancı imtiyazların, kapitülasyon hükümlerini tamamlayan veya devam ettiren bir kolunu teşkil ediyorlardı.

 

Türkiye’de ilk yabancı sermaye imtiyazı, Sultan Mecit zamanında, 1856’da Osmanlı Bankası’nın kuruluşu ile doğdu. Bunu çeşitli alanlarda diğer imtiyazlar takip etti. Bu imtiyazlı şirketler, daha ziyade bankalar, demiryolları, maden işletmeleri ile belediye-şehir teşebbüsleri üzerinde toplanıyordu. Ve saraydan imtiyaz koparmak işi, Abdülhamit devri rüşvet ve spekülasyonlarının en canlı, kazançlı alanlarını teşkil ediyordu. Sarayla çevresinde, Arap izzet Paşa, Selim, Necip Melhame gibi Suriyeli aracılarla, Ragıp Paşa ve diğerleri bu alanlarda rol oynayanlardı, imtiyazlı şirketler üzerinde cereyan eden teşebbüsler ve oynanan oyunlar, bizim o devre ait İktisadî tarihimizin dikkate değer bir bahsini teşkil eder.

 

 

147

 

Bu teşebbüslerin hemen hepsinin etrafında, içeriden menfaat oyunları ve dışarıdan siyasî entrikalar geniş ölçüde işlemekteydi. Üzerinde milletlerarası mücadelenin geniş ölçüde çarpıştığı teşebbüsler ise, bilhassa demiryolları imtiyazları oldu. Hele bunlardan Bağdat demiryolu imtiyazı ve bunun etrafında kopan fırtınalar, bu imtiyazı devrin mihver davalarından biri haline getirdi.

 

Almanlar Türkiye'de siyasî ve İktisadî menfaatler mücadelesine, îngilizlerden ve Fransızlardan çok sonra girdiler. Çünkü Türkiye'nin, Avrupa'nın kucağına düştüğü Kırım Harbi sıralarında, henüz birleşmiş bir Alman imparatorluğu yoktu. Bu imparatorluk ancak, Fransızlara karşı zaferle neticelenen bir savaştan sonra 1871'de teşekkül etti. Fakat süratle, Avrupa'nın mihverinde büyük bir ağırlık teşkil etti. Öyle ki, XX. yüzyılın başında Türkiye’nin kaderi, hemen hemen Almanya’nın iradesine bağlı kalmış gibiydi. Nitekim 1914-1918 Harbine Türkiye, Almanya safında girdi.

 

Almanların Türkiye'deki bu hızlı siyasî-iktisadî nüfuzu, İngiliz ve Fransızların daha baştan beri dikkatini çekmiştir. Fakat bu dikkatli izleme, Almanların bilhassa Bağdat demiryolu imtiyazını almaları ile en heyecanlı noktasına vardı. Hem de bu gelişme sırasında Rusya da işlere müdahale etmek şartı ile. O sırada, Osmanlı imparatorluğunun başı üstünde dönen oyunlara ve perdenin bir kenarını kaldırarak bir parça ışık tutabilmek için, şu vesikayı verelim:

 

«Alman maliyecileri Türkiye'ye 1888'den beri sızmaya haşladılar. Almanlar şimdiye kadar, Osmanlı hükümetine her sahada yatırım yaptılar. 1888'de M. R. Kaulla Würtemhegische Vereinsharik’m direktörü % 5 ile 1,5 milyon borç verdi. Bu borca karşılık, balıkhane ve bazı diğer iş gelirlerinin paralarını toplama hakkını elde etti. Bu borca, Balıkçılık Borcu adı verilmektedir.

 

Bundan başka Osmanlılara % 5 ile 7.427.240 ve % 4 ile 7.827.240, % 4 ile 4.545.000 liralık borç (hepsi Sterlin) verildi. 1894'te, demiryolları için 40.000.000 Frank borç verildi. Buna, koyanlardan alınacak 163.000 Sterlin tutarındaki

 

 

148

 

vergi (Ağnam Vergisi) karşılık gösterildi. Ayrıca, aynı banka, 1.140.000 Sterlin daha borç vererek, bazı bölgelerden vergi toplamak hakkını elde etti.

 

1903 mart ayında Türk hükümeti, Almanlardan % 4 ile 2.160.000 Sterlini, Bağdat demiryolu istikrazı olarak aldı. Buna karşılık da bazı bölgelerin vergilerinin toplanmasını Almanlara bıraktı. Bu işe Fransızlar % 4 ile iştirak ettiler. 1903 kasımında, askerî teçhizat ismi altında % 4 faizli 2.424.240 Dolar borç alındı. Buna karşılık da, bazı gümrük vergilerini toplama hakkı Almanlara verildi. 1905'te % 4 ile 2.424.440 Sterlinlik bir istikraz tahvili ihraç edildi (Bu bir Fransız alacağıdır). Böylece Türk hükümeti, % 4 faizli 29.762.520 Sterlin ile borçlanmış oldu.

 

Fransa ve Almanya bu memleketteki malî kudretlerini gittikçe artırmakta ve malî ipi, her gün biraz daha germektedirler. Borç zinciri borçlunun ödeyemeyeceği kadar ağır bir hale gelmektedir.

 

Bugün Almanya, vaktiyle Fransa'nın oynadığı malî rolü aynen oynamaktadır. Türkler başka borç almasalar bile, bu borçların ödenmesi 1932'ye kadar sürer! Sultan ve sadrazam, bu oyunları fark etmedikleri için, Fransa ve Almanya, Türk hükümetine yüksek faizli yeni borçlar teklif etmektedirler. İşe yaramaz âtıl kapitali artırarak, Türk hükümetini ellerinde tutmaktadırlar. Bu borçların sağladığı faydalar, birkaç hafta veya birkaç ay zarfında bitmektedir. Halbuki bu borçlara karşılık, bu iki devlete verilen menfaatler, 50-60 sene devam edecektir...» Bloek’un raporundan (1).

 

 

Bu rapor, bir İngiliz raporudur. Bu vesikanın çıkarıldığı arşivde îngilizlerin, Fransa ve Almanya’nın ve bilhassa Fransa’nın Türkiye’yi borçlandırma işleri karşısında onlardan geri kalmamak ve Türkiye’ye boyuna borç para teklif etmek için 1

 

 

(1) The British Documents on the Origin of the war. 1896-1914. His Majesty Stationary Offices, London, 1927, Vesika No. 147’ye ilâve. Derleyen: Erol Ulubelen: İngiliz Belgelerinde Türkiye.

 

 

149

 

İngiliz hâriciyesine ve hükümetine, İstanbul İngiliz sefirlerinin telâşlı tavsiyelerini aksettiren çok enteresan vesikalar da vardır. Yani bugün olduğu gibi, o zaman da borçlandırma yoluyle Türkiye’yi bağlamak ve kontrol altında tutmak politikası, bütün genişliği ile işlemiştir.

 

Şimdi aynı belgeden, demiryolları ile ilgili pasajlar alalım:

 

«1888’de Almanlar, Haydarpaşa-Ankara demiryolunu yaptılar. İlk iki senede şirketin topladığı ortalama vergi, 200.899 İngiliz lirasıdır. 1893’te aynı şirket, 445 kilometrelik Eskişehir-Konya kısmını yaptı. Bunun gelir karşılığı da gene İngiliz lirası olarak 63.300 liradır. 1890’da, Alman grubu başkanı Kaulla, Selânik-Manastır demiryolunun 99 senelik işletme imtiyazını aldı. 219 kilometrelik bu hat için, kilometre başına 14.300 Franklık garanti verildi. Ve şirket, Selânik-Manastır bölgesinde vergilerden 152.132 Sterlin topladı. Ayrıca demiryolu varidatından da 52.165 Sterlin elde ettiler. Selânik-Istanbul demiryolu ise bir Fransız şirketine aittir. 1892’de M. R. Randouy tarafından, 99 senelik işletme imtiyazı elde edilmiştir. 510 kilometredir. 15.500 Frank kilometre garantisi vardır.

 

1893'te M. G. Nagelmasckeres, İzmir-Kasaba-Alaşehir hattının 99 senelik işletme imtiyazını aldı. Bu bir İngiliz firmasıydı ama, 1894’te bir Fransız firmasına satıldı. 266 kilometredir. Türk hükümeti buna senede 2.310.000 Frank garanti verdi. Daha sonra bunu birtakım temdit (hattı uzatma) anlaşmaları eklendi.

 

1902’de ise bir Alman firması, Konya-Bağdat yolunu 99 senelik işletme imtiyazını aldı. Hükümet bunun için, 54.000.000 Franklık garanti kabul etti.

 

.  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .  .

İngiltere, Ortadoğuda çökmek üzeredir. Elde ettiklerini kaybetmek üzeredir. Bu işi ya yürütmeli, ya çekmelidir. Yerinde duramaz. Diğer devletler ilerlerken, İngiltere geriliyor. Gözümüzü açalım ve hakikatleri görelim. Alman, Fransız tesiri, doklara, rıhtımlara, tramvaylara kadar girmeye başladı. Osmanlı hükümetinin akılsızca borçlanması

 

 

150

 

ve korkunç israfı yüzünden, Türk devleti mahvolmakta ve korkunç bir malî kaos meydana gelmektedir. İngiliz ticarethaneleri ve müesseseleri bu hadiseden, hiç bir kâr ve hisse alamayacaklardır. Bu ekonomik temel üstünde yükselen tngiliz-Fransız durumu, pek yakında, politik gelişmeler de kaydedeceklerdir.» (1).

 

 

Yukardaki cinsten gizli veya gizli olmayan belgeler, çeşitli kaynaklardan istenildiği kadar verilebilir. Bunların hepsinde Türkiye, temelinde oyunlar yatan birtakım bağlantılara girmiş ve hepsinde de, memleketin zaten sıfıra yaklaşan gelir kaynaklarından bir kısmını, yabancıların eline teslim etmiştir. 1876-1908 devresinin İktisadî manzarası denilen şeyin bir çephesi de budur. Bu böyle olunca da devletin, elbette ki bir bütçesi olamazdı. Ve gelir kaynakları Türkler elinde değildi. Devlet, ordu ve idare masraf ve maaşlarını, bunun için ödeyemiyordu. Ama Anadolu sefaletten yerle bir olup çökerken, İstanbul’da ve hepsi de Abdülhamit’in sarayından görülebilen çevre içinde, duygusuz bir mutlu azınlığın, bir devlet ve saray hiyerarşisinin yalıları, köşkleri, konakları, sarayları gelişip duruyordu...

 

Yabancı imtiyazlar üzerindeki kısa değinmelerimize son vermeden, büyük çalkantılar yapan bir konu, yani AnadoluBağdat hattı üzerinde biraz durmalıyız. Çünkü bu hat üzerindeki devletlerarası çatışmalar ve bu çatışmaların Türk hükümetinin haysiyetini durmadan zedeleyen etkileri, yalnız bizim yakın tarihimizin değil, daha aşağıda değineceğimiz ve adına Sark meselesi denilen büyük problemin de, ilginç düğüm noktalarından biri olmuştu.

 

* * *

 

HATT I SALTANAT «LA LIGNE IMPERIALE»:

 

İlkçağda, Şah Yolu, Ortaçağın, Çin’le Bizans arasındaki İpek Yolu gibi, dünyanın en uzun ulaştırma yollarından biriydi. Bu Şah Yolu, Ege denizinde Milet, Efes limanlarından başlar, Lidya’yı,

 

 

(1) The British Documents on the Origin of the war. s. 175-180.

 

 

151

 

Frigya’yı, Kapadokya’yı, Torosları geçerek, Klikya, Suriye, Mezopotamya üzerinden İran’a ulaşırdı. İran imparatorluğu başkenti olan Astahar-Persepolis’e varırdı. İran’dan, Hindistan’a da gidilebilirdi karadan. Nitekim Büyük İskender, bu yolu izledi...

 

Almanların Osmanlı hükümetinden 1899’da imtiyazını aldıkları Bağdat hattı da bir Şah Yolu idi. Nitekim Dr. Pol Rurbah, bu konu ile ilgili kitabında, Bağdat hattını «Hatt-ı Saltanat - La Ligne Imperiale» olarak vasıflandırır.

 

Bu hat, İstanbul’dan başlayarak, Anadolu, Klikya, Suriye’ yi geçerek, Mezopotamya’ya varacaktı. Fırat-Dicle vadilerini geçecek, Bağdat’a ulaşacaktı. Oradan, evvelâ Basra limanında Basra körfezine çıkacak, sonra da Küveyt kıyılarında, Hint denizine açılacaktı. Bu hattın da hedefi Hindistan’dı. Yani, Hint ticaretinin, biraz da bu hat üzerine çekilmesiydi.

 

Proje büyüktü. Azametliydi. Hatta bu projeyi daha ilk adımda Almanların diğer rakipleri, hattın gayesi, Anadolu, Klikya ve Irak’ta Alman muhacirlerini akıtmaktır, onları orada yerleştirmektir diye yorumladılar. Hindistan imparatorluğunu elinde tutan îngilizler için ise, bundan daha korkulu bir rüya olamazdı (1).

 

îmtiyaz, şahane törenlerle kutlandı. Alman imparatoru II. Wilhelm İstanbul’a gelerek padişahı ziyaret etti. Kudüs’te, Dünya Müslümanlarının koruyucusu imiş gibi jestler yaptı. Osmanlıların Avrupa ile münasebetlerinde, ciddî bir dönüm noktası yaşanıyordu. Osmanlı devleti geleneksel Îngiliz-Fransız siyasetinden ayrılıyor, Almanya’ya dönüyor gibiydi. Nitekim az sonra ve silâhlandırma kredileriyle orduda da Alman silâhları kabullenildi. Hatta Türkiye’ye, Von Ver Golç Paşa gibi kurmay hocaları getirildi. Kurmay akademisine Alman eğitim usulleri ve disiplini yerleşti.

 

 

(1) Bu konudaki geniş neşriyat arasında ve aynı zamanda Alman-Osmanlı münasebetlerinin gelişmelerini de izlemek için: General Mahmut Muhtar: Berlin Muahedesinden Harbi Umumiye Kadar Avrupa ve Türkiye-Almanya Münasebeti. 1925. İstanbul - Hatt-ı Saltanat. Dr. Paul Rurbah. 191, İstanbul.

 

 

152

 

Bizim 1900-1908 arasındaki kurmaylar ve aktif subaylar neslimiz, bu devrenin mahsulüdür. Enver Paşa, Cemal Paşa, Mustafa Kemal, İsmet, Ali Fuat, Karabekir ve diğerleri gibi, İkinci Meşrutiyet ve hatta Cumhuriyet devrinin seçkin subayları, belki Abdülhamit dahi farkına varmadan, böyle yetiştiler. Padişah, onları mektep yıllarında sıkı kontrol altında bulundurduğunu sanıyordu. Mektepler bitince de hepsini, ülkenin en çetin mücadele sahalarına, meselâ Rumeli’ye dağıtıyordu. Halbuki bu tazyik ve dağılışlar, onlar için, yetiştirici dersler ve hayat mektepleri oluyordu...

 

Hulâsa Bağdat hattı imtiyazı ile beraber Türkiye’de TürkAlman münasebetlerinin, bir gün Türkiye’yi Almanlar safında harbe sürükleyecek kadar güçlü şartları ve elemanları hazırlanıyordu...

 

Nitekim imtiyazın karşısına daha ilk adımda, gene bir gün bizim Almanlar safında kendileri ile harp edeceğimiz Üçlü Antlaşma Devletleri dikildi: İngiltere, Rusya ve Fransa... Çünkü Türkiye devleti müstakil görünüyordu ama, aslında müstakil değildi. Kapitülasyonları bir tarafa bıraksak bile, daha önceki belge ile değindiğimiz dış borçlar zincirinin düğümleri, her an devletin boynundaydı. Hükümet bu sebeple, mukavemet ve müdahalelerin bin bir çeşidiyle bunalıp duruyordu.

 

İngiltere, imtiyaz mukavelesinin akdi ile beraber Basra körfezinde, Hint denizi ağzındaki Küveyt’e yöneldi. Basra’dan Küveyt’e doğru uzanan Arabistan kıyıları, Osmanlı toprakları sayılıyordu. Küveyt daha aşağıda olmakla beraber, gelenek itibariyle Osmanlı toprağı veya Osmanlı himaye arazisiydi. Nitekim Mithat Paşa, Bağdat valisiyken, bütün Irak’ta olumlu hareketler yaptığı gibi, Osmanlı bayrağı taşıyan bir vapurla bu sahilleri de dolaşmış, Küveyt’e kadar uzanarak, o zamanki Küveyt Emirini oraya, Küveyt kazası kaymakamı olarak tayin etmişti (1).

 

Fakat Bağdat hattı imtiyazı doîayısıyle İngilizler derhal Küveyt’e koşunca, Osmanlı himaye veya haklarından tek kelime

 

 

(1) Abdülhamit devrine ait siyasî edebiyatta, meselâ Mithat Paşa ve Sait Paşa Hatıratında Küveyt, önemli yer tutar.

 

 

153

 

söz etmeden, Küveyt Emiri ile geniş bir himaye antlaşması imzaladılar. Küveyt yelkenli veya balıkçı gemileri İngiliz bayrağı taşıyacaklardı. Bunlara tecavüz, İngiltere’ye saldırı sayılacaktı. Kısacası, İngilizler Hindistan yolunu emniyet altına almak istiyorlardı. Daha sonraları bu istikamette, daha başka teşebbüslere de geçtiler.

 

Bu teşebbüslerin en önemlisi, Mezopotamya topraklarının Fırat-Dicle’den sulanarak işletilmesi için oralara mühendisler, iktisatçılar göndermeleri oldu. Meselâ Mr. Wilkoks adında bir uzman ve siyasetçi, bu yolda geniş haritalar çıkardı. Geniş planlar hazırladı. Hatta bunlardan bazılarını hükümete de verdiler. Yani İngiltere, Mezopotamya’yı, Almanlara ve söylendiği gibi Alman muhacirlerine, kolonizatörlerine bırakmamakta azimliydi.

 

Fakat daha sert mukavemetler Rusya’dan geldi. Müdahaleler evvelâ Anadolu-Bağdat hattının güzergâhı, yani geçeceği yollar üzerinde başladı. Anadolu Türk toprakları olduğu halde, Rusya burada yapılacak demiryolları ve bunların geçeceği istikametler üzerinde kendini, hak ve söz sahibi sayıyordu. Nitekim sözleri dinlendi de...

 

Rusya, evvelâ Kuzey ve Doğu Anadolu’da demiryolları yapılacaksa ve bunlar devlet tarafından yapılmadığı takdirde, bu hatların inşasının Rus uyruklulara verilmesini istedi. «Devlet tarafından yapılmadığı takdirde» kaydı, şekilden ibaretti. Çünkü Abdülhamit devrinde, Türkiye’de, demiryolu yapacak veya kontrol edecek para ve elemanlar bulmak şöyle dursun, lokomotif makinistleri, kondüktörler, hatta gişelerde biletçiler bile, Ermeni şivesiyle yazılmıştı. Meselâ «Bilet mahalli» değil, «Bilet mahâli» şeklinde yazılırdı.

 

İlk planda hattın güzergâhı için Ankara, Sivas, Harput, Diyarbakır, Musul istikameti gösterilmişti. Rusya, Kafkasya’ da kendi topraklarında dilediği gibi demiryolları yapabildiği halde, Türkiye topraklarındaki bu plana itiraz etti. Bu istikametleri, kendi sınırlarına yakın sayıyordu. Bu plan değiştirildi. Demiryolunu Ankara, Kayseri, Harput, Diyarbakır üzerinden geçirecek başka bir plan tertiplendi. Fakat Rusya, buna da itiraz etti.

 

 

154

 

Türkiye bu itirazı da kabul etmek zorunluğunda kaldı. Nihayet bugünkü Anadolu hattı güzergâhı çizildi. Yani Haydarpaşa, Konya, Adana istikameti ele alındı.

 

Fakat projeye karşı mukavemetler, engellemeler o kadar sürüp gidiyordu ki, aslında sekiz yılda Bağdat'a varması planlanan Bağdat hattının, 8 senede, yalnız Konya Ereğlisi'ne doğru 200 kilometrelik Bulgurlu kısmı yapılabildi. Böylece, 1908 ihtilâlinden sonradır ki, Almanya hükümeti Türkiye ile yeni mukaveleler imzalayabildi. Bulgurlu'dan Diyarbakır güneyinde Halif mevkiine kadar olan 800 kilometrelik kısmın inşasına geçildi. Fakat hat, imparatorluk idaresinde hiç bir zaman Bağdat'a varamadı. Türkiye için iktisdî değeri ne olacağı zaten ve kesinlikle anlaşılamayan bu hat üzerinde böylece bin bir engelle karşılaşıldı. Karadeniz, Erzurum, Van istikametinde uzanan geniş topraklar üzerinde ise Rusya korkusundan, tek kilometrelik demiryolu değil, karayolu, hatta kışla, karakol bile yapılamadı...

 

Bu sayfalar, Osmanlı devletinin yabancı sermaye veya teşebbüsleri karşısındaki durumu ile, bu işlerin üzerinde dönen siyasî çatışmalar ve devletin borçlandırma yolları ile zincirlenmesi hakkında, sanıyorum ki az çok fikir verecek mahiyettedir. Bu bahsi ve misalleri istenildiği kadar uzatabiliriz. Fakat şimdi biz, II. Abdülhamit devri ve bu devrin, devletin bütün temel müesseselerinde yarattığı çöküntüleri görmeden önce, Enver Paşayı da kendi bağrından çıkaran bir hareketin, yani Genç Türkler hareketinin, evvelâ başlangıç safhalarını görelim...

 

[Previous] [Next]

[Back to Index]