Makedonya'dan Ortaasya'ya. Enver Paşa. I. cilt: 1860-1908

Şevket Süreyya Aydemir

 

İKİNCİ KISIM

 

Dağa Çıkan Kurt!

 

«Vardar Kapısından çıkarken nişanlarımı

soktum. Biraz müteessirdim. Bütün

eski hayallerim; iyi, büyük bir asker

olmaktı. Halbuki şu andan itibaren,

artık bir hiçtim. Kim bilir nerede ve

hangi kurşunla vurularak, kim bilir

nerelerde kalacak ve asi dîye, bir köşeye

atılacaktım.

 

Ama bir gün gelecek ve o gün beni

rahmetle ananlar, elbette bulunacaktı...»

— Binbaşı Enver Beyin Hatıratından —

 

 

XV

 

 

ENVER BEY KENDÎNÎ ANLATIYOR!

 

1908 Genç Türkler ihtilâline ve dolayısıyle, bir gün Enver Beyin bir Yıldız gibi parlayışına varan şartları ve atmosferi, etrafıyle verdiğimizi sanıyorum. Şimdi, gene Enver Beye dönelim...

 

Binbaşı Enver Bey, Hürriyet Kahramanı Enver Bey oluşunun ardından, yani bu bahiste vereceğimiz olaylar zinciriyle Hürriyetin ilânından sonra, 10 temmuz 1324 gününe, —bugün kullandığımız tarihle 23 temmuz 1908’e— kadar olan hayat hikâyesini, kendi kalemiyle anlatır. Bu hikâye, doğum günü ve doğum yeriyle başlar. Sonra perde perde açılır. Hele onun öğrenim kademelerini Hatıralarında adım adım izledik. İlk öğrenim zaten ayrı ayrı şehirlerde, yani bölük pörçük geçer. Askerî Ortaokulda, daha önce ve ilgili bahiste işlediğimiz gibi, pek bir şey vaat etmeyen bir öğrencidir. Ama sonra içten gelen ihtiraslı kararların itici kuvvetliyle, öğrenim kademelerinin merdiveninde emin adımlarla, hızla ilerler. Öyle ki, askerî öğrenim kademelerinin sonu ve aynı zamanda bir ihtisas okulu da olan Erkânı Harbiye Mektebinin, yani Kurmay Okulunun son sınıfını, birinci olarak bitirir (1). Artık ilk hedefine ulaşmıştır.

 

 

(1) Enver Paşa, Kurmay Okulunun son sınıfını birinci olarak bitirir. Fakdt o zaman bu okulda yürürlükte olan usullere göre, birincinin seçilmesi, o öğrencinin, mektebin üç sınıfında kazandığı Üss-ü Mizân’m, yani ortalama notları toplamının gösterdiği duruma göre olur. Hesaplar bu şekilde yürütülünce ve Enver Paşanın not toplamları, ders yıllarına göre ilerlediği için, kendisinin derecesi son imtihan yılında birinci, fakat üç yılın toplamına göre ikinci sayılır. Birincilik, aynı sınıftan İsmail Hakkı Efendiye (Sarıkamış muharebe sahasında hastalıktan ölen Hafız İsmail Hakkı Paşaya) verilir.

 

 

448

 

Ve ondan sonra önünde, Osmanlı ordusunun bütün yüksek kumanda kademeleri açıktır. Ta paşalığa, müşirliğe kadar (1)...

 

Biz, onun hayatının bu safhalarını, bu cildin ilgili bahislerinde, çeşitli yönlerden daha önce vermeye çalıştık. Aile ilişkileri, mektep kademeleri, bu arada ve Harp Okulunda geçen siyasî tevkif macerası ve diğer olaylar...

 

Ama şimdi bu bahse girerken, isteriz ki onun hikâyesinin bu ilk kademelerini biraz da kendi kaleminden izleyelim. Yani, kendisinden dinleyelim. Bunun ayrı bir değeri olacaktır. Çünkü Enver Paşanın, yukarda sınırladığımız hayat safhasını kapsamak üzere, kendi el yazısıyle hazırladığı «Hatırat»ı, hakikaten enteresandır. Ama bu yazılar bugüne kadar ve bütünü ile yayınlanmamıştır. O halde ilk önce bu «Hatırat»ı tanıtalım:

 

Enver Paşanın kendi serüvenini, doğumundan 23 temmuz 1908’e kadar anlatan hatıraları, orta boyda ve orta hacimde bir defter teşkil eder. Bu defter şöylece seçilmiş ve her gün ellerde dolaşan defterler cinsindendir. Ama baştan sona, kendi el yazısıyle yazılmıştır. Yazı dili sade, yapmacıksızdır. Osmanlı Türkçesinin en açık şeklidir. Öyle ki, bugün bile herhangi bir esaslı değişiklik yapmadan aynen basılabilir. Ve bu dili herkes anlar (2).

 

Yazı üslubuna gelince? Enver Paşanın yazı üslubu, öyle denebilir ki, hayatı boyunca değişmemiştir. Çünkü onun daha okul sıralarından ailesine, meselâ kız kardeşi Hasene’ye yazdığı mektuplarda kullanılan dille, onun Orta Asya’da ölümünden dört gün önceye kadar günlük yaşantısını ve içinde çarpıştığı problemleri veren not defterine kadar, bütün yazılarında dil ve üslup aynıdır. Yalnız, eşine yazdığı mektuplar daha ruhludur.

 

Enver Paşa, hiç bir zaman bir kürsü adamı, kalabalıklara hitap eden ve kalabalıklara sözleriyle etki yapan bir hatip olmadı.

 

 

(1) Müşir, Mareşal demektir.

(2) Bu hatıraların olduğu gibi yayınlanmasının mümkün olacağını sanıyorum.

 

 

449

 

Ama şimdi çeşitli kanallardan meydana çıkan, elde bulunan hatıra, belge, not ve mektuplarından anlıyoruz ki, içli ve duygulu bir insandır. Donuk ve her zaman içine kapalı görünen hallerine rağmen!.. Bütün bu yazılarında, duygusal tasvirlere kaçmayan, süslü kelimeler kullanılmayan, sade, ama iç âlemini tam ifade edici bir üslup var. Bu kitabın ikinci cildinde, onun 1908-1918 arasındaki resmî görev ve iktidarını ilgilendiren emir, direktif ve kumanda tebliğleri ise, göreceğiz ki, açık, kısa ve kesindir. Harbiye Nazırlığı ve Başkumandanlığı devresinde, maiyetine verdiği emirler de, meselâ İnönü’ den dinlediğimiz gibi, bazen tek veya birkaç kelimeden ibaret olacak kadar kısadır.

 

Enver Bey, Hatıralarına, kendi doğum tarihleriyle girer. Bu eserin bu cildinde verdiğimiz ve babasının el yazısı bir mektubundan anlaşıldığına göre Enver Bey, nüfus kâğıdındaki kayıtları bir tarafa bırakıp bu tarihleri babasından sorar, öğrenir. Hatıralarında, o tarihleri kullanmıştır. Babasının bu cevap mektubunun tarihi ise 22 teşrinievvel 1325, yani bugünkü tarihle 5 kasım 1909’dur. O tarihte Binbaşı Enver Bey, Berlin’ de ataşemiliterdir. Şu hale göre, bu hatıraların, Berlin’de yazılmış olması mümkündür. Biz, onun bu doğum tarihi ve yeri ile ilgili bilgileri, aile ilişkilerini ve öğrenim kademelerini, bu konulara ait bahsimizde esasen vermiştik.

 

Enver Bey, hayat hikâyesinde soy ilişkilerine yer vermez. Halbuki bizim eserimizde bu ilişkiler genişçe bir şekilde işlenmiştir. Bu cildin sonuna, onun soy şeceresinin tablosu da eklenmiştir. Biz bunları çeşitli araştırmalarla tespit ettik. Enver Beyin bulunan hatıralarında, kendi soy ilişkilerine ait bir bilgi olmamakla beraber, hatıra defterinin başında iki sayfalık ayrı bir yaprak bulunmuştur ki, bizim verdiğimiz soy ilişkilerini doğrular. Bu iki sayfalık yazı, Enver Beye ait değildir. Ve üzerinde şu kayıt okunur:

 

«Nuri ağabeyimin, 3 eylül 1931 tarihi ile mevrut (gelen) mektubundan.»

 

Bu notun altında Kâmil imzası vardır. Burada Nuri, Enver Paşanın kendisinden küçük kardeşi Nuri Paşadır.

 

 

450

 

Ve 15 yıl kadar önce İstanbul'da bir infilâk sırasında ölmüştür. Kâmil de Enver Beyin, daha küçük kardeşidir. Ve Enver Paşanın Orta Asya'da şehadetinden sonra, ağabeyinin eşi Naciye Sultanla evlenmiştir; Enver Paşanın geride kalan çocuklarının yetişmesinde, etkili gayretleri olmuştur. Şimdi o da hayatta değildir.

 

Bu kısa kayıtlardan sonra, biraz Enver Beyi dinleyelim:

 

«1297 (1881) senesi teşrinisani bidayetinde (kasım başında) muharrem ayının birinci salı günü sabahı saat on iki raddelerinde (1) Divanyolu’nda, eski lisan mektebi karşısındaki evimde dünyaya geldim.

 

Ailemiz, zengin olmamakla beraber, her türlü tahsil ve terbiyeme, kudretleri yettiği kadar gayret etmişlerdir.

 

Üç yaşındayken, evin yanındaki İptidâi (ilk) Mektebine gitmek hususunda gösterdiğim arzuya, baba ve annem mani olamayarak ilk besmeleyi (2) mektep muallimi Kara Hafız... Efendinin önünde telaffuz ettim. Altı yaşma kadar İstanbul’da bulunarak, muhtelif iptidâilere devam ettim. Babamın nafıa kondüktörlüğüne tayini üzerine Manastır’a geldim. Orada iptidâi tahsilini ikmal ile 1305 (1889) senesinde, Manastır Askerî Rüştiyesine (askerî ortaokul) girdim. Yaşımın küçüklüğü ileri sürülerek kabul etmek istemediler. Ama gösterdiğim hâheş (istek) üzerine muvafakat ettiler. Arkadaşlarım arasında en küçük olmakla beraber, yaramaz olmadığımdan, hepsinin muhabbetini kazandım. Derslere gayretim dolayısıyle, muallimlerimin teveccühünü dekazandım...»

 

Küçük Enver gayretlidir. Okumaya heveslidir. Ama aynı yaşlarda ve Selânik okullarında Mustafa Kemal'in başına musallat olan iki hoca, yani Kaymak Hafız ve Çopur Hafız Nuri cinsinden biri, bu sefer Manastır’da küçük Enver’i de bulur.

 

 

(1) Bizim ilgili bahiste verdiğimiz bilgilerde bu tarihler ve gün, ayrıca işlenmiş ve bir takvim uzmanının da incelemeleriyle ayrıntılar verilmiştir.

 

(2) Besmele; ilkokulda ük derse başlarken çekilen ve îslâmda her vesileyle tekrarlanıp, «Tanrının adı ile...» anlamına gelen ibare.

 

 

451

 

Kaymak Hafızla Çopur Hafız Nuri, Selânik’te Mustafa Kemal’i adamakıllı hırpalamakla kalmamışlar, onu mektepten soğutmuşlardı. Ona iki sene kaybettirmişlerdi. Manastır Rüştiyesindeki ruhsuz Molla da, Enver’i kırar. Hatırada şöyle anlatılır:

 

«İyi çalışıyordum. Birinci hususî imtihanda, 75 mevcutlu sınıfta yedinci olmuştum. Fakat umumî imtihanda, din hocamız tarafından hiç okutulmayan Hac bahsine cevap veremediğim için, numara kaybederek, sınıfta altmışıncı oldum. Bu düşüş ve gerileme, benim çalışmama, gayretime kesel verdi (yani, çalışma hevesini kırdı).

 

Sınıfın böylece aşağısına düştüm, aşağısında bulunuyorum diye muallimlerin bana ehemmiyet vermeyişleri ise, azmimi büsbütün kesiyordu...»

 

Gerçi bütün sarıklı hocalar elbette ki Kaymak Hafızlar, Çopur Hafız Nuriler veya Enver’in Askerî Rüştiyesindeki din hocası cinsinden kayıtsız, düşüncesiz insanlar değildirler. Ama ne var ki, Selânik’tekiler Mustafa Kemal’i kıyasıya hırpaladıkları ve ona iki yıl kaybettirdikleri, hatta bir aralık onun, mektepten alınıp bir dükkâna çırak verilmesi teşebbüslerini ortaya çıkardığı gibi (1), Manastır’da küçük Enver de, kendini kolay toplamaz. Ama yılmaz, şöyle yazar:

 

«Dördüncü sene, son bir gayretle, sınıfın otuzuncusu olmuştum. Mektepten çıkarken on yedinci oldum.»

 

Ama onun bu safhadaki hayat hikâyesiyle ilgili bahsimizde işlendiği gibi, Askerî Ortaokuldan çıkarken verilen ve şimdi elimizde bulunan şahadetname derecesi «Karîb-i Ala»dır. Yani pek iyi, iyi, orta değil de «iyiye yakın»dır. Daha ilk sınıfta birden yedinciliğe fırlayan bu çocuğun, bu safhadaki mektep hayatında, şu okutmadığı şeyleri soran din hocasıyle, şu Hac bahsi, anlaşılıyor ki, etkileri gene de kolay geçmeyen, derin tesirler yapmıştır.

 

 

(1) Ş. S. Aydemir: Tek Adam. Cilt I. Baskı IV. s. 45 ve devamı.

 

 

452

 

Enver Bey hatıralarında, ondan sonraki öğrenim kademelerini sıralar. Bunları daha önce de özetlemiştik. Askerî İdadiye (askerî lise) 15’inci olarak girmiştir. Askerliğe olan hevesini, sade fakat içten kelimelerle anlatır. Derslerine sarılır. Artık her imtihan devresinde ve her yıl biraz daha ilerleyecektir.

 

«Derslerime büyük, fevkalâde bir istekle, hevesle sarıldım...»

 

diye anlatır. Askerî İdadide ikinci sınıfı, on ikinci ve üçüncü sınıfı dokuzuncu olarak tamamlar. Harbiyeye girerken, sınıfın altmcısıdır. Ve bu ilerleyişin, hele askerî okullarda çok önemi vardır. Çünkü Harbiyeyi tamamlamak ve zabit çıkmak, bir ihtiraslı genç için yetmez. Erkânıharp (Kurmay) Okuluna da girebilmeli. Oradan da parlak bir şekilde çıkmalı ki, yarın ordu saflarında sıradan bir asker kalmasın, üstün kumanda kademelerine çıkılabilsin. Hayallerde yaşayan bu değil midir? Gerçi bazı nüfuzlu kimselere ve hele saraya bağlanırsan, bütün bu şartların hiç birine lüzum yoktur. Meselâ Niyazi Beyin, Enver Beyin hatıralarında anlatıldığı gibi, 10 yaşında, 13 yaşında saray albayları ve nereden türedikleri bilinmeyen cahil saray paşaları vardır. Ama Enver, kendi yolunu kendisi açmak isteyen insanlardandır. Tıpkı Mustafa Kemal gibi...

 

Zaten Harp Okulu saflarında, mektepteki hava da ruhları canlandırıcıdır. Girit olayları şiddetlenmiştir. Şarkî Rumeli ve Makedonya kaynar. Arada Osmanlı-Yunan harbi de geçer. Öğrenciler gece gündüz tartışırlar. Hemen her boş vakitte duvar haritalarının başlarmdadırlar. Bu haritalarda sınırları dünya kadar geniş görünen Osmanlı padişahlığının hali ve geleceği konuşulur. Kendileri bu imparatorluğu yaşatmak, kurtarmak için ne yapabileceklerdir? Ne vakit ordu saflarında yerlerini alacaklardır? Ne vakit söz onların olacaktır?

 

Hulâsa ve öğrenci Enver'in deyimiyle,

 

«Bütün arkadaşlar galeyan halindedirler.»

 

Hatırlarda ve ilk defa bu safhada, başka meseleler de ortaya atılmıştır. Kafalar bu meselelerle yoğrulur. Şu satırları okuyalım:

 

 

453

 

«Harita başlarında, soba başında toplandığımız zaman, hükümetin aczinden, idare-i mutlakanın (istibdat idaresinin, keyfî idarenin, despotizmin) ve bilhassa Sultan Hamit’in fenalıklarından bahsederdik. Gerçi bunlar sözde kalırdı. Ama fikirlerde, ufacık da olsa, intibah (uyanış) olurdu...»

 

Zaten Enver, Manastır İdadisini bitirip, arkadaşlarıyle beraber İstanbul Harbiyesine giderlerken, Yunan Harbi başlamıştır. Yollar asker doludur. Şöyle anlatır:

 

«Manastır İdadisini bitirip İstanbul'da Mekteb-i Harbiy ey e giderken, trenler Yunan meselesi dolay isiyle askerî nakliyata tahsis edilmişti. Bize özel bir vagon verdiler. Manastır’dan Selânik’e bu vagonla gittik. Sevincimiz fevkalâdeydi. Zabit namzedi (subay adayı) olmuştuk. Biz de üç yıl sonra, şimdi harbe giden kahramanlarımıza kumanda edecek kabiliyette bulunacaktık.

 

Trenlerimiz karşılaştıkça rast geldiğimiz Redif Taburları efradının, güler yüzle bizi selâmlayışları, şarkı söyleyişleri, bunlara lâyık zabitler olabilmek için son derece çalışmak azmimizi kuvvetlendiriyor, bizi cesaretlendiriyordu.

 

Onlar her şeylerini, yerlerini yurtlarını bırakarak, vatanın bir köşesinde ölmeye gidiyorlardı. Biz de istikbalde, bize verilecek, bunlar gibi yüzlerce, binlerce kahramanlara kumanda edecektik. Onları hüsn-ü idare edecek (yani, iyi kullanarak) muzafferiyetler kazanacaktık. İşte bütün bunları başarabilmek için gerekli bilgileri öğrenmeye gidiyorduk. Her iki taraf, vatanın kurtuluşuna çalışacaktı...

 

İşte o sırada, tek emelim buydu. Memlekete, bu yolda hizmet etmekti...»

 

Enver mekteplerde uslu, sakin, çalışkandır. Asker okullarında öğrenciler çeşitli seciye ve davranışlarıyle gruplandırılabilirler. Yüzlerine biraz dikkatli bakılsa yüzleri kızaran sessiz, mahçup çocuklardan tutarak, hırçın,

 

 

454

 

kavgacı tiplere, hatta aşırı kiilhanbeyiere kadar çeşitli tabiat ve karakterler, bu mekteplerin sıralarında göze çarparlar. Ve ordunun, bunların hepsine ihtiyacı vardır. Onun için askerî mekteplerde ve aşırı derecede ölçü dışı çıkmadıkça, kolay kolay insan feda edilmez. Çünkü imparatorluğun kuş uçmaz kervan geçmez dağlardan, Orta Afrika çöllerine kadar yayılan topraklarında, yalnız bilgili kurmaylara değil, canını dişine takarak bin bir belâya katlanabilecek, gözünü budaktan sakınmaz subaylara da ihtiyacı vardır. Ve oralarda bunlar, her türlü şartlar içinde, bin bir çeşit mahrumiyete katlanmalıdırlar.

 

Ama Enver, birinci gruptandır, kavgacı, geçimsiz değildir. Şöyle yazar:

 

«Bütün mektep hayatımda, altı hafta izinsizlikten başka ceza almadım. Ama bu cezaların hepsinde de kendimi kabahatli bulmuyordum, Doğruluktaki taassubum dolayısiyle, daima muallimlerimin ve arkadaşlarımın teveccühlerini kazandım.»

 

Onun gözü kurmaylıktaydı:

 

«Manastır İdadisindeki bazı düşük notlarımdan Harbiyede ve bir tertipte 56’ncı olmuştum. Ama bununla beraber, Erkânıharp (kurmay) sınıfları dershanelerinin önünden geçerken, bir gün benim de bu dershanelerin sıralarında oturmam hayal ve ihtiraslarından kendimi men edemiyordum.

 

Gerçi 750 mevcutlu sınıf içinde, oraya dahil olmak ümidini beslemek, benim gibi sınıfın 56’ncısı olan bir şakirt (öğrenci) için küstahlıktı. Maamafih, azmetmiştim. Dershanede, diğer mekteplerden gelmiş arkadaşlarımdan ileride bulunduğum için, onlara da dersleri anlatıyor, bundan, kendim de faydalanıyordum. Harp Okulunda ikinci sınıfa 17’nci olarak geçtim...»

 

Enver, artık yolunu alıyordu:

 

«Üçüncü sınıfta 12’nci oldum ve Harp Okulunu, 4’üncü olarak bitirdim. Fakat üç senelik notlarımın toplamı alınınca, mevcut usule göre, 9'uncu oldum. Artık zabit olmuştum.

 

 

455

 

Mülâzım Enver Bey

 

 

456

 

Mülâzım olarak kılıç kuşandım. Harp Okulunu bitirirken kazandığım derecem, bana Erkânıharp sınıfına alınmak imkânını sağlıyordu. Evet, artık ben de Erkânıharp namzedi (kurmay adayı) idim. Ümidim ve çalışmalarım boşa gitmemişti...»

 

* * *

 

SİYASÎ SUÇLU!

 

Evet, Enver, mektep hayatında ilerliyordu. İlk hedeflerine ulaşmıştı. Harp Okulunu bitirmiş ve kurmay sınıfına ayrılmış, Kurmay Okuluna girmişti. Ama kafasını yoran başka dersler vardı. Memleketin gidişini iyi görmüyordu. İdareden memnun değildi. Padişahtan şikâyetçiydi. Ama bu hislerini açığa vurmuyor, mektepteki gizli hareketlere de katılmıyordu. Hatıralarında ilk akşam yoklamasını anlatır. Harp Okuluna ilk katılışında ve daha ilk akşam yoklamasında karşılştığı bir sahne ve dinlediği şeyler, Enver’in akimdan hiç çıkmadı. Bu olayı vermeliyiz. Akşam yoklamaları, asker okullarının, tıpkı askerî birliklerde olduğu gibi, bir nevi tören saatidir. O saatte birliklerde veya âsker okullarında asker veya öğrenciler, sınıflarına, bölüklerine göre muntazam saflar halinde dizilirler. Bu diziler çok defa ve yer müsaitse, bir kale nizamı şeklinde olur. Ortaya kumandanlar çıkarlar. Nöbetçi zabitleri onlara tam haberlerini verirler. Ve askere, yahut öğrencilere bildirilecek bir şey varsa, o saatte bildirilir. Ve ondan sonra hep bir ağızdan, üç defa:

 

«— Padişahım, çok yaşa!»

 

diye bağırılır. Bu arada borazanlar işaretler verirler. Ondan sonra sıra, akşam yemeğindedir. İşte ilk akşam gene böyle bir yoklama töreni sırasındadır. Harp Okulu ve Erkânıharp sınıfları, usulü dairesinde sıralanmışlardır. Kumandan ve subaylar yerlerini alırlar. «Tam haberleri» verilir. Fakat okunacak bir tebliğ vardır. Okunur da. Enver, sahneyi şöyle anlatır:

 

«Bu akşam yoklamasında bir tebliğ dinledik. Birçok zabitlerle (subaylar), Harp Okulu ve Erkânıharp sınıflarından,

 

 

457

 

Mekteb-i Tıbbiyeden ve diğerlerinden birçok efendilerin, Sultan Hamit aleyhinde, hiyanetkârane teşebbüslerde bulunduklarından dolayı, mekteplerinden kovulduklarını, sürgüne, hapse, hatta idama mahkûm edildiklerini bildirdiler. Bu tebliği, kumandanın bir sadakat nutku izledi.

 

Askeri Okullar Kumandanı Zeki Paşa, padişahın bizi ona sadakat için beslediğini ve sadakat (padişaha bağlılık) tahsil edildiğinde, mektepte tabiye (strateji) seferiye (hareket) ve saire gibi bilgilerin, öğrenilmesine hacet kalmadan ve lüzum olmadan dahi, rütbeler sağlanabileceğini anlattı.

 

Bu iğrenç yalanlar, zihnimde acı düğümlenmeler (ukdeler) yapmıştı. Demek, nice gençler mahvolmuş, feda edilmişti. Demek, bizi aldatıyorlar, dedim...» (1).

 

Evet, onları aldatıyorlardı. Ama Zeki Paşa, yalan söylemiyordu. Çünkü o devirde ve padişaha körü körüne bağlanmak, saraya jurnaller vererek arkadaşlarını, vatandaşlarını tevkif ettirmekle, pekâlâ rütbeler, nişanlar alınabiliyordu. Tabiye dersine, seferiye dersine, tarih, riyaziye ve saire okumaya, hakikaten ihtiyaç ve lüzum yoktu. Ve bu sefaletin, yahut Enver’ in deyimiyle bu iğrenç yalanların kahramanlarından bin bir tanesi, işte ortada ve refah içinde değil miydiler? Rütbeler, nişanlar onlar için değil miydi? Meselâ, Zeki Paşa gibi...

 

Fakat Enver bu düşünceleri kafasından atmaya ve kendini derslerine vermeye çalışır. Ama sarayın attığı ağlara, bu sefer kendisi yakalandı. O ağlar ki, bir defa birini kıskacına aldı mı, onun sonu en azından hapis, sürgün ve hepsinin üstünde, istikbale ait bütün ümit ve hayalleri kaybetmektir.

 

Olay malumdur. Çünkü Enver’le amcası Halil’in (Halil Paşa) bir gece mektepten alınarak tevkiflerini, Yıldız Sarayı’na götürülüşlerini, oradaki sorgu ve mahkemelerini,

 

 

(1) Bu olay, Enver’in Harp Okuluna girdiği yıl ve günlerde neticelenen ve Meşrutiyet mücadeleleri tarihimizde «Şeref Kurbanları» olarak yer alan Taşkışla Mahkemesi sonuçlandır. 1897.

 

 

458

 

bu cildin ilgisi bahsinde ve Enver’in mektep hayatını anlatırken «Enver Tevkif Ediliyor» ara başlığıyle vermiştik. Evet, bu davada Enver bir siyasî suçlu olarak suçlandırılır. Hikâyeyi, Halil Paşanın Hatıralarından, olduğu gibi naklettiğimiz için, burada tekrarlamayacağız (1). Ama bu tevkif ve Yıldız Sarayı’ndaki mahkeme sahnelerinin, aslında rejimin fenalıklarını görmekle beraber, henüz aktif mücadeleci olmayan Enver’in ruhunda uyandırdığı etkileri değerlendirmek mümkündür. O hava içinde, hele Harp Okuluna daha ilk katıldığı günkü akşam yoklamasında karşılaştığı sahneyi ve dinlediği sözleri, tebliğ edilen hükümleri, acı acı hatırladığını düşünebiliriz. Gerçi iş, sonunda kapatılır. Ve Enver’le amcası, Mahkeme Reisi ve Baş Hafiye Kadri Beyin birtakım gözdağı veren sözleriyle sona erer. Ama Enver, o günlerin korku ve duygularını, hatıralarında etrafıyle anlatır. Çünkü ters bir karar, onun bütün hayallerini mahvedebilirdi.

 

Enver, bu olay üzerinde etrafıyle durur. Enver’in amcası Halil, gerçi kendisinden iki yaş küçüktür. Ama hareketli, atılgan, cesur ve gözü pek bir delikanlıdır. Tevkifi sırasında bir ara fırsat bulup, Enver’e:

 

«— Sen hiç bir şeyden haberim yok dersin, her şeye ben cevap vereceğim, her şeyi bana bırak,»

 

der. Öyle de olur. Ama Enver, gerçi soğukkanlı, ama içli, duygulu bir insandır. Olan şeyler ona tesir eder. Hele o gece kapatıldıkları bir yerden, ertesi sabah arkadaşlarının yürüyüş kolunda Kâğıthane sırtlarına talime gittiklerini görünce, üzüntüsü büsbütün artar. Şöyle anlatır:

 

«Bu manzara beni, her şeyden ziyade müteessir etti. Artık demek ben onlardan ayrılmıştım. Demek, memlekete karşı bütün iyi niyetlerim, iyi tasavvurlarım mahvolmuştu.

 

O sırada gözlerim yaşardı. Her vakitki münâcatımı (Tanrı’ya yakarış) tekrar ettim:

 

 

(1) Ş. S. Aydemir: Halil Paşanın Hatıraları. Akşam Gazetesi. Ekim-kasım. 1967.

 

 

459

 

— Yâ Rabbi! Sen Millet-i Osmaniyeyi muhafaza et! Bana, bu millete iyi hizmetler etmeyi nasip eyle!»

 

İşte o sırada, onları götürmeye memur edilen Yüzbaşı 8adri Efendi sert bir yüzle, Enver'i önüne katar. Enver şöyle an» latır:

 

«Mektebin kapısından çıkıyorduk. Herkesin şüpheli bakışları altında, utanarak yürüyordum. Halil amcam düşünceliydi. Hayatımda ilk defa uğradığım bu hal karşısında, meyus değil, fakat müteessirdim.»

 

Yıldız Sarayı'na böylece varılacaktır. Nihayet birtakım safhalardan sonra Enver, Heyet veya Mahkeme Reisi Raşhafiye (Baş istihbaratçı) Kadri Beyin huzuruna çıkarılacaktır. Fakat Enver'in her suçlamaya:

 

«— Bilmiyorum, haberim yok...»

 

demesi, nihayet Başhafiyeyi de sinirlendirecek ve ona:

 

«— Sen ne budalaymışsın! Nasıl olmuş da Erkânıharp sınıflarına kadar yükselmişsin!..»

 

diye haykırtacaktır. Aynı adamın Enver hakkında Halil'e sorularına aldığı cevaplar ise onu:

 

«— Bu Enver, kaz mı,»

 

gibi hakaretlerle kudurtacaktır...

 

Ben, bu tevkif işi ile mahkemenin bu suretle kapatılmasını ancak bir suretle izah edebilirim. O da şudur: Bu. tevkif ve mahkeme işine, Üçüncü Veliaht Şehzade Abdülmecit Efendinin (Son Halife) de adı karışır. Çünkü bir cuma selâmlığı sırasında, Şehzade Abdülmecit Efendinin Almanca hocası ile, önemli bir Viyana gazetesinin muhabiri, Halil ve Enver'in o zaman Yıldız yolunda oturdukları eve misafir gelirler. Bir hafta sonu selâmlığını buradan seyrederler. Hatta selâmlık öncesindeki gece, bu evde misafir de kalmışlardı. Çünkü Halil, bu hocayı tanır. Eğer iş derinleştirilseydi, saltanat hanedanından birinin de adı, padişaha karşı bir harekete karışmış gibi gösterilerek ortaya atılacaktı. Ortada bir de Viyana gazetesi muhabiri bulunduğuna göre, tabiî iş dünya basınındâ da ge.iş yankılar yapacaktı. İşte bu, padişahın işine gelmezdi...

 

 

460

 

Kaldı ki ortada bir kasit, kötü bir teşebbüs de yoktu. Bu yabancılar, Enverlerin evine, nihayet misafir olarak alınmışlardı. Maksat, ertesi günkü selâmlık alayını seyretmekten ibaretti. Hulâsa ve her nasılsa, iş örtbas edildi. Ve Enver, askerî öğreniminin son noktasına doğru muzafferane ilerlerken, birden ve her şeyi kaybederek, meselâ bir kaleye veya Orta Afrika'ya sürülmekten kurtulur. Eğer böyle bir şey olsaydı, onun da adı gene okul akşam yoklamasında okunacaktı. Kumandan Zeki Paşa, bu «padişah haini» için de kim bilir neler söyleyecekti...

 

İşte Enver, Hatıralarında, bu olayları da ve tıpkı amcası Halil gibi, bütün ayrıntı ve teessürleriyle anlatır...

 

* * *

 

GENÇ BİR KURMAY: YÜZBAŞI ENVER!

 

Hulâsa Harp Okulunu bitiren Enver, Erkânıharp sınıflarına seçilen 45 öğrenci arasındadır. Üç yıl boyunca, önlerinden ümitler ve hayallerle geçtiği kurmay dershaneleri kısmmdadır. Bu kısımda dershanelerin tertibi başkadır. Çünkü burada okuyanlar, artık birer subaydırlar. Üniformaları, kılıçları vardır. Harp Okulundan mülâzımsan! (teğmen) olarak çıkmışlardır. Maaşlarını da alırlar. Dershanelerde basit sıralar yerine, küçük masalar yer almıştır. Hocalar da oldukça kudretlidir. Zaten Abdülhamit’in, Almanya İmparatoru Wilhelm'in ziyaretinden sonra, belki de istemeyerek orduya soktuğu yeni tüfekler gibi, Harp Okuluna bazı Alman hocalar da gelmiştir. Meselâ Golç Paşa bunların, hakikaten etkili olanlarından biridir.

 

İlk defa 1883’te Türkiye hizmetine giren ve iki defada 12 yıl kadar devlet hizmetinde bulunan Golç Paşanın (Von Der Golts) bilhassa askerî öğretmen olarak hizmetlerini ve yetiştirdiği öğrenci ve öğretmenleri, gereği gibi değerlendirmeliyiz.

 

Hulâsa Erkânıharp sınıflarında dersler, Enver için de ilgi çekiciydi.

 

O, gerçi Mustafa Kemal ve arkadaşları gibi, gizli siyasî işlere, meselâ gizli gazete çıkarmak, gizli grupçuklar kurmak gibi hareketlere karışmıyordu. Ama derslerde ve arkadaşları arasında hızla ilerliyordu. Şöyle anlatır:

 

 

461

 

«Erkânıharp sınıflarında, bir hafta izinsizlikten başka bir ceza almadım. Beni o halimle, sakin ve çalışkan bir talebe olarak tanırlardı. Çok defa dersime yalnız çalışırdım. Bahçede yalnız gezerdim. Yaşımın küçüklüğünden dolayı (henüz 18 yaşında ve teğmen) Manastır Harbiyesinden gelen büyük arkadaşlar tarafından “himayeye mazhar oluyordum”. Artık bütün gücümle derslerime dalmıştım. tik sınıfta, şimdi erkânıharp binbaşı olan Diyarbakırlı Kâzım Efendi ile yanyana düşmüştük (daha sonra Diyarbakırlı Kâzım Sevüktekin Paşa). Daima beraber çalışırdık. Ben kendimde fevkalâdelik görmemekle beraber, hocaların hemen umumiyetle takdirlerini kazanırdım. Böylece erkâniharbiye kısmı ikinci sınıfa beşinci, üçüncü ve son sınıfa da üçüncü olarak geçtim.

 

Ama son senede, arkadaşlarımda gördüğüm gayret beni ürkütmüştü. Herkes imtihanlardan çıktıkça mükemmel cevaplar verdiğini, hocalar tarafından takdir edildiğini anlatıyordu.

 

Ben, muallimlerimden, takdirler görmekle beraber, açıkça ve fazla iltifatlara mazhar olmamış, insan olarak bazı hatalar da yapmıştım. Ama cesaretimi kaybetmiyordum. Müsterihtim.

 

Cenabı Hakkın kudretine sığınmıştım. Bu tevekkülle soğukkanlılığımı muhafaza ediyordum. Her vakit Allah’ tan bana, vatanıma, milletime ve dinime iyi hizmet etmeyi nasip etmesini temenni ederdim İmtihanlara bu ruh hali içinde girmiştim.

 

Nihayet imtihanlar bitti. Herkes seviniyordu. Numaralar okundu. Ben sınıfımı birincilikle geçmiş ve artık, erkânıharp yüzbaşı olmuştum...»

 

Enver artık Erkânıharp Yüzbaşısı Enver Beydir. Mektebin son sınıfını birincilikle bitirmiştir. Fakat gene mevcut usullere göre, yalnız son imtihanların değil, üç yıllık Kurmay Okulunun üç sınıf imtihanlarının da toplam ortalaması alınınca, birinciliği ikinciliğe düşer.

 

 

462

 

Birinci sayılan, daha sonra Enver Paşa ile beraber, o da saraya damat olacak, fakat Sarıkamış Muharebesinde hastalıktan ölecek olan Hafız İsmail Hakkı Paşadır.

 

* * *

 

ENVER BEY MAKEDONYA’DA!

 

Erkânıharp Mektebinin son sınıfını başarıyle bitirenlerin, birinciden on İkinciye kadar olanlarının erkânıharp yüzbaşı olarak orduya katılmaları usuldendi. On İkinciden sonra gelenler ve sınıflarını geçenler de mümtaz yüzbaşı olarak orduda hizmet alırlardı. Tabiî üniformaları da farklıydı. Mezunlar, ordulara verilirlerdi. Kurmayların görevi usulen, ordu veya büyük birliklerin karargâhlarında çalışmaktı. Ama bu karargâhlarda vazife almak için de iki yıl müddetle «Sünuf-u Selâsede», yani piyade, topçu ve süvari birliklerinde fiilen hizmet etmek, staj görmek gerekiyordu.

 

Mezunların dağıtılması listesinde Yüzbaşı Enver Beyi III. Orduya, yani Makedonya’ya tayin ederler, ilk birliği, Manastır’da 13. Topçu Alayıdır. Enver bu alayda altı ay, sekizinci bataryaya kumanda edecektir.

 

* * *

 

ARKAMIZDAN İTEN EL!

 

Eğer Yüzbaşı Enver, Erkânıharp Mektebini bitirdikten sonra Makedonya’ya değil de, meselâ Erzincan’daki ordu emrine, yahut da meselâ Şam’a, Bağdat’a, Yemen’e atansaydı, acaba biz gene bir «Hürriyet Kahramanı Enver Bey»le karşılaşır mıydık? Ve gene meselâ bir gün bir yazar, yakın tarihimizi işlerken: «Makedonya'dan Orta Asya'ya Enver Paşa» adında bir eser yazar mıydı?

 

Enver Paşanın serüvenini düşünürken bu soru, beni daima işgal etmiştir. Ve kendi sıralayabildiğim ölçülere göre, içimden gelen cevap, daima şöyle olmuştur:

 

— Hayır! Eğer bu atanma Makedonya'ya değil de, başka ordulara olsaydı, yakın tarihimizde bir «Hürriyet Kahramanı Enver Bey» doğmazdı. Ve biz böyle bir serüven, hiç değilse Enver Paşa adında bir konu bulamazdık...

 

 

463

 

Evet, elbette ki gene, ordularımızın hatırasında, yahut yakın devrin askerî tarihinde, bir Enver Paşa olabilirdi. Hatta belki de bir Müşir Enver Paşa! Çünkü daha 23 yaşında Kurmay Okulunun son sınıfını birinci olarak bitiren, ortaokul sınıflarından beri iyi yetişme ihtirasları olan, ilerleme yollarında anasına babasına değil, kendi gayret ve azmine güvenmesi gerektiğini bilen ve hemen her vesilede Tanrı’ya:

 

«— Yâ Rabbi! Bana, vatanıma, milletime, dinime iyi hizmetler etmeyi nasip eyle,»

 

diye yakaran bir cevherli insan, elbette ki hayat yolunda hızla ilerleme fırsatlarım bulacaktı. Elbette ki mesleğinde, ordu hizmetlerinde, büyük rütbelere ve yüksek kumanda mevkilerine ulaşacaktı. Belki gene paşa, müşir (mareşal), hatta belki de bir gün Harbiye Nazırı da olacaktı.

 

Ama bir Hürriyet Kahramanı Enver Bey ve sonunda, serüveni Makedonya'da başlayıp, Orta Asya'da ve Himalaya eteklerinde ve henüz 42 yaşında sona eren bir Enver Paşa, elbette ki olmayacaktı.

 

Bu, bir gerçekle bir ihtimalin, Enver Paşa ve yakınları adına, acaba hangisi daha arzu edilecek yoldu? Bunun cevabını, eğer ruhu üzerimizde dolaşıyorsa, bizzat Enver Paşa dahi veremez. Çünkü, aslında bir kader varsa ve kaderimizin çizgisini çizmek, bizim «cüz-î irademiz» in dışındaysa, o halde hayat yolumuzda bizi, biz değil, aslında arkamızdan bir el itiyor demektir. Ve bu böyleyse, bizim için ve bizim adımıza konuşan, her zaman biz değil, bizi arkamızdan iten bu elin sahibidir. Her ne kadar biz bazen kendimizi, kendi kaderimizi yapan ve bazen nefsimize karşı:

 

— Kader sertsin,

 

diyebilen insanlar olsak bile...

 

Evet, Enver Paşa için de, yukarda verdiğim esrarlı soruyu kendi kendime sorduğum ve buna bir cevap aradığım zaman, daima duygulanırım. Hele yalnız onun hayıtını yazan, onun hayat hikâyesine dair, çoğu bu kitapta da açıklanmayacak olan en mahrem iç duyularını, bazen ümitsizliklerini,

 

 

464

 

bazen şahlanan ihtiraslarını, bazen yalvarışlarını, bazen isyanlarını, bazen:

 

— Beni de Napolyon’a benzetenler oldu, kabul etmem, ben ikinci adam olamam!

 

diyecek kadar (1)'nefsine güvenini, bazen de:

 

— Sultanım, sen bari bana gel de, geleyim, diyerek,

 

Tacikistan dağlarından, Berlin’deki eşine haykırışlarını bilen bir yazar olarak!

 

Onu hayatının en kritik anlarından birinde ve macerasının en önemli yol kavşağında Asya’da onu görmüş, dinlemiştim (2). O gün orada o, henüz kırk yaşında, ama artık çökmüş bir imparatorluğun, eski, lâkin tek söz sahibi denebilecek bir başkumandanıydı. Ama artık devlet yıkılmış ve o, vatanından kopmuştu. Onun karşısında ben, gerçi henüz 23 yaşında, ama gençliğinin son üç senesini, cephelerin en çetininde ve daima ön siperlerde yaşamış bir yedek subaydım. Fakat o halimle de ve o günün şartları içinde sezmiştim ki, Enver Paşa, o gün orada, hepimizden daha yalnızdır. Ve sonra da, en mahrem olanlarına kadar, hayat hikâyesinin bütün belgelerini, daha doğrusu bütün basamak taşlarını adım adım inceledim. Bir yazar olarak hep düşünürüm. O belgeler, o basamak taşları, çocukluk hatıralarından başlayıp 4 ağustos 1922’de ve bir bayram namazından sonra vurulup, Tacikistan’ın Âbidere köyü mesçidinin önündeki ceviz ağacının altına gömüldüğü günden dört gün önceye kadar devam eder. Bu son yazılar, ona bir Afgan subayının hediye ettiği, incecik, daracık, küçük bir cep defterine, âdeta mikroskobik harflerle geçirilmiştir. Ama Enver Paşanın kaleminden dökülen, inci gibi yazılarla! Çünkü elinde artık, yazı yazacak kâğıdı dahi yoktur. Ve biz, Orta Asya macerasının bazı safhalarını ondan, birtakım yırtık pırtık kâğıt artıkları, hatta birtakım çay paketleri kâğıtlarına yazılmış, derme çatma notlardan izleyeceğiz.

 

 

(1) Bir Napolyon albümünün kabına, kırmızı mürekkeple yazılan bu yazıları biz, kendi renkleriyle ve bu eserin üçüncü cildinde vereceğiz.

 

(2) Ş. S. Aydemir: Suyu Arayan Adam. Baskı III. «Şimale Çıkan Yol» bahsi.

 

 

465

 

Ve bunlardan esen ruh hali başkadır. Ama o günlerde bile Enver Paşanın el yazıları, gene inci gibidir. Ve bunların bir gün, bir tarihçinin eline geçeceğini ve belki de milletinin tarih arşivine intikal edeceğini, kesinlikle sezer...

 

* * *

 

Yukarda verdiğimiz soru, gerçi esrarlı, ama yerinde bir sorudur. Evet, ünlü bir Enver Paşa, ömrü vefa ettikçe, mutlaka olacaktı. Ama o Kurmay Okulundan çıktıktan sonra, Makedonya’ya atanmasaydı, bir Hürriyet Kahramanı Enver Bey ve hayatının daha baharı denilecek olan 33 yaşında ve imparatorluğun tek söz sahibi denilebilecek olan bir Enver Paşa, her halde olmayacaktı. Ve böylece, imparatorluğun çöküşünden sonra, tek başına bir yalnız adam’ı biz, Orta Asya bozkırlarında, Himalaya dağları eteklerinde izlemeyecektik (1).

 

Hulâsa onun bu açmazlara açılan yolu, asıl Makedonya’da başladı. Gerçi Kurmay Okulunu, başka kurmaylar gibi o da bitirdi. Ama, asıl ihtilâl okulu Makedonya’daydı. Ve bu okul, baştan başa ateşlerle yanan Makedonya’nın, kanlı dağ ve çete savaşlarında okunurdu. Ama bir defa bu ateş imtihanından geçen ve orada sürüp giden savaşlarla, karşılarındaki nasyonalist düşmanların davalarını, elbette ki hınçla, ama biraz da saygıyle gören, öğrenen subaylara, artık Abdülhamit bile söz geçiremezdi. Hulâsa Üçüncü, Makedonya Ordusunun subay kadrosu, asi bir kadroydu. Bu asi kadro bir gün, elbette ki isyan edecekti. Ve bu asi kadro, kendi aralarında, hainler yaşatmıyordu. Manastır postahanesi önünde ve bütün muhafızları ortasında güpegündüz öldürülen Korgeneral Şemsi Paşadan, Selânik’te gizli komitenin ölüme mahkûm edip, hükmü hemen yerine getiren hain alay müftüsüne kadar, nice padişah kulları bu komitenin silâhları ile can verdiler.

 

 

(1) Enver Paşanın mezarı, Afganistan’ın doğu kuzeyine düşen dağlık sınır hattının. Tacikistan’a isabet eden kısmında, Balhi-eevân kasabasının 13 kilometre doğusunda, Abidere köyündedir. Üçüncü ciltte bu bahisler, bütün ayrıntıları ile işlenecektir.

 

 

466

 

Hatta Enver Beyin eniştesi ve Selânik Merkez Kumandanı Nazım Beye, komitenin tertiplediği suikaste bile, bizzat Enver Bey yardım etti...

 

Hulâsa, orası Makedonya'ydı. Ve orada sayıları 2.000’e varan ihtilâlci subaylar, başka bir dil konuşuyorlardı. Meşhur halk şairi Dadaloğlu’nun:

 

«Ferman padişahınsa, dağlar bizimdir»

 

mısraı, Makedonya’daki asi subaylar için söylenilmiş gibiydi. Nitekim bir gün Makedonya’da, Enver Bey de dağların yolunu seçti. Üniformalarını çıkardı. Yolu, kendileriyle her gün boğazlaştığı en azılı Bulgar çetelerinin kaynaştığı dağlardan geçecekti. Sırtına basit bir Makedonya köylüsü elbisesi giydi. O gün:

 

«— Artık ben, bir hiçim, kim bilir nerede, hangi kurşunla öleceğim ve cesedim, bir asi olarak bir köşeye atılacaktır...»

 

dediği gündü. Nereye gidecekti? Onu da pek bilmiyordu. Ama dağa çıkan kurt, işte artık dağa çıkıyordu. En garibi de, bu yola çıkarken yanında, hiç kimse yoktu. Yalnızdı. Ama ardında sanki milyonlarca insanın yürüdüğünü hisseder gibi bir ruh hali içindeydi. Bir insan, ne kadar yalnız olsa da, ruhunda bu güçleri buldu mu, o artık yenilmez. Ve onun yolunu, ölümden başka, hiç bir kuvvet kesemez...

 

İşte biz, Enver Beyi şimdi, bu dağ yolculuğunda izleyelim...

 

* * *

 

KARARSIZLIK GÜNLERİ:

 

Enver Beyin bir gün dağa çıkan yolları, oldukça dalgalıdır. Önce nice kararsızlık günleri yaşar. O günler, ordu saflarına katıldığı günlerdir.

 

Erkânıharp yüzbaşısı ve henüz 21 yaşında Enver Beyin ilk staj vazifesi olarak, Manastır’da 13. Topçu Alayının, 6. Batarkası kumandanlığına atandığını biliyoruz. O günler için bakınız nasıl konuşur:

 

«Bütün bataryaları erkânıharp zabitleri idare ediyordu. Tabur Kumandanvekili Kolağası (Önyüzbaşı) Salih Efendi,

 

 

467

 

bana vazifemi yaparken son derece yardım ediyordu. İşte hu hizmet günlerimdedir ki, fikrim değişti.

 

Çünkü anlıyordum ki, devlet idaresini değiştirmek zordur. Çünkü etrafımda kimse, bu yolda teşebbüslere, büyük teşebbüslere girişmeye istekli değildi.

 

Bunun üzerine, ben de:

 

— Herkes hamiyyeten (vatan hizmeti duygusuyle) vazifesini yapmalıdır. Bu suretle her şey düzelir... diyordum. Ve bir mülâzımın (teğmenin) kendi vazifesini yapmazken, Seraskeri (Harbiye Nazırını) tenkit etmesini ayıplıyordum.

 

Ben de böylece, vazifemi yapayım, diyordum. Bu yolda fevkalâde gayret sarf ediyordum.

 

Evet, hele Erkânıharp Mektebinin ikinci sınıfında tevkif edilip Yıldız Sarayı’na götürülmemiz, sorgulara çekilmemiz, mahkemeye çıkarılmamız, idareye karşı bende zaten mevcut olan itimatsızlığı artırmıştı. Ondan sonra da arkadaşlarla, bu zalim idareyi devirmek çarelerinden, bu idarenin, milleti felâket uçurumlarına sürüklediğinden bahsederdik. Ama bunlar, hep sözde kalırdı. Şimdi ise görüşlerim değişiyordu. Vazifemi yapmaktan başka bir şey düşünmüyordum. Bu idareyi devirmek, hakikaten zordu...»

 

Bunları yazan Enver Beyin, o anlattığı günlerde, yani ordu saflarına katılışının ilk yılında, ruh hali buydu. Çalışkan, gayretli, sakin bir subay olmuştu. Ama ne var ki, memleketin hali sakin değildi. Makedonya’da barut fıçısı, her zaman patlayabilirdi. Ve bu patlayış, onu, masum gayret ve hamiyet rahatlığından, daha doğrusu, belki kendisinin bile farkına varmadığı, ama içinde yoğrulup duran bu kararsızlıklardan ve uyuşukluğundan, bir gün uyandıracaktı. Öyle de oldu.

 

Çünkü Makedonya îhtilâl Komitesi, 1902 sonlarındaki ilk kongresini yapmıştı. 1903 yılının Kutsal llya Günü’nü, umumî ihtilâl günü olarak seçmişti. îlyaden, yani İlya Günü’ne kadar da, her tarafta baskınlara, çatışmalara, yangınlara, suikastlere geçilecekti. 1903 yılma ise artık girilmişti.

 

 

468

 

Baskınlar, çatışmalar başlamıştı. Batarya Kumandanı Yüzbaşı Enver Bey şöyle anlatır:

 

«1319 senesi nisanının ikinci Hızırilyas günü (13 nisan 1903) kışlaya döndüm. 40 atlı ile, Kar azan taraflarına gözcülüğe gönderildim. Bulgarların oralarda da o gün isyan edecekleri haberi alınmıştı. Diğer bir müfrezeyle de, erkânıharp yüzbaşısı İsmail Hakkı Bey, Resne caddesi üzerine gönderildi. Benim müfrezem bir şeye rastlamadı. Ama İsmail Hakkı Beyin, Sapari köyünde eşkıya ile müsademeye (çarpışmaya) tutuştuğu bildirildi. Şehirde heyecan başlamıştı. Birtakım silâh sesleri duyuldu. Dükkânlar kapandı. Ufak çapta çarpışmalar, öldürmeler oldu. Manastıfda 100 kadar İslâm ve Bulgar öldü veya yaralandı. Ben, derhal bir müfrezeyle belediye civarını tutmaya memur edildim. Vakalar bastırıldı. Ama etrafta Bulgar çetelerinin çoğaldığı anlaşılıyordu. Çarpışmalar da artık eksik değildi. Mayıs ayında 18 kişilik bir Bulgar çetesi ile girişilen çarpışmaya, ben de iki topla iştirak ettim. İlk tüfek ve top ateşini orada gördüm...»

 

Enver Bey artık ateş çemberindeydi. Osmanlı devletinin, kendi tebaası ile yaptığı savaşın içindeydi. İlk çarpışmaya giriştiği olayda, 18 kişilik Bulgar çetesi tamamen yok edilmişti. Enver Bey, bu sonucun alınmasına iki topuyle katıldı. Ondan sonra artık olaylar, çatışmalar, çarpışmalar birbirini kovalayacaktı:

 

«Pazar gecesi nöbetçi bulunuyordum. Kışlanın karşısındaki ot yığınları birden yanmaya başladı. Yangını bildirmek için ve usule göre üç top atıldı. Ama yangın genişledi. Manastır etrafındaki ovada, İslâmlara ait bütün kulübe, ekin ve ot yığınlarının ateşe verildiği görüldü. Demek, Manastırdan yangın işareti olmak üzere atılan üç top, meğer Bulgarlar arasında ihtilâl işareti olmak üzere kararlaştırılmış. İhtilâlin işaretini o gün biz, kendimiz vermiş oluyorduk!

 

Böylece Manastır etrafındaki bütün Bulgar köyleri isyan etmişlerdi. Halk, dağlara çekilmişti.

 

 

469

 

Her tarafta telgraf telleri ve yollar kesilmişti. Manastır şehri, yani ordu merkezi, hu isyan ve ateş çemberi içinde, her tarafla irtibatı kesilmiş olarak kaldı. Olayları bastırmak isteyen ufak jandarma müfrezelerine, her taraftan Bulgar köylüleri ve çeteleri saldırıyorlardı. Çeşitli yerlerdeki askerî müfrezeler de birden saldırılara uğradılar.

 

Vaziyet buydu. Bu sırada bizim topçu birliklerine de Manastır şehri içinde, asilere karşı sokak muharebeleri yapmak için martin tüfekleri dağıtıldı. Topçularımız bu tüfeklerle, atlı olarak devriye geziyorlardı. Ama o sıralarda Bulgarlar, Kırçova, Klisora gibi bölük merkezlerini zaptettiler. Hükümet, her taraftan uğradığı saldırılar karşısında şaşırmış kalmıştı.»

 

Şaşkınlık, umumiydi. Basılan, yangınlara verilen, yalnız Manastır ve çevresi de değildi. Bütün Makedonya’ya ateş yayılıyordu. Gerçi llya Günü’ne daha vardı. Asıl umumî ihtilâl henüz arkadaydı. Ama ihtilâl denilen karşı hareket, artık Makedonya’da, tabiî hal olmuştu. Yalnız onun şekilleri, aşamaları çeşitliydi.

 

Nitekim o sırada Manastır’da, işi daha da karıştırıcı bir hal oldu. Manastır’daki Rus Başkonsolosu Rostkpvski, her zaman âdeti olduğu gibi, elinde kamçısıyle sokak sokak dolaşıyordu. Her rastladığı yerde askerlere hakaret ediyordu. Hatta askerleri dövüyordu. Bulgar komitecilerinin bir kolu gibi çalışıyordu (1). Hükümet bir meseleye meydan vermemek için, işi her zaman örtbas etmek gayretindeydi. Ama Rostkovski, daha da azıttı. Bir gün, bir resmî binanın kapısında nöbet bekleyen nöbetçiye saldırdı. Her gün sokaklarda, her askerden istediği gibi, bu nöbetçiden de kendisine selâma durmasını istedi. İşi daha da ileri götürdü. Kamçısıyle askeri dövmeye başladı. Fakat bu defa nöbetçi dayanamadı. Vazifesini yaptı. Silâhına davrandı. Konsolos daha da saldırınca, Rus Başkonsolosunu öldürdü...

 

Asker, vazifesini yapmıştı. Ama sanki yer yerinden oynadi.

 

 

(1) Enver Beyin Hatıralarından.

 

 

470

 

Hemen Harp Divanı kuruldu. Rus Sefareti Baştercümam Mandelştaym, İstanbul’dan koştu, geldi. Hâkimler Heyetinin üyesi gibi, soruşturmalara katıldı. Yapmadığı hakaret kalmıyordu. Enver Bey de Harp Divanı Heyetindeydi. Heyetin aynı zamanda kâtibiydi. Umumî Müfettiş Hüseyin Hilmi Paşa da o sırada Manastır’da bulunuyordu. Divanıharp, Enver’in bütün itirazlarına rağmen, hem konsolosu öldüren Halim’i, hem o sırada kapıda bulunan diğer bir askeri, idama mahkûm etti. Gerçi, karara «tehevvüren» ateş edildiği gibi hafifletici bir kayıt konulmuştu. Ama saray, bu hafifletici sebebi kabul etmedi. İdamın icrasını ferman etti. İdam hükümleri de yerine getirildi. Enver Bey Hatıratında şöyle yazar:

 

«Divanıharp, ebediyen namım lekeleyecek bir hüküm verdi. Sefaret başkâtibi, idam sahnesini seyre, benimle beraber gitmek istedi. Reddettim. Divanıharp reisinin ve umumî müfettişin bu yoldaki emirlerini tebliğ etti. Gene reddettim. Yalnız, konsolosun cenaze alayı giderken, bataryayla beş defa top atışı yapmak zorunda bırakıldım. Bu haksızlığı hiç unutamam. Bu haksızlıklar, hakaretler ne vakit sona erecekti? Ne vakit daha iyi bir idare kuracaktık? Bizi bu tahkirlerden, haksızlıklardan, ne vakit kurtaracaklardı?..»

 

Evet, bir kurtuluş günü lâzımdı. Ama bunu kimler ve ne vakit başaracaklardı? İşte bu sorulara cevap bulamayışı, Yüzbaşı Enver Beyi gittikçe bunaltıyordu:

 

«Vazife ile meşgul olmak, vazifeyi fedakârlık ve hamiyetle yapmak, ötesini düşünmemek ve herkes vazifesini yaparsa, her şeyin düzeleceğine inanmak.»

 

şeklindeki ümit ve inançları, gittikçe sarsılıyordu. Galiba böyiece kararsızlık safhaları da gittikçe sona eriyordu. İşte olanlar meydandaydı. Manastır sokakları bile ihtilâl içindeydi. Bu şehirde yalnız Bulgar komiteleri değil, yabancı konsoloslar da ellerinde kamçı, kol geziyorlardı. Hakarete uğradığı için askerî şerefini koruyan, vazifesini «gayret ve hamiyetle yapan» nöbetçiler asılıyorlardı. Onlara bu hakareti yapanın ardından, art arda selâm topları atılıyordu.

 

 

471

 

Hem bu kararlara, hem bu işlere, Enver Beyi de memur ediyorlardı. Hayır, bu hali unutamazdı. Unutmamalıydı da. Artık kendini, bir dönüm noktasında hissediyordu. Yazılarından duyulan ruh hali budur...

 

* * *

 

HEDEFSİZ BİR VATANSEVERLİK!

 

Ama o günlerin Makedonyasında silâh başında olanlarda, yani yalnız Enver Beyde değil, bütün ordu safında aktif vazifeler alan ve «haksızlıklardan, hakaretlerden kurtulmak» isteyen, bütün subaylarda hâkim olan ruh hali, gittikçe artan bir hiddet, fakat hedefsiz bir vatanseverliktir. Evet, bu his gerçi samimî, güçlü, ama hedefsizdir.

 

Çünkü bunlar, bütün ümit ve, gayretlerini hep «dinimiz, vatanımız ve milletimiz için çarpışıyoruz» formülüne bağlamışlardı. Ama bu vatan neresiydi? Bu millet, hangi milletti? Ve dindaşlarımız kimlerdi? İşte 1903 Makedonyasmdaki subaylarda bu soruların cevapları, bir belirsizlik içindeydi.

 

Yahut da şöyle diyelim: Bu vatan, Osmanlı vatanıdır. Yani, nüfusu 25 milyon kadar olan, sınırları Kafkasya’dan Orta Afrika’ya, Adriyatik’ten Basra Körfezi’ne kadar uzanan Osmanlı vatanı! İyi ama biz, acaba bu vatana hâkim ve sahip miydik? Hem bu vatanda hangi millet yaşıyordu? Millet-i Osmaniye değil mi? Meselâ, Enver de Kurmay Okulunda tevkif edilip, padişah sarayında sorgulara sevk edilirken, Tanrı’ya:

 

«— Yâ Rabbi, sen millet-i Osmaniyeyi kurtar!»

 

diye yalvarmamış mıydı? Ama bu millet-i Osmaniye kim veya neydi? Ama bu millet-i Osmaniye sakın bir vehim, bir aldanış olmasın? Meselâ ordu, Makedonya’da bu millet-i Osmaniyenin bir parçasıyle savaşmıyor muydu? Bulgar, Sırp, Rum vatandaşlarımızla, hem de Osmanlı vatanının sınırları içinde, harp halinde değil miydik? Girit’te Osmanlı vatandaşlarıyle çarpışmıyor muyduk? Kürdistan’da Kürtlerle, Suriye’de Dürzîlerle boyuna harp etmez miydik? Hele Ermeni vatandaşlarla, kıran kırana niçin dövüşürdük? Hatta Anadolu’da bile, niçin dağlar, taşlar eşkıya elindeydi?

 

 

472

 

Dinimize ve din kardeşlerimize gelince? Pek iyi biz, bu Rumeli’de Arnavutlarla niçin boğaz boğazaydık? Yemen’de Müslüman Araplar niçin Müslüman Türk tümenlerini, art arda kırar, bitirirlerdi? Halbuki Kürtler de, Araplar da, Arnavutlar da Müslüman değil miydi?

 

Hayır, bu vatan-i Osmani, bu millet-i Osmaniye, hatta bu din birliği kavramlarında, mutlaka bir yanlışlık, bir anlamsızlık vardı. İşte 1908 İhtilâlinden önce Türkler ve hele Makedonya’daki Türk subayları, bu kavram karışıklığının, anlam bataklığının, gırtlaklarına kadar içindeydiler. Ve bu karışıklığa bir izah da bulamıyorlardı.

 

Halbuki millet-i Osmaniye, millet demek değildi. Vatan-i Osmani de vatan değildi. Din iştiraki ise, başlı başına, millet birliği demek olamazdı. Eğer öyle olsaydı, Avrupa’da da aynı dinden olan Fransızlarla Almanlar, Almanlarla Avusturyalılar, hatta İngiliz Anglo-Saksonlarıyle, gene Anglo-Sakson olan Amerika kolonileri, birbirleriyle harp ederler miydi?

 

Evet, Rumeli’de, Rumeli’yi elde tutmak isteyen Osmanlı idaresi ve subaylarıyle, onların karşısında ve onlarla savaşan halklar arasında, yani Bulgarlar, Sırplar, Rumlar, Arnavutlarla Osmanlı savaşçıları arasında, Önemli bir silâh farkı vardı. Ve bu silâh farkı şuydu: Rumeli’de bize karşı savaşan halklar ve önderler, bir millî ülkü uğrunda çarpışıyorlardı. Yani, onlar milliyetçiydiler. Bizim ordu subayları arasına ise, millî duygu, yani milliyetçilik girmemişti. Onlar sadece, OsmanlIydılar. Ama ne var ki, çağın güçlü akımı olan milliyetçilik karşısında, Osmanlılık formülü, yani imparatorluk kavramı, artık güçsüzdü.

 

Çağın bu kanunu, yalnız Osmanlı imparatorluğu için değil, artık yüzyılın bütün imparatorlukları için de geçerliydi. Bütün imparatorlukların yıkılması mukadderdi. Nitekim gene yirminci yüzyıl içinde, yalnız Osmanlı imparatorluğu değil, devrin bütün bu cins hükümranlıkları da art arda ve kısa zaman içinde dağılacaklardı. Meselâ Avusturya-Macaristan, Rusya, Fransa, İngiltere ve diğer imparatorluklar gibi. Ama ne var ki, XX. yüzyılın başında, yani Enver Beyin ve arkadaşlarının Makedonya'da,

 

 

473

 

Makedonya'yı korumak için çırpındıkları sırada Osmanlı imparatorluğu, bütün imparatorlukların en zayıfıydı, Ve fazla olarak bu devlet, kendi halklarına daha iyi bir hayat vaat edebilmek için, hiç bir görüşe, hiç bir imkâna da malik değildi. Sarayın bütün hüneri, idare-i maslahat oyunlarından, yani, günü gün etmekten ibaretti. O halde, yüzyılın kanunu, hükmünü icra edecekti. Yani, nice kanlar dökülecekti ama, imparatorluk er geç parçalanacaktı.

 

Kaldı ki sarayın her yanlış adımı, bu gidişi her gün biraz daha hızlandırıyordu. O kadar ki, yarın bu saray rejimi yerine daha genç, daha dinamik, daha fedakâr bir iktidar kadrosu ve bir başka rejim gelse bile, saray daha kendi devrinde, o gelecek rejimin az çok kullanabileceği şansları da harcamış bitirmişti. Hele Rumeli'de Türk nüfusunun askerlikler, vergiler, idaresizlikler altında eritilişi, Türk nüfusunun yoğunluk teşkil edebileceği yerlerde de yarın, tasfiyeye mahkûm kılıyordu.

 

Halbuki Rumeli'de ve Türk yoğunluğuna dayanan geniş bir bölgeyi pekâlâ muhafaza edebilirdik. Abdülhamit'in, savunma ve işgal haklarını da kullanmadan Bulgarlara bıraktığı Şarkî Rumeli'den geniş sahalarla, Makedonya'nın içlerine, hatta Selânik'e kadar varan topraklarda, zaten Türk yoğunlukları vardı. Ru yoğunlukları artırabilirdik. Ve o zaman, Balkan silsilesi altından, en az Vardar'a kadar olan geniş bir Avrupa Türkiyesi, bazı mübadeleler de yapılarak, pekâlâ kurtarılabilirdi. Ve bu parçaya bütün gücümüzle, Türk vatanı diyebilirdik. Geriye kalan Rumeli parçaları, ya Arnavutluk gibi yoğun bir yabancı ırkın yaşadığı topraklardı. Yahut da, askerlikçe savunulması kabil olmayan yerlerdi.

 

Nitekim Mustafa Kemal, arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’un Hatıralarından anladığımıza göre, daha mektep sıralarmdayken, bu stratejiyi savunmuştu. Bu görüşte hedefsiz bir vatanseverlik değil, köklü bir millî anlayış, bir devlet anlayışı vardı. Mustafa Kemal'in, o zaman safiyarıe sayılan, arkadaşlarının şiddetli karşı koymalarını davet eden ve tabiî henüz iyi işlenmemiş sezişleri dışında, ihtilâlci subayların, bu gerçekleri zaman gereği gibi anladıkları hakkında,

 

 

474

 

başka bir hatıra, belge, bir belirti yoktur. Çünkü onlar, Osmanlı olarak yetiştirilmişlerdi. Onlar için Osmanlılık, kutsaldı. Osmanlılık, ayrı ayrı ırktan, ayrı kandan insanları, mektep sıralarında gerçi birleştirebiliyordu. Hele orduda bu sosyal oluş, güçlüydü. Orduya milliyetçilik, ne Türkler için, ne de Türk asıllı olmayanlar arasına henüz sızmış değildi. Orduda milliyetçilik yoktu. Orduda, millet-i Osmaniyenin yaşadığı bir vatan için vatanseverlik hâkimdi. Ama ne çare ki, bu vatanseverlik, artık hedefsizdi. Köksüzdü.

 

Yüzbaşı Enver Beyin de anlayışı, diğer bütün Osmanlı vatanseverleri gibi, aynen buydu. Bu yolda vazifelerini, hakikaten gayret ve hamiyetle yapıyordu. Ama belki o da seziyordu ki, o günkü coğrafî ve etnografik durumuyle bütün Rumeli’ nin ne savunulması, ne de muhafaza ihtimali yoktu.

 

* * *

 

ÇETELERLE SAVAŞTA, GÖNÜLLÜ BİR KURMAY:

 

Yüzbaşı Enver Bey, çetelerle savaşın her şeyi halletmeyeceğini ve çetelerle beraber, mevcut idare sistemine, yani saraya ve padişaha karşı da savaşmak gerektiğini artık ve gayet açık anlıyordu. Bunun için de ordu içinde sivrilmek, isim ve şöhret yapmak, itibar kazanmak, hülâsa eğer sağ kalınırsa, yarın söz sahibi olabilmek için, mücadelelerin tam ortasına atılmak lâzımdı. Halbuki ordudaki usul, kurmayların askerî birliklerdeki stajları bitince, onları karargâhlara almak, masa başlarında çalıştırmaktı. Enver Bey bu işte, bu hakkından vazgeçecektir. îlgili makamlara müracaat edecek, kendisinin, çete takiplerine memur birliklere verilmesini isteyecektir.

 

Eldeki askerî sicilini incelersek (1), Erkânıharp Yüzbaşısı Enver’in, birliklerdeki staj müddetini bitirdikten sonra dahi, 1 ekim 1323’te (14 ekim 1907) kendi isteğiyle eşkıya takibine

 

 

(1) Onupn bütün askerî hayatını, kademe kademe veren ve sonunda onun hakkında alman hükümleri de yansıtan bu tablo, bu eserin, üçüncü cüdinin sonuna eklenecektir.

 

 

475

 

memur kuvvete tayin edildiğini ve bu vazife için ayrıca maaşına 5 lira zam olunduğunu görürüz. Enver işte daha sonra ve fiilen tutacağı bu yolu, daha staj sırasında da seçti. 1903 yılı eylülünde, yani Makedonya ihtilâlinin en ateşli günlerinde «kendi ısrarı» üzerine, Bulgaristan sınırında, Koçana’daki 20. Piyade Alayının Birinci Taburuna, piyade hizmeti görmek ve çetelerle savaşmak için gönderildi. Şöyle anlatır:

 

«Maksadım, Bulgaristan hududu civarlarını görmekti. Bu sırada pek çok redif (yani, birinci kademede ihtiyat) kuvvetleri de askere çağrıldığından, fiilen harp halinden ve meydanlarından geri kalmamaktı, Bir ay sonra bu alayın muhtelif birlikleri dağlara dağıldığından, ben de 19, Alayın, Birinci Taburunun Birinci Bölüğüne tayin olundum. Müstakil bir bölük kumandanı sıfatiyle çete savaşlarına katıldım.

 

Şimdi Yüzbaşı Enver Bey, emrindeki bölüğüyle Bulgar sınırları üzerinde, çeteler peşindedir. Dağlarda, ormanlarda her an, her taşın arkasından bir silâh patlayabilir. Her çalının kımıldayışı şüphelidir. Ölüm ise, bu dağlarda kol gezer. Halbuki buralarda oturanlar da, Enver Beyin uğrunda ölmeye ant içtiği millet-i Osmaniyedir. Buraları da memalik-i Osmaniyedir. Hani şu Osmanlı vatanı ve Osmanlı milleti...

 

Enver Bey ilk esaslı çarpışmasını, genel harekâtı idare eden bir alay kumandanının emrinde, Koçana’da, Sultantepe civarında, Kitka denilen yerde yapar. Karşısındaki çete iki yüz kişiliktir. Tepeden tırnağa silâhlı, gözleri kandan başka bir şey görmek istemeyen, iki yüz genç ve savaşkan insan. Çete harplerinde tek kaide, öldürmektir. Öldürmek ve kan içmek! Şimdi millet-i Osmaniyenin bu vatandaşları da, millet-i Osmaniyenin askerlerine karşı ve vatanı- Osmaninin bu güzel, bu cennet dağlarında çarpışacaklardır. Bu, bir iç savaştır. Yahut çağdaş deyimiyle, vatandaşlık savaşıdır.

 

Silâhlar patlar. Kuvvetler iki tarafta da eşittir. Eiıver, 200 kişilik bir bölüğe kumanda eder. Rumeli’nin, Anadolu’nun çeşitli yerlerinden iki yüz Türk askeri...

 

 

476

 

Bölükte vatan-ı Osmaninin diğer yerlerinden, meselâ Kürdistan’dan (1), Irak’tan, Yemen’den, Suriye’den, Garp Trablusundan kimse yoktur. Çünkü oralardaki Osmanlı halkları da, kendi bölgelerinde, gene Anadolu ve Rumeli Türklerine karşı savaşırlar. Enver Bey şöyle anlatır:

 

«Araziyi iyi bilmemek ve müfrezeye kumanda eden Alay Kumandanının hareketleri iyi idare edememesi yüzünden, çarpışma geceye kadar uzadı. Çete de kaçtı, kurtuldu. Ertesi günü çeteyi takip etmek ısrarlarımıız da, Tabur Kumandanı reddetti. Benim kendi başıma bereket etmek teşebbüslerim de önlendi. Tabur Kumandanı daha sonra, bunu benim gençliğime acıyarak ve askerlere, benimle beraber gitmemelerini söyleyerek, hareketlerimi önlediği şeklinde anlattı. Halbuki bu muvaffakıyetsizlik, hakikî , bir mağlubiyetti. Çetenin, karşısındaki böyle bir askerî kuvvetin elinden kurtulması, kaçabilmesi, beni çok müteessir etti. Bu teessürle, bundan sonra, ne olursa olsun, işi gündüz ve kendim bitirmeye karar verdim.»

 

Ondan sonra Enver Bey, çete savaşlarında, işi savsaklamak yerine, kesin netice almak için durmadan düşünür. Müstakil müfrezelerle hareket etmeyi arzu eder, ister ki, eline verilen birliğin hareketlerinde, yalnız kendi kumanda etsin. Birtakım savaş usulleri de tasarlar: Çeteyi cepheden göğüslememeli. Çünkü arkaya kaçar, kurtulur. Öyleyse, evvelâ haber alma (istihbarat) gerek. Araziyi evvelden iyi keşfetmek gerek. Sonra asıl saldırıya geçmeden çetenin etrafını çevirmek, kaçış yollarını kesmek gerek! Bu sistem, gerillalar demek olan çete kuvvetlerine karşı, yerinde bir usuldür. Değil çetenin mevzilerini, hatta oturdukları, gizlendikleri evleri, bu evlerin iç bölüntülerini bile evvelden bileceksin, haber alacaksın. Ev nerededir, kaç katlıdır, kapıdan girince iç taksimat nedir? Merdivenler, bodrumlar, üst odalar ve nihayet evin hem oraya yapılacak baskın, hem evden yapacakları savunma için en elverişli noktaları nereleridir? Hele dağlarda iş, daha çok bilgiler,

 

 

(1) O zaman Doğu Anadolu dağlık bölgesi böyle adlandırılırdı.

 

 

477

 

Enver Bey Makedonya’da çete savaşlarında...

 

 

478

 

keşifler ister. Hulâsa etrafı sârma yolları ve nihayet saldın... Yüzbaşı Enver Bey, bunların hepsini inceler. Usullerini geliştirir, uygular. Ve neticeler tamdır.

 

Onun o günlerde, bu yollardaki kafa yoruşlarını gösteren işaretler var. Meselâ şimdi önümde bir küçücük cep defteri duruyor. Hani şu bakkallarda satılan cinsten, kâğıtları kareli bir deftercik. Bu deftercik, Yüzbaşı Enver Beyin o zamanki yazıları, işaretleri, krokileri, planlarıyle doludur. Ve içinde daha neler yok? Maaş hesapları, masrafları, elbise ve çamaşırları hakkında notlar, aldığı veya yazacağı mektuplar için işaretler, kayıtlar ve nice şeyler...

 

Ama bizim için en enteresan olanlar, birtakım krokilerdir. Ev plancıklarıdır. O zamanki deyimle, eşkıyanın, daha doğrusu çete mensuplarının barındığı, bulunduğu haber alman köylerin krokileri ve evlerin plancıkları, bütün ayrıntılarıyle bu defterde doldurulur. Filan dağın eteğindeki değirmen, bir çete sığmağıdır. Biz bu defterde, oraya varan yolları, derecikleri, tepecikleri, ana çizgileriyle görürüz. Yahut da meselâ, Petko Kaptan’m filan yerde, filan evde olduğu haber alınmıştır. Evin girdisi çıktısı, altı üstü, odacıkları, Enver’in kalemiyle bu deftere çizilmiştir. Ve bu türlü nice yol, mağara ve planlar... Demek ki artık haber alma işleri yürür. Ve Enver, artık yapacağını bilir. İşte bu usul ve yollarladır ki Enver Bey, 1908 Hürriyet ilânından önce ve hepsini de müstakil olarak kendi idare etmek suretiyle, tam 56 çete savaşma katılır. Ve tabiî bir gün yaralanır da...

 

Onun hikâyesini biz, onun kaleminden izleyelim:

 

«Koçana'da bulunduğum müddetçe, Cuma, Osmaniye, Çarova ve civarım gezdim. Çarpıştım. Aile halkımdan ayrı, fakat hayatımdan memnundum. Kumandan Ali Paşa, hana iyi çalışma fırsatları verdi. Askerler iyiydiler. Ama talimleri çok sıkı tuttuğum için, zabitler memnun değildiler. Onlar, biraz başıboşluğa alışmışlardı. Bu halleri önledim.

 

Sekiz ay sonra ve 320 nisanının yirmi ikinci günü (5 mayıs 1904) 6. Süvari Alayının, Üsküp’te bulunan bölügüne süvari stajı için nakledildim.

 

 

479

 

Pek memnundum. Burada yalnız bulunacaktım. Talimleri sıklaştırdım. Gene zabitler memnun değildiler. Hatta birini hapsettim. Ama işler de yoluna girdi.»

 

Bunları anlatırken, o günlerin atmosferini aksettiren bazı noktalara da işaret eder:

 

«Burada fikrimi yavaş yavaş değiştirmeye mecbur oldum. Yalnız hamiyet fikri ile hizmet beklemek doğru değil. Böyle olsaydı kanuna, kanundaki cezalara hiç hacet kalmazdı. Bu sebeple, her şeyden evvel hükümetin vazifesini iyi yapabilmesi için, kanunların tam olarak tatbiki lâzımdır. Çünkü daha alt vazifede olanlar, daha üst salâhiyetleri olanlara itaat etmezlerse, kanunlar daima, daha alttakinin gönlünü alarak, asil selâhiyet sahibi olmayanların keyiflerine tabi kalırsa, yüksek rütbede bir zabit, aşağı rütbede bir zabite, bir şey emredemeyecek demektir. Nitekim burada üst rütbede olanlar iktidarsız oldukları için, alt rütbedekilerde de, bunlara itaat edecek hal kalmamıştı. Bu halin devamı, memleketin mtahvı demekti...»

 

Yüzbaşı Enver Beyin bu sözlerinde biz, o günkü şartlar içinde edindiği tecrübelerden ve o günkü şartların tasvirinden ziyade, o günlerden birkaç yıl sonra «Hürriyet Kahramanı Enver Bey» olarak bir yıldız gibi parlayacak ve ondan birkaç yıl sonra da, henüz 33 yaşında Harbiye Nazırı ve İmparatorluğun fiilen Başkumandanı mevkiine geçecek olan bir insanın, istikbal için içinde biriken kararları görürüz. Nitekim işte bu Enver Beydir ki, 10 yıl sonra, bir orduda kumanda kadrosunu tamamıyle tasfiye edecektir. Balkan Harbinde hemen kurşun atmadan dağılan bir ordudan, sadece bir buçuk yıl sonra, kumanda işlerinde, dünyanın belki de en disiplinli ordusunu kuracaktır. Yani alt üste, kayıtsız şartsız itaat edecektir. Tümenleri yarbaylar, kolorduları albaylar ve orduları tugay kumandanı rütbesinde genç generaller idare edecektir. Meselâ Albay Mustafa Kemal, daha 34 yaşında, Anafartalar Grubu Kumandanlığmda,

 

 

480

 

hem de dünyanın en güçlü devletinin kara ve deniz ordularına karşı bir gün, 100.000 askere, fiilen kumanda edecektir. Bir günde 10.000 ölü, 20.000 ölü verilecektir, ama tek kişi, tek adım geri çekilmeyecektir. O günlerde Enver’e gelince? O, fiilen. 2.000.000’luk bir ordunun, hem Harbiye Nazırı, hem Başkumandanı olacaktır. 34 yaşındadır. Ve henüz mirliva, yani tuğgeneral olarak! Bilirsiniz ki bu rütbe, generalliklerin en alt rütbesidir...

 

* * *

 

GENE SULTAN HAMİT İDARESİ VE KARAR:

 

Yüzbaşı Enver Bey, Üsküp’te bir şeyler yapmak isterken durum buydu. Ona göre bu böyle giderse, memleket mahvolabilirdi. Bu durumu yorumlamak, çözmek için, kendi kendine sebepler arıyordu. Ve bu sebepleri şöyle topluyordu:

 

«Bütün bunlara sebep, îdare-i Hamidiye (yani, Sultan Hamit idaresi) idi. Bu idare, fiilen iktidarsız olmaktan başka, ayrıca cahildi. Düzen tamamen bozulmuştu. Rüşvet almış yürümüştü. Meselâ hem cahil, hem de sakat olan bir miralayın (albay) tekaüde (emekliliğe) sevkedilmesi Harbiye Nezaretine yazıldığı halde, İstanbul'a gönderilen birkaç yüz altın ve orada birinin himayesiyle, biraz sonra alman cevap şöyle geliyordu:

 

— Kudemâ-yı Ümerâyı askeriyedendir (1).

 

Ve arkasından da bu adamın paşalığa terfii geliyordu! Bu haller bende ve herkeste kırgınlık uyandırıyordu. Bunun için bu suistimallere (kötü kullanmalara) son vermek ve binaenaleyh bu halleri kaldırmak için, Mutlakiyet idaresi (istibdat idaresi, padişahın başına buyruk oluşu) yerine, Meşrutiyet idaresini (Mithat Paşa Kanun-u Esasisinin uygulanacağı parlamento nizamını) getirmek lâzım geldiğine ve bundan başka her şeyin neticesiz kalacağına, artık karar vermiştim...»

 

Bu, bir karardır. Ve o gün, bir karar günüdür. 1889’da Tıbbiyede doğup, aynı yılda Paris’te de kurulan Meşrutiyetçi grupla

 

 

(1) Yani, eski askerî amirlerdendir.

 

 

481

 

işbirliğine geçen ve Türkiye'de gizli çalışan Osmanlı İttihat ve Terakki Teşkilâtı da bunun için uğraşmıyor muydu? Hedef, hep Meşrutiyetin iadesi değil miydi? Demek ki doğru düşünen insanlar için, bütün yollar aynı hedefe çıkıyordu. Ve Enver Bey, Makedonya'da, bu yolu kendi de buluyordu. Hani Mekteb-i Harbiyeye ilk girdiği gün, akşam divanında, mekteplerden kovuldukları, hapse, kalebentliğe, idamlara mahkûm oldukları ilân edilen gençler de, hep bu gaye için bu cezaları yememişler miydi? Şu halde Yüzbaşı Enver de artık bu yolun üstündeydi. Ve ona bir gün:

 

«— Kardeşim Enver, bu gaye için çalışan gizli bir cemiyet var, seni de oraya alalım, ya hürriyet, 'ya ölüm!»

 

diyecekleri zaman, Enver artık hazırdı. O gün ise uzak değildi. Ve bu sözleri gizlice ona söyleyecek olan, kendisinden iki yaş küçük olduğu için, kendisinden iki yıl sonra Erkânıharp Mektebini bitiren, ama bir gün ve Enver, mektebin ikinci sınıfındayken onunla beraber tevkif edilip Yıldız Sarayı Tahkikat Heyeti önüne çıkarılan amcası Yüzbaşı Halil Bey olacaktı. Evet, o günler yaklaşıyordu.

 

Yüzbaşı Enver Bey, bu düşünce ve görüşlerini artık açıklamaktan da pek çekinmez. Hatta yabancılara karşı da. Meselâ şu parçayı okuyalım:

 

«Üsküp’te ve Osmanlı jandarmasını düzenlemeye memur edilen Avusturyalı Yüzbaşı Pavlos Efendi ile bir gün konuşurken ona şunları anlattım:

 

— Etrafımızı, memleketimizi saran bütün bu ihtilâller, idaresizliklerden, idarede yolsuzluklardan doğuyor. Hükümet, inanılır ellerde değildir. Kontrolsüzdür. Böyle olunca da, şiddetli ve kuvvetli değildir. Her bozukluk bu yüzden ileri geliyor. Avrupa'nın istediği ıslahat ise, memleketimizin bu parçasını bizden ayırmaktan, koparmaktan başka netice vermeyecektir.

 

Ama, iyi niyetli, genç, doğru düşünen ve sıhhatli Osmanlılar gayret ederlerse, merkezi idareyi ıslah edebileceklerdir. Hulâsa Abdülhamit, çok kabahatlidir. Her şeyden sorumlu olan odur.

 

 

482

 

Ben bunları söylerken, ortada henüz hiç bir teşebbüs yoktu. Ama bende olduğu gibi, herkeste de fikirler gelişiyordu. Vatanın gittikçe felâket girdabına, felâket uçurumuna yaklaştığını herkes anlıyordu. Hele Hıristiyanlan himaye maksadıyle Avrupa'nın memlekete müdahaleleri, ortalıkta evvelkinin aksi bir müsavatsızlık (eşitsizlik) yaratmıştı. Simdi de Müslümanların işlerine hiç bakılmıyordu. Memurlar, Avrupalıların gözlerinin üzerlerinde olduğu Hıristiyan tebaa (uyruk) ile meşgul oluyordu. Onlara karşı yapılan bir haksızlık, derhal cezalandırılıyordu. Bu sefer de îslâmların hakkı aranmıyordu.

 

Diğer taraftan, ecnebi zabitlerinin (subayların) ve memurların varlığı, İslâmlar üzerinde fena tesirler yapıyordu. îslâmlarda da bu idareye karşı yavaş yavaş bir kin uyanıyordu. Fakat idarenin keyfi muameleleri karşısında, kimse ses çıkaramıyordu...

 

Ben bu sıralarda, 24 şubat 1321’de (9 mart 1905) kolağasilığa (önyüzbaşilığa) terfi ettim.»

 

Enver Bey, çeşitli hizmetler görür. Altı ay sonra îşti’tedir. Ve iki yıllık mecburî kıta hizmeti biter. Manastır’a ordu merkezine döner. Ordu Kurmay Heyetinde, evvelâ birinci şubede Refet Beyle (General Refet Bele), sonra da 15 gün Albay Haşan Beyle çalışır. O zaman Manastır askerî bölgesinde yeni teşkil edilmiş olan Ohri, Karaçova Askerî Müfettişliğine tayin olunur. Bu vazifeyi büyük bir istekle kabul eder. Çünkü, bu vesileyle Makedonya’da çok şeyler görecektir. Askerî birliklerle temasları olacaktır. Orduyu daha yakından tanıyacaktır. Çetelerle savaşlara da katılabilecektir...

 

Öyle de olur. Birçok köy ve ormanlarda çete araştırmalarında bulunur. Çeşitli müfrezelerle Rum, Bulgar çetelerinin takibine girişir. Bu işlerde ve kendi deyimmce, «Bitmez tükenmez» faaliyetler sürüp giderdi. Erkânıharp Reisi Albay Haşan Bey de, bu işlerde hep onu ileri sürer:

 

«Bazen bir ay süren geceli gündüzlü çete takip ve çatışmalarından sonra, hemen ikinci bir vazifeye memur ediliyordum,

 

 

483

 

ama hiç bir zaman hoşnutsuzluk göstermiyordum, şahsî menfaat düşünmedim.

 

Evet, çeteler ve ihtilâl komiteleri hürriyet kelimeleri ile beraber, bunlardan her biri, kendileriyle soydaş olan milletlerin, devletlerin dillerini konuşuyorlardı. Bunların hareketleriyle beraber, Avrupa büyük devletlerinin de müdahaleleri artıyordu.

 

Ama ne yapıp yapıp bu müdahaleleri azaltmak, bu suretle de bir tedavi çaresi bulununcaya kadar, memleketi elimizde tutmak lâzımdı. Başka çaremiz yoktu. Bunun için çarpışıyorduk.

 

İşte bu imanla ve bu maksat için, iki yıl zarfında, yalnız kendi kumanda ettiğim müfrezelerle, 56 müsademeye (çarpışmaya, savaşa) girmiştim...»

 

Enver Bey, daha önce bahsettiğimiz gibi, Koçana’da ve başkalarının emrinde girdiği Kitka çatışmasındaki başarısızlıktan ders alarak, şimdi kendi tertiplediği çarpışma usullerini hiç durmadan uygular. Çatışmaların ise ardı arkası kesilmez. Hatıra defteri bunların listeleri ve hikâyeleriyle doludur:

 

Manastırın Morgova nahiyesindeki îven taşlıklarında ve bir yortu günü 16 Bulgar köylüsünü öldüren Giritli Kaptan Skalidis’in 21 kişilik çetesini sıkıştırır. Hepsini imha eder. 5 ağustos 1322’de daha birkaç çeteyi ayrı ayrı sarar. 3 şehit verir. Ama çeteler yenilmiştir. Meselâ 22-25 ocak 1322’de, yarım metre kar içinde, gayet arızalı arazide, her defasında 13 saat süren çarpışmalara kumanda eder. Karda ayakları kısmen donar. Karla ovuşturarak tedavi eder. Aynı yılın nisan ayı hep çarpışmalarla geçer. Demirhisar nahiyesinde çarpışır. 4 mayısta, 15 kişilik Petso çetesinin tümünü imha eder. Aynı yılın nisan ayında, Manastır civarındaki Dersolay köyündeki çatışmada, uyluğundan yaralanır. Bir ay tedavi görür. Ama yarası geçer geçmez hemen dağlara koşar. 14 haziranda Ehlova’da Rum, Pirlepe’nin Nikodim taraflarında Bulgar çeteleriyle savaşır.

 

Hele 3 temmuz 1322 (1906) da, Pirlepe-Tikveş kazaları arasında, Nikodim ve Rafla köyleri etrafında tam 250 kişilik bir Bulgar çetesi ile savaşa tutuşur. Bu çeteye Bulgar subayları kumanda eder.

 

 

484

 

Yanlarında 3 borazan bile vardır. İlk gün 52 kişilik ihtiyatları kamilen öldürülür. Ertesi gün de 85 çeteci imha edilir. Kendi birliğinden 4 şehit, 7 yaralı vardır.

 

 

Bu hikâyeler böylece uzar gider. Bulgar çeteleri, Rum çeteleri, hatta Müslüman Arnavutların çeteleri... Meselâ Kolonya'da, Arnavutluk istiklâlcisi Istaryalı Kâmil Bey çetesinin peşine düşer. Dağlar dereler, gene silâh sesleriyle inler. Arnavut vatandaşlarımız da daha sonra büyük isyanlar şeklinde de ayaklanacaklardır. Çünkü bizi istemezler. Arnavut Kânı Bey çetesi de Enver'i peşinden koşturur. Enver, Gramos ormanlarında 70 kişilik Yunan ve Kaymakçalan dağlarında, bütün bir köy halkının da iştirak ettiği çarpışmaları kazanır. Ama çatışmaların bir türlü sonu gelmez. Osmanlı devleti, Osmanlı vatandaşları ile her tarafta savaş halindedir. Bu savaşa katılanlar, yalnız Enver Beyin birliği de değildir. Makedonya'nın her yerinde askerler, hareket halindedirler. Her takip, her çarpışma, başlı başına bir hikâyedir. Bir roman veya film konusudur. Ama, vazifesi karargâhlarda çalışmakken, kendi isteği ve ısrarıyle çete takiplerine verilen Enver Beyin maceraları, ordu saflarında ona, ün ve itibar sağlar. 1908 ihtilâlinden sonra da Enver Beyin bu maceraları unutulmayacaktır. Onun cesaret ve fedakârlıklarından, daima saygıyle bahsedilecektir. Zaten ordu kumandanlığı da bunları görmemezlikten gelemez. Önyüzbaşı Enveç Bey, önyüzbaşılığmdan ancak bir buçuk yıl sonra, 31 ağustos 1322’de (13 eylül 1907) ve fevkalâdeden, Binbaşı Enver Bey olur. Henüz 26 yaşındadır. 26 yaşında Kurmay Binbaşı Enver...

 

* * *

 

ENVER BEYİN AMCASI HALİL BEYİN SERÜVENİ:

 

Bir askerî vazifenin yapılmasında, Makedonya dağlarındaki çete savaşlarında serüven sözünü ben de yadırgarım. Zaten bu söz, benim eserimde pek geçmez. Ama burada bu sözü kullanırken, gerçeği ifade edecek başka bir kelime bulamıyorum,

 

 

485

 

Binbaşı Enver Bey

 

 

486

 

Çünkü bu dağlarda olup bitenler, aslında hiç bir askerî hareket şekline uymaz. Zaten askerin vazifesi aslında, çete takip etmekte olmamalıydı. Ama Makedonya'da birlikler, subaylar öyle bir hareketlilik içindedirler ki, bunun ne başı bellidir. Ne sonu vardır. Ne de onlar, bu işin sonundan bir hayır beklerler. Bunu biraz aşağıda, Enver Beyin kendisinden dinleyeceğiz.

 

Fakat buna rağmen, hemen bütün birlikler hareket halindeydiler, demiştim. Bu doğrudur. Çünkü çetelerin saldırısından, yalnız gezici takip birlikleri değil, yollardaki, geçitteki karakollar kadar, bölük, tabur kışlaları, nahiye, ilçe, hatta vilâyet merkezleri bile, gece ve gündüzün her anında bir baskına uğrayabilirler. Nitekim uğramışlardır da. Çeteler ise, Resne’de ilk yerli Makedonya komitesinin, daha 1883'te kurulduğu zaman kararlaştırdıkları ve bizim daha önce verdiğimiz gibi:

 

«Se kade, i ni kade»

yani:

«Her yerde ve hiç bir yerde»

 

dir. işte bu savaşlarda yüzlerce Osmanlı subayı vazife alırlar. Hem de, hemen hepsi kendi istekleriyle: Meselâ daha sonra hürriyet mücahitleri olarak sivrilecek olan Ohrili Binbaşı Eyüp Sabri, Resneli Kolağası Niyazi, Albay Selâhattin, Cafer Tayyar ve daha niceleri... işte Enver Beyin, kendisinden iki yaş küçük amcası ve Erkânıharp Okulunu 1904’te mümtaz yüzbaşı olarak bitiren Halil Bey de bunların, en çok adı geçenlerinden biridir. Fazla olarak Halil Bey (Halil Paşa), kendi serüvenini bir gün, bir hatıra serisi halinde anlatmıştır da (1).

 

Bu hatıralar hakikaten renklidir. Ye tabiî kanlıdır da. Benim yakından tanımak fırsatını bulduğum ve Birinci Dünya Harbinin son yıllarında Vl’ncı ve IH’üncü Ordular Grup Kumandanı olup, mütarekede bir aralık hapsedilen, daha sonra Rusya ve Asya’da hareketlere karışan Halil Paşanın hatıralarında, Rumeli hikâyeleri:

 

 

(1) Ş. S. Aydemir: Halil Paşanın Hatıraları. Akşam Gazetesi. Ekim-kasım. 1967.

(Bunları daha önce de işaret etmiştik).

 

 

487

 

— Rumeli muamması,

— Artık Makedonya'dayız,

— Vodina Balkanlarında,

ve hepsini de kapsayan:

— Saf bir inanış,

 

gibi başlıklarla devam eder. Olaylar, hep Enver’inkiler gibidir. Bin şüphe, bin pusu, bin kuşku ve bin türlü çatışmalar. Meselâ bir «Vardar Güneşi Apostol» vardır. Onunla olan çete mücadelelerinden bahseder. Olup biten şeyler, denebilir ki, insanüstü cesaret misalleridir. Ve hiç kimse bunlara, devletin üç ayda bir ödediği maaş kırıntısı için katlanamaz. Bunlara atılmak, göğüs germek için, insanüstü vasıflar ister. Evvelâ gençlik ve macera aşkına varan bir yiğitlik...

 

Vardar Güneşi Apostol da, Makedonya çetecilerinin yıldızlarındandır. Meselâ bir aralık Vardar gölü bataklıklarını karargâh edinmiştir. Göl bin bir sazlık adacıklarla doludur. Bunlara sakin zamanda yaklaşılmak bile bir meseledir. Ama Apostol, bu adacıkları âdeta gizli kaleler, istihkâmlar haline koymuştur. Onların geçitlerini ancak onlar bilir. Oralardan etrafı basıp saldıran da odur. Adı bu bölgelerde hem bir korku ilâhı, hem bir güneş gibi parlar.

 

Halil Bey de bu rüzgârlar içinde, Vodina Balkanlarında, Florina dağlarında ve daha nice bin bir Makedonya köşe bucağında gezip tozmuş, vurup kırmıştır. Bunlarla yetinmez. Vardar bataklıklarındaki şu Makedonya Güneşini de söndürmek ister. Tertipler insanüstü, zekâ, hile, cesaret ve idare gücüne bağlıdır. Hepsi yapılır. Meraklı bir Amazon filminin bütün sahneleri geçer. Halil Bey, gölü temizler. Gerçi Apostol’un ölümü, gene dağlarda olacaktır." Ama Vardar gölünde artık, bir Apostol yoktur...

 

Ya Kolağası Niyazi Beyin hikâyeleri? Ya o Bulgar, Rum çeteleri, hatta Arnavut Cercis çeteleri ile mücadeleler? Hulâsa Makedonya’da bin bir yönlü bir dram, başı ve sonu bilinmeden süfer gider.

 

İyi ama, işin sonu ne olacak? Ve bütün bunlar niçin?

 

 

488

 

Şimdi bu konuyu biz, gene Enver Beyin kendisinden, yani şu 26 yaşındaki binbaşıdan dinleyeceğiz.

 

* * *

 

GİZLİ İHTİLÂL CEMİYETİNDE!

 

Evet, bütün bu mücadeleler nereye varacaktı? Bütün bunlar ne vakit son bulacaktı?, işte, bu soruların cevaplarını Binbaşı Enver Bey de düşünür. Şimdi bunları bize, Makedonya' nın bütün bu çok cepheli dramına ruhu ve kaniyle karışan, yani bunları konuşmaya en çok hakkı olan Enver Bey, kendisi anlatsın:

 

«Bütün bu mücadeleler, kendini bilenleri düşündürüyordu. Her gün imha edilen çetelerin yerlerine, yenileri çıkıyordu. Hükümet, bunların önlenmesi için lâzım gelen kudreti gösteremiyordu.

 

Avrupa hükümetlerinin itimadını da kaybetmiş olması, Osmanlı hükümetinin Rumeli kısmînin elden çıkacağı hissini vermeye başlamıştı.

 

Arnavut vatandaşlarımız bu gidişi anlayarak, kendi başlarının çaresine bakmaya başladılar. Onlar, memleketlerini istilâ edecek Yunanlılığa ve Yunanlılık fikrine karşı silâhlanıyorlardı.

 

Bu hal ve karışıklık içinde herkes, böyle mezellet (aşağılık) içinde yaşamaktan, her gün ölmekten ise, İstanbul idaresini, yani saray ve padişahlığın halini düzeltmek için savaşmak ve böylece, ya vatanını kurtarmak veya bu uğurda şanlı bir surette ölmek için savaşmak istiyordu. Herkeste, bu hahiş (şiddetli istek) uyanmıştı. Fakat bunu kuvveden fiile çıkarmak için, henüz bir teşebbüs yoktu...»

 

Evet bu istek, umumiydi, ilk teşebbüsler de yok değildi. Rumeli'de gizli ittihat ve Terakki Cemiyetinin ilk tohumları da meselâ 1900'de atılmıştı, ilk yuvalar dağınık da olsa belirmişti. Meselâ Edirne'de Talât ve arkadaşları o zaman tevkif edilmişlerdi, iki yıl kadar hapislikten sonra Selânik'e. sürülen Talât Bey, Selânik'te, gerçi bir posta memuruydu.

 

 

489

 

Ama büyük bir tarihî misyonun doğum ağrıları içindeydi. Selânik’te İttihat ve Terakki’nin ilk 10 kurucusundan biri olan, Kâzım Nâmi Duru da, ilgili bahiste verdiğimiz bir mektubuyle, «İttihat ve Terakki Hatıralarım» isimli küçük kitabında, daha 1905’ te İşkodra ve Tiran taraflarında, kendisinin de dahil olduğu birtakım gizli ihtilâl yuvalarından bahseder.

 

O halde bazı teşebbüsler vardı ama, Enver Bey henüz bunlardan habersizdi. Ama bu haberleri alacağı günler de artık gelmişti. Bu gelişmeyi şöyle anlatıl*:

 

«Nihayet 1322 senesi eylülünde (1906) Selanik9e geldim. Orada amcam Mümtaz Yüzbaşı Halil ile konuşuyorduk. Evvelce onunla Anadolu'da ve Bulgar çetelerine benzer çeteler teşkilâtlandırarak halkı uyandırmaya, hiç olmazsa böylece Anadolu'yu, Rumeli'nin uğraması muhtemel akıbetten kurtarmayı düşünmüştük. Bana hâlâ eski fikrimde olup olmadığımı sordu. Ve nihayet, Selânik' te, bütün memleket için düşündüğümüz gibi çalışmak üzere, gizli bir cemiyet mevcut olduğunu söyledi. Kendisinin bu cemiyete dahil olduğunu, kimseye söylemeyeceğime yemin ettirdikten sonra açıkladı.

 

Tramvayda, o zaman hasta olan ve şimdiki Viyana Ataşemiliterimiz Hafız Hakkı Beyi (Hafız Hakkı Paşa) ziyarete gidiyorduk. İşi ona da açtık. Tereddütlüydü. Eve döndüğümüz zaman, amcama şartları sordum:

 

— Meşrutiyet idaresinin kurulmasına çalışmak ve 1293 (1876) Mithat Paşa Kanunu Esasisini tatbik mevkiine koymaktan ibarettir, dedi. Zaten nice defalar eşkıya çarpışmalarında ölüme maruz kaldığımı ve oralarda ölseydim, vatanıma bir hizmet göremeden dünyayı terk etmiş olacağımı hatırladım.

 

Hulâsa bu yolda ölürsem, hiç olmazsa vicdanım rahat olarak ölürdüm. Hemen muvafakat ettim...»

 

Envey Beyin, daha sonra yalnız Cemiyetin kaderine değil, memleketin alın yazısına da ön planda etkileri olacağı gizli ihtilâl cemiyetine, yani «Osmanlı Hürriyet Cemiyeti»ne çıkan yolu böylece açılmıştı.

 

 

490

 

Formaliteler tamamlanır. Yani, ilk önce idare heyetine malumat verilecektir. Onların muvafakati alınacaktır. Sonra usulü dairesinde merasimlerle cemiyete girilecektir. Enver neticeyi bekler:

 

«Kendisine hürmet ettiğim ve namusuna emin olduğum, Selânik Askerî Mektebi Muallimi ve Müdürü (Simdi, Bursa Mebusu) T ahir Beyi ziyarete gitmiştim. Kendisine, bu yolda bir teklif aldığımı söyledim. Evvelâ yüzüme sorucu bir nazarla baktı. Fakat ben, temiz kalple konuştuğumdan, bu bakışa ehemmiyet vermedim. Sonra:

 

— Beni anlamaya mı geldin? Söyleyeceğim. Böyle bir cemiyet vardır. Ben de dahilim Sen de gir, iyi olur, dedi. Sonra, beni zemin katında küçük bir kütüphane odasına aldı. O gitti. Bekledim. Biraz sonra geldi. Yanında, Umumî Müfettişlikte vazifeli bulunan Erkânıharp Binbaşı (daha sonra öğretmen) Hakkı Bey (Hakkı Baha) beraberindeydi. Hareket tarzımız kararlaştırıldı...»

 

Enver Bey, Tahir Beyi ziyarete gitmekle, zaten gizli yuvanın tam içine düşmüştü. Bursalı Tahir Bey, yalnız cemiyetin mensubu değil, aynı zamanda Selânik’te ilk 10 kurucusundan biriydi de. Hatta bu 10 kişinin, yani gizli komitenin reisiydi. Gene aynı kuruculardan olan Hakkı Bey, aynı yıl, Mustafa Kemal’in de aynı cemiyete girmesine rehber olacaktır. Hulâsa ne yapılacağı kararlaştırılır ve her şey, kararlaştırıldığı gibi yürür.

 

* * *

 

BİR TANIŞMA, BİR KADER BİRLİĞİ:

 

Gece beklenecektir. Gece saat ikide (şimdiki saat hesabına göre, akşam saat 8) Hakkı Bey gelecek, Enver Beyi alacaktır. Enver Bey, ona tabi olarak, onun geçireceği yollardan, onun götüreceği yere gidecektir.

 

Öyle de olur. Ve Enver Bey bu yolculuğu ve götürüldüğü evde yaşadığı yemin ve tören sahnelerini bütün ayrmtılarıyle anlatır. O geceki olayların enteresan sahnesi, onun o tarihten sonra ve hele İttihat ve Terakki iktidarı boyunca kader birliği yapacağı ve geleceğin sadrazamı,

 

 

491

 

fakat o günlerde posta memuru Talât Beyi, ilk defa görmesi, tanımasıdır. Bu tanıma sahnesi şöyle geçer:

 

«Eniştem ve Selânik Merkez Kumandam Nazım Beyin evindeydim. Kulağım kapıdaydı. Nazım Bey ise, o gece evinde verilen ziyafet masasmdaydı. Kapı çalındı. Koştum. Evden sessizce ayrıldım. Muşambamı giymiş ve ruvelverimi cebime koymuştum. Allah'a sığınarak yola çıktım. Hakkı Beyle evvelâ Kafe Kristal'e gittik. Orada bir masada birkaç kişi oturmuştu. Selâm verdik. Biz de oturduk. Biraz sonra diğerleri gittiler. Yalnız bir sivil ve Hakkı Bey kaldık. Oradan kapıda duran, beyaz beygirli bir arabaya bindik. Yalılar caddesini takip ederek depoya doğru ilerledik. Yolda Hakkı Bey, bana bu sivili tanıttı:

 

— Posta Telgraf Başkâtibi Talât Bey...

 

Kendisine karşı büyük bir muhabbet hissettim. Demek bunlar, bütün hayallerimizi, kuvveden fiile çıkarmaya teşebbüs etmişlerdi...»

 

Enver Bey, yani geleceğin Enver Paşası, gene geleceğin en güçlü insanı ve Sadrazam Talât Paşası olan Posta Memuru Talât Beyi, ilk defa o gece ve bu şekilde tanır.

 

Ondan sonra birtakım dolambaçlı yollardan, Alatini Tuğla Fabrikası civarında bir sokağa sapılır. Hakkı Bey bekler. Enver, Talât Beyle beraber gece sokakta ilerler. Ve bir meydanlığa doğru çıkan bir köşede Talât Bey, cebinden çıkardığı bir siyah gözlüğü, Enver Beyin gözlerine yerleştirir. Nihayet bir bahçeli eve gelinir. Kapıdan:

 

«— Kimdir o?»

diye bir ses duyulur.

«— Hilâl!»

parolası verilir. Ondan sonra kaideler yürür. Enver Beyin gözleri bağlanır. Talât Bey dışarda kalır. Enver bir odaya alınır. Biraz sonra kısa boylu, siyah peçeli biri içeri girecek, Enver başka bir odaya alınacaktır. Enver ayakta durdurulur. O karanlık âlemde biri, karşıdan bir nutka başlar.

 

 

492

 

Memlekette hâkim olan zalim idarenin fenalıklarım sayıp döker. Bu fenalıkları kaldırmak ve memleketi kurtarmak için kurulan gizli «Osmanlı Hürriyet Cemiyeti»ne kendisini de kabul ettiklerini bildirir. Sonra sıra yemin etmeye gelir. Enver Bey şöyle anlatır:

 

Sağ elim Kur’an-ı azîm-üş şan, sol elim hir kama ve bıçak üzerinde olduğu halde, 1293 Kanun-u Esasisinin istirdadına (tekrar yürürlüğe girmesine) ve bu uğurda hiç bir şeyi esirgemeyeceğime yemin ettim. Sonra gözlerimi açtılar. Karşımda, siyah peçeli, kırmızı örtülü üç kişi bulunuyordu. Bu manzara karşısında pek müteessir olmuştum. Kalbimde, yalnız başıma bu zalim idareyi kökünden devirecek bir kuvvet ve bu kuvvetle mütenasip bir istek duyuyordum. Bu vazifeyle çalışan böyle bir cemiyete bağlandığım için gurur ve iftihar duyuyordum...»

 

Bu üç kişiden ortada olanı, Enver Beye cemiyetin işaretlerini, parolalarını anlatır. Bazı tembihlerde bulunur. Ve cemiyetle bağlantısının, ancak rehber, yani Hakkı Bey vasıtasıyle olacağını anlatır. Tekrar gözlerini bağlarlar. Oradan ayrılmır. Hakkı Beyi bıraktığı yerde bulur ve uzaklaşırlar. Enver artık, gizli ihtilâl cemiyetinin üyesidir:

 

«Artık kalbim, vatanın kurtulacağına kuvvetle inanarak, ertesi gün trenle Manastır’a hareket ettim...»

 

Şimdi onun vazifesi, yalnız bir ordu mensubu olarak değil, bir ihtilâlci olarak çalışmaktır. Önündeki yol, ya bu uğurda ölmek, ya bu ihtilâli başarmaktır. Ve bu yolda o, yalnız da değildir...

 

* * *

 

İDEALİST BİR OSMANLI SUBAYI: RESNELİ NİYAZİ BEY!

 

Evet, Enver Bey, çıktığı yolda yalnız değildir. Rumeli'de nice subaylar ve içlerinde bazı siviller, hep aynı cemiyetin içinde ve örgütlerinde aynı gaye için çalışırlar: 1876 Mithat Paşa Kanun-u Esasisinin yeniden yürürlüğe girmesini sağlamak!

 

 

493

 

Osmanlı devletini Meşrutiyet rejimine kavuşturmak! Abdülhamit’in istibdat sistemine dayanan saltanatını yıkmak!

 

Bu mücadelede hatta hedef, padişahın şahsı bile değildir. Onun saltanat sistemidir. Ve bu uğurda savaşmaya ant içenler, savaş yoluna girenler, örgütlenme işine kendilerini verenler, birbirlerini tanımazlar. Ama hissederler ki, dağlar taşlar, köyler, kasabalar, kışlalar, mektepler bir kaynaşma halindedir. Ve şimdi artık, Makedonya istiklâl komiteleri gibi, kendilerinin de bir hürriyet cemiyetleri vardır. Hatta her iki teşkilâtta da taktik slogan birdir:

 

«— Ya hürriyet, ya ölüm!..»

 

1908 İhtilâli sırasında Rumeli’de, gizli cemiyete kazanılmış 2.000 kadar subay bulunduğunu Enver Bey nakleder. Demek ki, «Ya hürriyet, ya ölüm!» bayrağı altında toplananlar az değildir. Ama bunların bir kısmı yönetici noktalardadır. Hürriyetin ilânı sırasında bunlardan pek azı parlayacaklardır. Meselâ Hürriyet Kahramanı Enver Bey ve Hürriyet Kahramanı Resneli Niyazi Bey gibi. İşte Kolağası Niyazi Bey, bu Niyazi Beydir. Resneli Niyazi Beyin adına ve serüveninin bir kısmına daha önce de dokunduk. Olayı bir daha özetleyelim:

 

Hani şu 1897 Türk-Yunan harbi sırasında ve henüz 9 ay önce mektepten çıkmış genç bir teğmenken harp sahasında olağanüstü kahramanlık gösteren, harp sahasında bir rütbe yükseltilerek mülazım-ı evvel (üsteğmen) olan, kendi takımı ile esir ettiği bir Yunan bölüğünü kumandanlarının karşısına getiren, Harbiye Nezareti tarafından İstanbul’a gönderilen, nihayet orada, padişahın sarayına da davet edilen Üsteğmen Niyazi Bey!

 

Ama Niyazi Bey, ilk kalp yarasını da orada alır. Padişaha sadakati sarsılır. Rejime itimadı zaafa uğrar. İstanbul’a esir olarak getirdiği Yunan bölüğü, Müşir Kâzım Paşanın oğluna teslim edilir. Onun peşine verilerek sokak sokak gezdirilir. Bu çocuk, iki rütbe birden terfi eder. Padişahtan 200 altın mükâfat alır. Bu para, Makedonya’da bir muharip yüzbaşının iki yılda eline geçebilen bir paradır.

 

 

494

 

Halbuki bu çocuk, henüz 13 yaşındadır ve sarayın, konağının duvarlarının dışından habersizdir...

 

Onun üzerinedir ki Niyazi Bey, sarayda, kendisine verileceğini anladığı bir rütbe daha terfii almamak için, zaten terfi ettiği üsteğmenliğini saklar. Ve padişah, onu üsteğmenliğe terfi ettirmiş olur. Padişahın kendisine ihsan ettiği «padişah yaverliği» ve göğsünde sırma kordonlar taşımak imtiyazını da reddeder, kıtasına dönmek ister, işte o zaman eline, 10 lira harçlık verilir. Geriye gönderilir. Fakat Manastır’a vardığı zaman kıtasına verilmez. Niyazi Beye münasip görülen vazife, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Resne’de, redif debboy memurluğudur! Niyazi Bey gibi bir kahraman genç için, bu yalnız hakaret değil, bir nevi sürgünlüktür. Cezadır. Hareketsizliğe mahkûmiyettir. Halbuki saray yaverliğini kabul etseydi! Ne ise, yıllarca debboy memurluğunda bırakılır.

 

İşte bu Resneli Niyazi Bey, aslında ve tam anlamıyle idealist bir Osmanlıdır. Çünkü evvelâ Niyazi Bey Türk değil, Arnavuttur. Ama o, kendini Arnavut değil, Osmanlı sayar. Ve Osmanlılık onda, gerçek, güçlü, sarsılmaz bir şuur (bilinç) halindedir. Ve sonuna kadar böyle devam eder. Onun da gayesi, Osmanlı devletini kurtarmaktır. Hatta padişaha sadık kalarak! Ama memleketin felâkete gittiğini görür. Rejim değişmelidir. «Osmanlı milleti» Meşrutiyete kavuşmalı, iç savaşlar bitmelidir. Yabancıların memleketteki müdahaleleri kesilmelidir. «Maarifin nuru» Osmanlı vatanını aydınlatmalıdır. Bunun uğrunda hayatını, o da feda etmeye hazırdır.

 

Daha önce ve ilgili bahiste de işaret ettiğimiz gibi, 1908 temmuz ihtilâlinde ve Enver’le beraber, hürriyet kahramanı, hürriyet yıldızı olarak parlayan ve o zaman rütbesi kolağası (önyüzbaşı) olan Niyazi Bey de, hatıralarını yazmıştır. Bu yazılanların doğruluğunu da, Manastır merkez heyeti doğrulamıştır. Niyazi Beyin Hatıralarında, yalnız kendi serüveni değil, devrin tahlili de vardır. Ve bu tahliller, eleştirmeler, hem doğru, hem enteresandır.

 

Niyazi Bey 1299’da (1883) Resne’de doğdu. Üç kardeşten ikisi askerdi. İlk tahsilini Resne’de yaptı.

 

 

495

 

Kolağası (Önyüzbaşı) Niyazi Bey

 

 

496

 

Orta öğrenimine Manastır Mülkiye (Sivil) İdadisinde başladı. Ama oradan Askerî Rüştiyeye atladı. Daha üst kademedeki öğrenimini, o da Manastırın o tarihî Askerî İdadisinde yaptı. Enver, Mustafa Kemal ve diğer niceleri gibi... Sonra İstanbul Harbiyesine girdi. 1896’da teğmen olarak mektebi bitirdi. Kurmay sınıflarına ayrılamamıştı. Piyade teğmeni olarak Makedonya’da III. Ordu emrine verildi. Yanya Kolordusuna tayin olundu.

 

Sivil okuldan askerî okula geçişinde, 1908 İhtilâli öncesinde adına çok rastladığımız Binbaşı Bursalı Tahir Beyin etkisi oldu. Tahir Bey, bildiğimiz gibi, Enver’in de biraz mürşididir. Selânik’te ilk Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni kuran 10 kişiden biridir. Öncülerden biridir. Onun telkinleri, küçük Niyazi üstünde, ilk uyarıcı, yetiştirici etkileri yaptı. Manastır Askerî İdadisinde hocaları olan, Fransızca Öğretmeni Yüzbaşı Orhan ve Tarih Öğretmeni Yüzbaşı Tevfik Beylerin uyarıcı telkinlerini de, Hatıralarında saygıyle anar (1).

 

1896’da Harp Okulundan mülazımısani (teğmen) olarak çıkar. Ama çok şeyler görmüştür. Çok şeyler dinlemiştir. Ve içinde acı hayal kırıklıkları vardır. İltimaslar, haksız rütbeler, hafiyelikler, kulluk ruhu ve birtakım çoluk çocuğun Harp Okulunda «Zadegan sınıfı» (2) denilen ayrı bir sınıfa kaydolunarak, hatta mektebe gelmeden, sınıfı geçmeden kolayca rütbeler alışları gibi. Hele bazıokul yöneticilerinin hali, onu hiddetlere boğar. Ruhunu sarsar. Şöyle yazar:

 

«Mektebe büyük bir şevk ve muhabbetle girdiğim halde, zabit (subay) üniformasını kazanıp giyerken, mektep idare heyetinin, yani bir sürü casusların, bir sürü düzenbaz vatan hainlerinin (Zeki, Rıza, Servet ve İsmail Paşalar gibi) mühürlerini taşıyan diplomayı elime aldığım ve hele mektebi terkettiğim zaman, beni yetiştiren mektebe ve hele İstanbul'a, hiddet ve nefretle veda ederek ayrıldım.»

 

 

(1) Tevfik Bey, Atatürk’ün de hocasıydı. Cumhuriyet devrinde bir devre Diyarbakır mebusu oldu.

 

(2) Zâdegan, aristokratlar, yahut saraya bağlı insanların çocukları demektir. Halbuki saray çevresinde, kullar vardı ama, aristokratlar yoktu.

 

 

497

 

Namık Kemal'in tesirindedir. Onun vatan şiirlerini bilir. Ama mektebin verdiği terbiyede, vatan fikri değil, padişaha körü körüne sadakat öğretilir. Enver Beyin hatıralarında ve Zeki Paşanın nutkunda gördüğümüz gibi. Bu çerçeveyi biraz aşabilen hocalar, meselâ Niyazi Beye göre Tabiye (Strateji) Muallimi Erkânıharp Kaymakamı (yarbay) İsmail Hakkı Bey hemen sıcak çöllere sürülürler...

 

Onun Osmanlılık bağlılığına, vatan ve hamiyet duygularına gerçi bir sarsıntı gelmez. Ama kafası birçok nedenlerle yoğrulur. Daha mektebin son sınıfında şöyle konuşur:

 

«Arkadaşlar! Biz, milletin, asker dediğimiz şerefli fertlerinin, cesur, gazanfer evlâdının zabitleri olmak üzere yetiştiriliyoruz. Vazifemiz, vatanın muhafazası, vatana saldıran düşmanların defedilmesi, kahredilmesi olacak değil mi? Ama neden terbiye usullerimizde, 'programlarımızda, vatandan, fikir terbiyemizden eser yok? Bizi, dince, akılca, mantıkça mukaddes olan bu duyguları, birçok duyguları gizlemeye mecbur ediyorlar. Onların yükselmesine yarayacak eserleri okutmuyorlar. Niçin?..»

 

Zabit çıkıp kıtaya gittikten sonra, bu niçinler durmadan çoğalır. .Yunan Muharebesine bu hava içinde girer. Hizmetini şanlı bir surette yapar. Fakat netice malumdur. Ama etrafla temasları çoktur. Çok şeyler görür ve öğrenir. Nihayet 1903 Makedonya isyanında, onu da debboy memurluğundan alıp, aktif kıtalara ve çete takiplerine verirler. Arada rütbeleri de artar. Önyüzbaşı olur. Enver Bey dağlarda dolaşırken, o da çete muharebeleri içindedir. Hali görür. Memleket felâkete gitmektedir. Gelecek için yollar, çareler düşünür. Arnavuttur. Ama saf ve idealist bir Osmanlıdır. Ve işte o günlerde önünde bir yol açılır...

 

* * *

 

MANASTIR TEŞKİLÂTLANIYOR:

 

Selânik'te Enver Beyin, gizli ihtilâl cemiyetine girdikten sonra, vazife mahalli olan Manastır’a hareket ettiğini kaydetmiştik.

 

 

498

 

Orada bir vazifesi de, Osmanlı Hürriyet Cemiyetini örgütlendirmektir, Kendisi Selânik merkezinin mensubu, daha sonra da bu gizli merkezin yönetim kurulu üyesi olur. Cemiyete 12’nci üye olarak girmiştir. Manastırda derhal faaliyete geçer. Manastırca gşrçi beş yıl önce de bir gizli cemiyet kurulmasına teşebbüs edilmişti. Fakat çabucak duyularak dağıtılmıştı. Dikkatli olmak lâzımdı. Enver Bey şöyle yazar:

 

«Evvelâ Mıntıka Erkânıharp Reisi Haşan Beye işi açtım. Derhal kabul etti. Sonra Erkânıharp Yüzbaşısı Musa Kâzım Beyle konuştuk. Memleketin dertlerine çare bulmak üzere, Bulgarlar gibi çalışacak bir komite teşkilini teklif ettim, ikimiz bu komiteyi meydana getirecektik. Bütün kuvvetiyle çalışmaya hazır olduğunu bildirdi. Elini sıktım. Üç kişi olmuştuk (1). Nihayet onlara bir gün Kâzım Beyin, Manastır’da, Karakoprü’deki Osman Paşa konakları selâmlığındaki yerinde üçümüz birleştik. O zaman onlara, Selânik’te böyle bir cemiyetin varlığından bahsettim. Her ikisi heyecanlıydı... Hatta Haşan Bey, hemen halkı hükümet konağına toplayarak, umumî ihtilâl çıkarmaktan bile bahsetti...»

 

 

(1) Burada adı geçen ve Manastır Gizli İhtilâl Komitesi’nin ikinci kurucusu olan Musa Kâzım Bey, Kâzım Karabekir Paşadır.

 

Kâzım Karabekir Paşa, 1882’de İstanbul’da, Kiiçükmustafapaşa’ da doğdu. Babası ve ataları. Karaman’m, eski kasaba (şimdi Kâzım Karabekir) köyündendi. Asıllarının, Selçuk Türklerine, yani Oğuz boylarına ulaştığı yazılır. Babası askerdi. Kırım ve Sivastopol harplerine katıldı. Mehmet Emin Paşa olarak askerlikte yükseldi.

 

Kâzım Karabekir Paşa, ilk, orta ve Harp Okulu öğrenimlerini İstanbul’da yaptı. Kurmay Mektebini 1005’te, birinci olarak bitirdi. Mustafa Kemal de o yıl ve mektepten beşinci olarak çıktı. Manastır’a tayin olundu. Kâzım Bey, III. Ordu emrine verildi. Bu sırada ve kıta hizmetlerini bitirdikten sonra, Manastır Mıntaka Erkânıharbiyesine memur edildi. Arada Bulgar, Rum çeteleriyle o da çarpışmalara girdi. Bu çarpışmalar sırasında kolağasılığa yükseltildi. İşte onun Gizli Komiteye girişi henüz yüzbaşıyken ve Manastır’da oldu. Daha sonra Harp Okulunda bir öğretim üyeliğine, 1908’den sonra ise Edirne’de II. Orduya memur edildi. Ve İnönü ile, aynı tümende çalıştı. Artık serbest çalışmaya başlayan Terakki ve İttihat Cemiyetinin de Edirne merkezinde yer aldı.

 

 

499

 

Demek ki şartlar olgunlaşmıştı. Demek ki şartlar hazırdı. O günler, Mustafa Kemal ve Ali Fuat’ın (Cebesoy) cemiyette oldukları ve Mustafa Kemal’in «Taşra Mürşidi» olarak, Selânik-Üsküp arasında faaliyette bulunmaya başladığı günlerdi. İnönü ise, kurmay olarak Edirne’ye tayin olunmuş ve orada ihtilâl komitesine girmişti (1).

 

Artık ondan sonra işler alır yürür. Binbaşı Enver Bey ciddî bir teşkilâtçılık vasfı gösterir. Mümtaz Kolağası Servet, Selânik’in tanınmış adamlarından Konyalı Hüseyin, Avcı Yüzbaşısı Süleyman, cemiyete girenler arasındadır. İşte bu sıradadır ki, yakın bir gelecekte Enver Beyle beraber Hürriyet Kahramanı olarak ün salacak ve adlarına türküler düzülüp, her her duvarda resimleri asılacak olan Kolağası Resneli Niyazi Bey de, Enver tarafından cemiyete alınır.

 

Halbuki Selânik biraz yavaş kımıldar. O zaman Enver, Selânik’e de koşar. Talât Beyle postahanede konuşur. Davavekili Karasu Efendinin yazıhanesinde de, Talât, Rahmi (1908’den sonra İzmir valisi) Beylerle gene buluştular. İlk defa el yazısıyle bir program alır.* Manastır’da üye numaralarının 500’den başlaması kararlaştırılır. Az sonra da Manastır, kendine ayrı bir merkez heyeti seçecektir.

 

Enver sabırsızlanmaya başlamıştır. Yukarda değinilen toplantıda arkadaşlarına, Bulgar komitecilerinin Selânik’teki baskınlarını hatırlatan tekliflerde de bulunur. Şöyle anlatır:

 

«Ben, halk arasında propaganda şayet güç olacaksa, biz 30-40 kişi olduktan sonra İstanbul'da sefarethanelere gidelim. Meşrutiyet hakkmdaki isteklerimiz kabul edilmezse, bombalarla sefarethanelere saldıracağımızı, oraları basacağımızı söyleyelim. Onları tehdit edelim. Böylece emelimize ulaşırız. Gerçi bu hususta pek kuvvetli olmadığımızı hissediyordum ama...»

 

Bu düşünceler, bu taktik arayışlar onun, amcası Halil Beyle,

 

«Anadolu'ya geçip, Bulgarlar gibi komiteler kuralım, İstanbul'u sıkıştıralım...»

 

 

(1). Ş. S. Aydemir: Tek Adam. Cilt I.

 

 

500

 

gibi aceleci düşüncelerini hatırlatır. Sonra gene bu tasavvurlarda, Bulgarların Selânik baskınlarından alınmış ilhamlar sezilir. Ama hedef, banka veya sefarethane basmak değildir. Hükümet devirmek, rejim değiştirmektir. Bu teklifler, soğukkanlı, ama hesaplı bir adam olan Talât Bey ve hele milletlerarası Masonluğun Selânik’te üstatlarından biri olan, çok şeyler hesabeden Emanuel Karasu Efendi tarafından, elbette ki önlenirler (1).

 

Ama cesur, iradeli bir adam olan Enver Beyin bu aceleciliği ve sabırsızlığı, ileride onun serüveninde daima görülecektir. Ve neticeleri itibariyle çok defa, ağır kayıplara, hatta bir gün hayatını kaybetmeye varacak olan sonuçlar verecektir... 1

 

 

(1) Emanuel Karasu, 1908’den sonra Selânik mebusu olarak Mebusan Meclisine girdi. İhtilâlden önce Talât Bey postahaneden de çıkarıldığı zaman, onu yazıhanesinde çalıştırdı, korudu. Fakat anlaşıldığına göre, Enver hariç olmak üzere, birçok İttihat ve Terakki önderlerini Masonlaştıran odur. Siyonizminden de bahsedilir. 1909’da Abdülhamit’in tahttan indirilmesine karar verildiği zaman, bu kararı Abdülhamit’e tebliğ için seçilen heyette o da vardı. Halbuki Abdülhamit, hem padişah, hem de îslâmların halifesi sayılıyordu. Halifenin bu makamdan alınışına bir Musevmin memur edilişi, bizzat Abdülhamit’te de, ayrıca tepki yaptı. Bu intihap, her halde yanlıştı.

 

[Previous] [Next]

[Back to Index]