Makedonya'dan Ortaasya'ya. Enver Paşa. I. cilt: 1860-1908

Şevket Süreyya Aydemir

 

İKİNCİ KISIM

 

Nihayet isyan ve ihtilâl

 

Rumeli halkları içinde türeyen isyancıların,

bilhassa Bulgar çetecilerinin

mücadele usulleri, Rumeli’de

ayaklanmayı göze alan genç subayları,

daima etkileri altında bulunmuştur.

 

Bu mücadeleler, basit görünen iki

kelimelik bir slogana dayanır:

 

— Ya hürriyet, ya ölüm!..

 

Ama, kendini hak yolunda görüp, bu

sloganı benimseyen bir ihtilâlci için

mücadele bu kerteye geldi mi, onun

tuttuğu yolda ölüm vardır ama.

Yenilgi yoktur...

 

 

520

 

Mülâzim Atıf ve Kolağası Niyazi {silâhlı) Beyler el ele

 

 

521

 

 

XVII

 

 

BÎR EMEL YOLCUSU:

 

İhtilâl günlerinden öncesinde gizli ihtilâl cemiyetinin Rumeli’de başardığı ve padişah taraftarlarına karşı uygulanan öldürmemeler dikkati çeker. Ama son ve sarayı dize getiren suikast, Manastır’da yapılacaktır. Bunu aşağıda vereceğiz. Meselâ Selânik umumî merkezinin Enver Beyin eniştesi ve Selânik Merkez Kumandanı Nazım’ı idama mahkûm edişi, haziran ayı içindedir. Köprülü Kaymakamı Şevket, Selânik’te bir alay müftüsü ve benzerleri de bu ihtilâl öncesinde öldürüleceklerdir. Ama asıl netice alacak olan, isyandır. O da başlar. Enver Bey şöyle anlatır:

 

«Haziranın 12 ve 13’üncü perşembe ve cuma günleri arasındaki gece, artık Selâniği, ailemi, maddî istikbalimi terkederek, sadece ahaliden bir fert gibi, hükümetin bütün kuvvetlerine karşı, alenen ve silâhlı olarak ilân-ı isyan ediyordum. Evvelâ Allah'a ve Peygamber’e, sonra da cemiyetimizin teşkilâtı ile, hükümet zulmünden bıkmış olan millete, tam itimadım vardı. Vatanın istikbalini, gayet parlak görüyor, bunun için, benim maddeten kararan istikbalimin bu karanlığına, ehemmiyet vermiyordum.»

 

Artık karar verilmiştir. Enver, emel yolculuğuna çıkacaktır. Dağlar yolunu tutacak ve orada isyan bayrağını açacaktır. Bu hareketinden, cemiyetin merkez idaresi ve yakın arkadaşları haberlidir.

 

Rahmi Bey, ona (sonradan İzmir valisi), Tikveş’e gitmesini, orada çalışmayı tavsiye ediyordu. Kendisi Manastır’a gitmek istiyordu. Bir mağazadan çanta ve saire alır. Erkânıharp Binbaşı Hafız Hakkı Beyle Olimpos gazinosunda buluşur.

 

 

522

 

Son defa durumu gözden geçirirler. Hatta Umumî Müfettiş Hüseyin Hilmi Paşaya bile, İstanbul’a gidiyorum diye veda eder. Evinde anasının elini öper. Ama vazifede olan babasını göremez. Şöyle yazar:

 

«Evde validemle vedalaştım. Sırtımdaki beyaz ceketimi çıkardım. Siyah pelerinimi giydim. Ortada duran bazı kâğıtları parçaladım. Evden, Müfettiş Paşaya gidiyorum diye ayrıldım. Kapıdan çıkarken, orada asılı olan kılıcıma baktım. Ve onu yerinde bıraktım.

 

Sokağa çıkınca ferahladım. Evet, bir eşkıya kurşununa hedef olarak, ama vatan uğrunda ölecektim. Böylece hiç olmazsa, ruhuma fatiha okuyacak birkaç kişi bulunacaktı.

 

Kapıdan çıkınca Fethi Beyle karşılaştım (Fethi Okyar. Sonra mebus, sefir, başvekil). Bana bir dürbün hediye etti. Son sözleri hatırımdadır:

 

— Bu işte de ilk adımı atmayı Allah sana nasibetti.

 

Evet, ben de bu adımı attıran Allah'a tam tevekkül ile yolumda ilerleyecektim...»

 

Enver’in kendine, hüviyetini saklamak lâzım olduğu zaman kullanmak için seçtiği takma isim malumdur: Suavi!.. Şöyle anlatır:

 

«Merhumun cesaretine daima hayrandım. Ben de aynı ismi, takma isim olarak almıştım. Umumî merkez evrakına imza atarken hep bu ismi kullanıyordum. Gene öyle yapacaktım. Bu ismi, dört köşe, kûfî bir yazı ile yazardım.

 

Tahir Beyin dediği gibi, Suavi merhumun istibdat duvarına çaktığı çivi, benim bu duvara tırmanmama yardım edecekti.»

 

O gece de etrafla temasları kesilmiş değildir. Fethi Beyle biraz Olimpos gazinosunda otururlar. Son konuşmalarını yaparken, Manastır’dan Resneli Osman Efendi gelir. Osman Efendi, Resneli ve Enver’le beraber hürriyet kahramanı olarak parlayacak olan Kolağası Niyazi Beyin kardeşi olsa gerektir.

 

 

523

 

Enver ona, evvelâ biraz rumuzlu konuşur. Osman Efendi anlayamaz. Ama sonra anlar. Ve bu anladıklarını, Resne'de Niyazi Beye ulaştıracaktır. Bu sözler, bir davet manası taşır.

 

Aynı gece Talât Beyle de buluşulur. Cemiyet kasasından Enver Beye 10 lira verilir. Küçük bir tabanca ile yola çıkacaktır. Bir aralık ve arkadaşlarından birinin evinde, yere serilmiş bir ayı postunun kafasına başını dayayarak biraz uyur. Bu evde yalnız, Tevfik Efendi ismindeki arkadaşı kalmıştır. Diğerleri ayrılmışlardır. Sonra vakit gelir. Onunla da vedalaşır, ayrılır. Ve şu düşündürücü satırlar, onun Selânik’ten ayrılışını anlatır:

 

«Vardar kapısından çıkarken nişanlarımı söklüm. Ufak bir teessür hissettim. Artık belki eski hayallerim gibi, iyi bir asker olamayacaktım. Ve bu andan itibaren bir hiçtim. Kim bilir hangi kurşunla ve nerede vurularak, bir yerlerde kalacaktım. Bir asi diye cesedim, bir köşeye atılacaktı.

 

Ama bir gün gelecek, beni elbette, rahmetle ananlar da bulunacaktı. Artık hayatla irtibatım kalmamış gibiydi...»

 

Halbuki Enver Beyin asıl hayatı yeni başlıyordu. Kendini bir emele ve bütünüyle vakfederek çıkılan yolculuk, asıl hayatın, hatta ebedî hayatın yoludur. O sırada Enver, böyle bir yolun üstünde bulunuyordu...

 

* * *

 

BİRİSİ ÖN AYAK OLUNCA?

 

Kaldı ki Makedonya'da, aynı yollara çıkmaya hazırlanan daha nice genç subaylar da vardı. Meselâ Enver Beyin, aynı gece Olimpos’tan haber gönderdiği Niyazi Bey de silâhlanmaktadır. Onun da hatıratından şu satırları okuyalım:

 

«Kararımı, hatta hiç kimse iştirak etmese bile, yalnız başıma tatbik sahasına koymaya karar vermiştim. Bunun için, Allah'ın birliği üzerine yemin etmiştim. 15 haziran 1324'te (28 haziran 1908) Resne'de,

 

 

524

 

cemiyete dahil kardeşlerimizden Belediye Reisi Cemal ve Polis Komiseri Tahir Efendiye meseleyi açtım. Bir çete tertibi ile, ihtilâle bir an evvel başlamak üzere salı sabahı, evimizin bahçesinde buluşmayı kararlaştırdık. Söyle konuştum:

 

— Yahu, ne duruyoruz! Hâlâ bu miskinliği muhafaza edecek miyiz? Öteden beri Avusturya ile kozunu paylaşan Rusya, şimdi de İngiltere ile uyuştu. Vatan tehlikesiy ciddî bir suretle yaklaşıyor. RevaVdeki kararlar malumunuzdur...»

 

Cemal ve Tahir Efendiler, ikisi birden atıldılar:

 

«— Namussuzlukla neticelenecek bu tehlikeyi, ölümden başka bir şey temizlemez.

 

— Fakat sizin ve benim budalaca ölmemizden bir şey çıkmaz. Cemiyetimizin gayreti, bütün cemiyet arkadaşlarımızın, birlikte ve müşterek ayaklanma yolunda olmalıdır. Ben ve siz, buradan, asker ve köylülerden, yüz elli? iki yüz kişilik bir çete çıkarabiliriz. Ben, her şeyi hazır ettim. Elverir ki, biz ön ayak olalım. Bizim çıkışımız, umumî ayaklanma için, pekâlâ bir işaret olacaktır...»

 

— Niyazi Efendi, teklifinizi kabul ediyoruz. Size tabi olmaya, her emrinizi yapmaya söz veriyoruz. “Akşam, Hacı Ağanın evinde, 50 kişi olarak toplandık...” »

 

Ama topluluk, 50 kişiyle de kalmaz. Kararlar ise kesindir. Niyazi Bey bir konuşma yapar ve sorar:

 

«— Vatandaşlar, arkadaşlar! Hainler elinde mahvolan vatanı, elbirliğiyle çalışarak kurtarmaya, Allah'ın birliği üzerine yemin eden cemiyetimize, malınızla, canınızla yardım edeceğinize ve her bir emrine itaat edeceğinize yemin etmiştiniz, değil mi?

 

— Evet!..

 

— İşte bugün, o yemini yerine getirmenin zamanı gelmiştir. Makedonya'nın taksimi üzerine alınmış kararlara karşı bile hükümet duygusuz kalmıştır. Alçak ve rezil hükümet, vatanın taksimini,

 

 

525

 

Kolağası (Önyüzbaşı) Resneli Niyazi Bey Resne dağlarında isyan bayrağını açryor!

 

 

526

 

düşman ellerine teslimini neticelendirecek bu kararlara karşı duygusuz, hareketsizdir. Bu zalim hükmü, milletin kanı ile silmekten başka çare yoktur. Bunun da yolu, umumî isyandır...»

 

Niyazi Beye göre, bu umumî isyan da Resne'den başlamalıydı. Çünkü Bulgar Makedonya Komitesi de evvelâ Resne’de kurulmuş ve ilk Bulgar isyanı Resne'den başlamıştı, isyan bayrağı Resne'de açılmalıdır.

 

Öyle de olur. Cuma günü namaz vakti için, 160 kişilik bir çete, Resne kışlası önünde toplanacaktır. Belediye Reisi, Cemal Efendi acele Manastır'a gidip bu kararları haber verecektir. Manastır Merkez Heyetinden, gereken müsaadeyi alacaktır. Niyazi Bey, güvendiği kimselere haberler uçurur. Bir gün sonra da Resne'ye Avcı Taburu gelmiştir. O taburda da güvenilir arkadaşlar vardır. Binbaşı Remzi Bey, zaten merkez heyetindedir. Bölük Kumandanları Tayyar (Cafer Tayyar Paşa) ve Süleyman Efendiler de karara katılırlar.

 

16 haziranda Niyazi Bey, eşine vaziyeti anlatır. Hatıralarında ona ve hemşirelerine ebediyen veda ettiğini yazar. 20 haziranda (3 temmuz), Manastırdan beklenen haber gelir. Ve cuma günü herkesin cuma namazıyle meşgul olduğu bir saatte, kışla önünde toplanan isyan kafilesi, son hazırlığını tamamlar. Şehrin hâkim tepelerinden birinde ve şehirden yarım saat uzak olan Resne kışlasından 160 isyancı, önde Kolağası Niyazi olduğu halde, dağlar yolunu tutarlar. Rumeli'de ayaklanma başlamıştır.

 

O saat ve o günden sonra Niyazi Beyin hatıraları, yollarda, dağlarda, köylerde, halkı cemiyete bağlamak, isyanı yaymak ve az sonra da, İstanbul'u tazyik ederek padişahı Meşrutiyetin iadesine mecbur edebilmek için saraya, Rumeli Umumî Müfettişliğine, Manastır Valiliğine telgraflar, beyannameler yağdırılmasını sağlamakla geçecektir. Tehlikeler ise, her adımda ayaklarına dolaşır.

 

* * *

 

 

527

 

DÖNÜŞÜ OLMAYAN YOL!

 

Vardar kapısından Selânik’i terkederken Enver Bey, yalnızdır. Geçeceği dağ yollarının çoğu, Bulgar komitecilerinin kaynaştığı yerlerdir.

 

Önce arabayla Yenice’ye varır. Kaymakam Cemal Bey (Cemal Paşa) oradadır. Enver’i, Selânik’te Müşir İbrahim Paşa aratmaktadır. Cemal Bey,

 

«— Beraber gidelim, dön...»

 

diye de tavsiyede bulunur. Ama Enver, kararlıdır. Hatta Cemal Beyi de aydınlatır:

 

«— Evet, birimizin dağda olması faydalıdır,»

 

sonucuna varılır. Ertesi gün Enver Beye silâhları gönderilir. Daha sonra Karacaova’da, eniştesi Mümtaz Yüzbaşı Halil Beyle buluşur. Halil Bey, bir müfreze ile oradadır. Halil Bey, bir yere kadar onu götürecektir. Enver şöyle yazar:

 

«Artık dağlardaydım. Teçhizatım tamam ve mükemmeldi. Bir vakitki çete reislerine benzemiştim. Zaten hükümetin gözünde onlarla birdim ya.

 

Simdi Meşrutiyeti kuvveden fiile çıkarmak için en kestirme yol, umumî bir isyandı. Cezamın idam olacağını da biliyordum. Ama artık, çıktığım yoldan dönüş yoktu...»

 

Enver Beye göre, dağlara isyancılar salmakla beraber, umumî bir isyan için cemiyetin henüz bir kararı yoktu. Rumeli teşkilâtı da 2.000 kişiyi geçmiyordu. Bunun da 400 kadarı, Selânik’in içindeydi.

 

İşte bu şartlar ve hava içinde Halil Beyle beraber Enver Bey, Karacaova civarında bir çiftliğe gelirler. Orada Halil Bey ayrılacaktır. Geçilecek yollarda eşkıya doludur. Enver Bey elbiselerini değiştirir. Beyaz potur, kırmızı kuşak, mintan, fes rengi bir fermele (bir nevi yelek) ile, artık tamamen, Kayalarlı bir köylü olur çıkar. îsmi: Ahmet Dayı’dır...

 

Hikâyesini şöyle anlatır:

 

«İşte bu sırada, Kolağası Niyazi Beyin, Resne’den dağa çıktığını öğrendim. Benim artık Manastır tarafına gitmeme hacet kalmamış demekti.

 

 

528

 

ENVER BEYİN HALKA İHTİLÂL BEYANNAMESİ

 

Muhterem vatandaşlarıma!

 

Mebusan Meclisinin dağıtılmış kalması dolayısıyle, otuz seneden beri memlekette hüküm sürerek, birçok namuslu vatan evlâdının mahvına ve birçok aile yuvalarının sönmesine sebep olan istibdat idaresi, son zamanda gene şiddetini göstermeye başladı. Zaten keyfî bir idare neticesi, birçok ihtilâller içinde kana boyanan vatan ve milletimizi büsbütün zayıflatarak yakında mahvedecek olan bu istibdada nihayet vermek lâzımdır.

 

Ben, işte bu istibdada karşı milletimin haklarını muhafaza için her şeyimi feda ettim, icabederse bu uğurda hayatımı da esirgemeyeceğim.

 

Siz, ey vatanın namuslu ve fakat her şeyden habersiz olan evlâdı! Sizin de benimle bu yolda yürümenizi veya bu işte tarafsız kalmanızı dilerim.

 

Aleyhime hareket edecek olanların görecekleri zararların rnaddl ve manevî mesuliyeti kendilerine aittir! Yaşasın vatan, yaşasın millet!

 

Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyetinin

Rumeli Teşkilâtı Dahiliye ve

Kuvve-i Icraiye Müfettişi

Umumisi ve

Osmanlı Erkânıharbiye

Binbaşısı

Enver bin Ahmet (1)

 

 

(1) Mühür, Enver bin Ahmet, yani Ahmet oğlu Enver olarak yazılıdır.

 

 

529

 

 

 

530

 

Çünkü Niyazi Beyin gayreti, cesareti ile oralarda, lâzım gelenleri yapacağını düşündüm. Bunun üzerine, Tikveşfe gitmeye karar verdim...»

 

Bazen köylü, bazen askej, bazen ağa, bazen bey, bazen silâhlı, bazen kendi halinde biri gibi görünmek zorundadır. Bazen de cemiyete dahil arkadaşları ona yardım ederler. Yanına asker kattıkları da olur. Nihayet Tikveş’e varılır (1). Orada cemiyeti yaymaya başlar. Niyazi Beyin de her gittiği yerde yaptığı gibi, yemin törenleri tertiplenir. Cemiyete ve Meşrut tiyete taraftar olanlar, sadakat yeminleri verirler. Artık iş meydana vurulmuştur.

 

Tikveş’te silâhlarını daha da tamamlar. Şimdi, avcı taburu erkânıharp binbaşısı üniformasındadır. Ve işte Tikveş’te ona, Selânik Merkez Heyetinden:

 

«Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti, Rumeli Müfettiş-i Umumisi»

 

tayin edildiğini gösteren bir belge getirilir. Bu belgeyi getiren, aynı cemiyetin mensuplarından ve Selânik-Üsküp demiryolları müfettişliğini yapan Kolağası Mustafa Kemal’dir. Karşılaşırlar, öpüşürler. Mustafa Kemal o gece Tikveş’te kalır. Ve gecenin kim bilir hangi saatlerine kadar, başbaşa ve bütün meseleler konuşulur.

 

Ama bu arada Enver Beyi, çok duygulandıran bir sahnede yaşanır. Çünkü Enver Beyin, içten içe kendisini derinden üzen bir ruh sıkıntısı vardır. O da şudur:

 

Evet, kendisi her şeyini feda etmiştir. Rütbelerini, istikbalini, hayatını, gençliğini kaybetmek pahasına bu yola çıkmıştır. Ama ya ailesi? Ya annesinin, babasının, kardeşlerinin kendisinden bekledikleri? Kendisinden beklemekte haklı oldukları şeyler ve onların bütün güzel ümitleri? Acaba bunları düşünmemeye, onları kendisi hakkında böyle hayal kırıklıklarma uğratmaya hakkı var mıydı?

 

 

(1) Tikveş bir kaza merkeziydi. Selânik-Üsküp demiryolu üzerinde Gevgili’den sonra ve Selânik’e 100 kilometre kadar mesafedeydi. TikVeş’le Üsküp arasında da Köprülü istasyonu ve kaza merkezi bulunuyordu.

 

 

531

 

Bu iç burkuntusu onu, bazen en heyecanlı zamanlarında da sarar. Evet, acaba kendi ev halkı, kendisi için neler düşünüyorlardı?

 

İşte Mustafa Kemal'in getirdiği ve cemiyetin kendisine verdiği genel yetkileri kapsayan mektubun yanında diğer bir zarf vardır ki, bir bakışta anlar. Bu mektup ailesindendir. Ama onu birden açmaya cesaret edemez. İçinden kim bilir neler çıkacaktır. Belki annesinin şikâyetleri, feryatları, ümit kırıklıkları?

 

Bu zarfı açarken nasıl sıkıldığını, hatıratında yazar. Ama nihayet zarf açılır ve ruhunda birden, başka türlü bir hava eser:

 

«Annem, benim hareketimi doğru buluyor. Sonra hemşiremin mektubunu okuyunca daha da ferahladım. Pederimin mektubu üzerine ise, çocuk gibi gülüyordum. Artık düşünecek bir şey kalmamıştı...»

 

Evet, ruhundaki gizli, ama devamlı sıkıntı, artık silinmişti. Nitekim birkaç gün sonra da annesinden şöyle bir mektup alacaktır:

 

«Başladığın işi bitirmeden dönersen, sana sütümü helâl etmem!»

 

Enver Bey gibi bir insan, eğer bir de böyle mektup alırsa, artık dünyada onu yenecek herhangi bir kuvvet yoktur. Ölümden gayri! Halbuki o ölümü, daha Vardar kapısından çıkarken göze almıştır. Onun iç burkuntusu, ölüm korkusundan değil, evindekilerin ve hele annesinin, kendisi için neler düşüneceğinden geliyordu...

 

* * *

 

BİR OSMANLI İHTİLÂLCİSİ KONUŞUYOR:

 

Enver Bey, kendisinin anlattığına göre, dağları, köyleri dolaşıp, cemiyete bağlantıyı yayıyordu. Bazen de Avcı Erkânıharp Binbaşısı kıyafetinde, daha açık ve kesin konuşmalar yapıyordu. Bu arada verdiği bir nutku, hatırasında nakleder. Birx Osmanlı ihtilâlcisinin, atıldığı açık ve son mücadele alanında,

 

 

532

 

görüş ve düşüncelerini yansıtan bu nutuktan bazı parçaları buraya alacağım:

 

«Arkadaşlar!

 

Bilirsiniz ki şimdiye kadar, birçok yerler elimizden gitti. Tuna vilâyeti, Bosna vilâyeti ne oldu? Oralardaki ahalinin, hiç olmazsa canlarım kurtdfıhak için, mallarını ve her şeylerini bırakarak kaçtıklarını biliyorsunuz. Bunlar şuralara, buralara sığındılar. Fakat aç ve çıplak...

 

İşte şimdi de bizim başımıza bu belâlar gelecek. Hükümetin yolsuzluğunu, kayıtsızlığını görüyorsunuz. Ecnebi memurlar geldi. Yarın da buraları parçalanacak. O vakit biz ne olacağız? Artık gidecek yer de yok! Denizlere döküleceğiz. Yahut ayaklar altında ezileceğiz. Böyle zamanda karı gibi ölmektense, işlerimizi düzeltmek işin, erkek gibi ölmeyi göze almak yeğ değil mi? Böyle çalışırsak, muvaffak oluruz.

 

İstanbul idaresini biliyorsunuz. Binlerce insan, hiç bir iş yapmadan binlerce lira alıyorlar. Hafiyelere, saray kölelerine, binlerce liralar veriyorlar. On yaşında çocuklara miralaylık (albaylık) rütbeleri veriliyor. Halbuki sizin haliniz?..

 

Bu keyfî idareyi kaldıralım. Padişah, Hazreti Peygamberden akıllı değil ya? Peygamberimiz, müşavere etmeden (danışıp tartışmadan) iş yapmayın demedi mi? O, müşavere etmeden bir şey yapmazdı. Halbuki padişah, 30 sene evvel toplanan Meclis-i Mebusanı dağıttı, kapattı. Simdi biz, gene bu Meclisin toplanmasını, açılmasını isteyelim. Padişah, her istediğini kendi keyfine yapmasın. Böyle olursa, adalet olur. Adalet olan yerde de, din olur...

 

Arkadaşlar!

 

İşte beni görüyorsunuz. Binbaşıydım. Anam, babam, kardeşlerim var. Hepsini bıraktım. Ben bu iş için çalışacağım. Siz de benimle beraber ölünceye kadar çalışacağınıza söz verir misiniz?

 

 

533

 

Eğer içinizden sözünü tutmayan olursa, bu revolver, bu hançerle öldürülürse, kanınızı helâl eder misiniz?..»

 

Bunları konuşan genç binbaşı, henüz 27 yaşındadır. Onu dinleyenler heyecanlanırlar. Ellerini silâhlarına götürerek yemin ederler, ihtilâl dalgası her an, biraz daha genişlemektedir.

 

Tikveş’te bu nutuk verilirken, Manastır dağlarından Kolağası Niyazi Beyin Yıldız Sarayına, Rumeli Umumî Müfettişliğine ve Manastır Valisine çektiği telgraflar da yerlerine varmıştır. Niyazi Beyden şu cümleleri alalım:

 

«Halk efkârı, Kanun-u Esad’yi iade ettirmek noktasında toplanmıştır. Erzurum'da yapılan zulümler, milleti korkutmamıştır. Daha da cesaretlendirmiştir. Millet, padişah hazretlerinin şahsına karşı değildir. Geçmiş zamanın da hesabını sormayacaktır. Hedefimiz, bundan sonra medenî milletlere benzeyerek yaşamak için, Meşrutiyet idaresinin kurulmasıdır.

 

Bize mani olmak için Selânik’e birtakım kafiyelerin doldurulması, bazı tedbirler alınmaya çalışılması, işleri daha da karıştıracaktır.

 

Selânik’e gelen casus paşalarla, listelerini tertip ettiğimiz hain maiyetleri, hemen trenle defolup gitmedikleri takdirde, namus erbabı bize katılıp, vazifelerini yapacaklardır.

 

Biz, Kanun-u Esasî’nin hemen tatbikini istiyoruz. Bunu hükümet vermezse, millet zorla alacaktır. Meclis-i Mebusan’m, derhal açılmasını talep ederiz...»

 

Saray bu gibi haberlere alışık değildir. Ama bu telgraflar, bu istekler, hem de en kuvvetli tehditlerle, asıl ondan sonra artacaktır. Bu tehditlerin arasında, padişahın tanınmaması ve veliahda (yani, Abdülhamit’ten sonra padişah olacak şehzadeye) biat edileceği (onun padişah sayılacağı) adının hutbelerde okunacağı da yer alacaktır. Ve bu haber, II. Abdülhamit için, bir ölüm oku demektir.

 

* * *

 

 

534

 

SARAY UYUMAZ, AMA İTTİHATÇI DA UYUMAZ!

 

Gelişen olaylar karşısında saray, değersiz tedbîrlere baş vuruyordu. Padişahın, Rumeli’de olup bitenleri gereği gibi değerlendiremediği açık bir gerçekti. Bu arada Selânik’te bir gazeteye, şöyle bir haber de yayınlattırıldı:

 

«Müfettiş paşanın yaveri Enver Bey, ortadan kaybolmuştur. Kendisinin, Genç Türkler tarafından öldürülmüş olmasından korkuluyor.»

 

Fakat Enver Bey de boş durmadı. Avrupa’da ve meselâ Viyana’da çıkan bir gazetede de neşredilen şu cevabını yazdı:

 

«Ben, müfettiş paşanın yaveri değilim. Ve Genç Türkler tarafından da öldürülmedim. Bilâkis, vatanın kana boyanmasına sebep olan zalim ve müstebit idareyi yıkmak, Meşrutiyeti tesis etmek için dağa çıktım...»

 

Umumî müfettişe de saygılı, fakat açık ve kesin bir şekilde, bu maksadını anlatan bir mektup gönderdi:

 

«Meşrutiyet usulünü yeniden tesis etmek, vatanın selâmeti için şarttır. Şimdiye kadar ve hayatımı feda edercesine hükümete hizmet ettim. Simdi de, Meşrutiyetin iadesi için mücadele etmek üzere dağa çekildim. Benim gibi binlerce hamiyetli gençler de bu yolda çalışacaklardır. Yardımcımız Allah'tır...»

 

Daha önce Selânik’te Merkez Kumandanı Nazım Beyi vuran Mustafa Necip de o sırada bir kısım silâhlar ve cephaneyle Enver Beye iltihak eder. Enver Beyin amcası da kıtasını terketmiştir. Dağa çıkmış ve Enver Beye katılmıştır. Mülâzım Melik Efendi bu gelenler arasındadır. Timyanik köyünde toplanırlar. Enver Beyde, halkı isyana çekmek, öncü subayları kazanmak, fakat askere ve orduya isyan fikrini sokmamak kaygusu hâkimdir.

 

Bu arada tabiî saray da uyumaz. Evvelâ Anadolu’dan Makedonya’ya askerî birlikler yollayarak isyanı bastırmak çaresi düşünülür. İzmir ve kazalarındaki birlikler, en yakın kuvvetlerdir.

 

 

535

 

Emirler verilir. Hatta bu birliklerden mühim bir kısmı, vapura bindirilirler...

 

Ama İzmir'de, bir de Tütüncü Yakup Ağa vardır. Rumeli şivesiyle konuşan, biraz deli dolu, biraz babacan bir adam. Yüzünde birbirine karışan sakalı bıyığıyle, daha ziyade bir göçmeni andırır. Başında abani sarıklı fesi, ayaklarında yün çorapları üstünde giyilmiş şayaktan şalvarı, sırtında mintanı, bol kuşakları ile hoş bir adam. Evet, saray uyumaz. Ama Yakup Ağa da uyumaz. Yakup Ağa, İstanbul Tıbbiyesinden Paris'e kaçan, orada ilk Paris grubunu kuranlardandır. Paris İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin sessiz, ama aktif elemanlarından Dr. Nazım Beydir. Evvelâ Paris'ten, Yunan sınırını gizlice aşarak Selânik'e gelir. Başında beyaz sarığı, sırtında cübbesiyle Hoca Mehmet Efendi olarak gelen komiteci odur. 1906'da kurulmuş olan «Osmanlı Hürriyet Cemiyeti»ni, 1907 temmuzunda, Paris «Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti» ile birleştirmiştir. Nitekim Rumeli'de Enver Bey, bu cemiyet adına dağa çıkar.

 

Yakup Ağa, şimdi de İzmir'dedir. Küçük bir tütüncü dükkânı vardır. Dükkânın üstündeki küçük odacık, İzmir ve çevresinde, gizli ihtilâl cemiyetinin merkezi gibidir. Subaylar burada toplanırlar. Birlikler bu küçük odadan kazanılır. Yakup Ağa, bütün askerî çevreye sızmıştır. Nitekim, İzmir rıhtımından vapura bindirilip, Makedonya'daki isyanı bastırmak için Selânik'e sevkedilen birliklerle beraber, gemiye süzülmesini de bilmiştir. Ve yolda Yakup Ağa ile subaylar, Selânik'te uygulanacak numarayı güzelce hazırlarlar. Nitekim bu askerler, rıhtıma inip de, selâm vaziyeti için sıralarını alınca ve usulen verilen boru işareti üzerine:

 

— Padişahım çok yaşa!

diye bağıracak yerde:

— Yaşasın hürriyet!

diye bağıracaklardır. Ve tabiî, yer yerinden oynayacaktır.

 

Ben, Dr. Nazım'm hayat hikâyesini ve o arada şu çok renkli Yakup Ağa serüvenini de kendisinden dinlemişimdir. 1921'de Moskova'da bulunuyorduk.

 

 

536

 

Dr. Nazım da, Enver Paşanın amcası Halil Paşayla beraber orada bulunuyorlardı. Bazen onların kaldığı Savoy Otelinde, bazen bizim yerimizde buluşurduk. Doktorun, hikâyeler, latifeler, mazmunlarla karışık tam bir Osmanlı konuşma tarzı vardı (1). Dr. Nazım’m İzmir’de, tütüncü dükkânının üstündeki odayı, İsmet İnönü de hatırlar ve Dr, NazımY tanır. O da bir vazife ile İzmir’e gittiği sırada ve Meşrutiyet ilânından önce, diğer cemiyet arkadaşlarından bazılarının delâletiyle bu odaya ziyarette bulunmuştur. Koca göçmen Yakup Ağayı dinlemiştir. İnönü bu sahneyi de bütün zinde hatıraları gibi anlatır.

 

Ama şimdi biz, Selânik rıhtımında yaratılan hoş sahneden evvel, birkaç gün daha gerilere dönelim...

 

* * *

 

TAM VAKTİNDE ATEŞLENEN TABANCA: SARAYI DİZE GETİREN MÜLAZIM!

 

Enver Beyle arkadaşları, Tikveş’in Timyanik çiftliğindeyken, Manastır’da Birinci Ferik (Korgeneral) Şemsi Paşanın öldürüldüğü haberi gelir. Hem de, Şemsi Paşa nice özel muhafızları, Arnavut silâhşorları arasında, Manastır postahanesinden Yıldız Sarayı ile konuşup, padişaha her şeyin birkaç gün içinde düzeleceği teminatını verdikten sonra, postahane önünde öldürülmüştür!

 

Bu, müthiş bir haberdir. Ve sonradaha ayrıntılı haberler gelmeye başlar. Şemsi Paşa, cahil, sert, padişah kölesi bir Arnavuttur. Etrafına da Arnavutlardan özel kuvvetler, muhafızlar toplamıştır, ilk hedef, dağlarda 150-200 kişilik isyancıları ile dolaşan Niyazi Bey ve kuvvetini ortadan kaldırmaktır. Sonra da Enver Beyin ve dağlardaki bütün Genç Türklerin üstüne saldıracaktır. Saraydan aldığı yetki tamdır. Astığı astık, kestiği kestik olacaktır. Postahanede, saraya maruzatını ve sadakatini bildirip, mağrur ve sert adımlarla posta binasından çıkar. Birkaç merdiveni iner. Kendini bekleyen ve onu Resne istikametinde yola çıkaracak olan arabasına biner.

 

 

(1) O günler Ali Beyin, yani Enver Paşanın, Orta Asya’da, kendi ölüm kalım mücadelesini yaşadığı günlerdi.

 

 

537

 

Etrafı özel Arnavut kuvvetleriyle sarılıdır. Ama işte tam bu sırada, genç bir teğmen, sükûnetle bu muhafız saflarının arasından süzülür. Tabancasını çıkarır. Şemsi Paşaya doğru üç defa ve sükûnetle ateşler. Mermiler hedeflerini bulur. Şemsi Paşa yere yıkılır. Ölmüştür. Bu genç ve çok yakışıklı mülâzımın adı, Atıf Beydir. Gizli cemiyettendir. Paşayı öldürmek üzere emir almış da değildir. Vaziyete göre ise, kendisi için sonunda, kurtuluş ümidi olmadığını da bilir. Ama cemiyetin bir fedai aradığını duymuştur. O halde kendisi niçin bu fedai olmasın?..

 

Meydan birden karışır. Silâhlar patlar. Arnavutlar, yeri göğü inletirler. Ama soğukkanlı mülâzım, aradan sıyrılmayı da başarır. Arkasından kurşunlar yağar. Fakat artık Arnavutlar da şaşırmıştır. Rasgele ve hatta çoğu havaya ateş ederler. Atıf Bey birtakım sokaklara sapar. Yalnız bir ayağından ve hafif yaralanır. Evvelâ bir kunduracı dükkânına girer. Sonra bir eve sokulur. İzi kaybettirilir. Ve Atıf Bey, böylece kurtulur.

 

Ama saraya ve padişaha verilen sadakat ve hizmet teminatından ve netice üzerinde tatlı ve ümitli haberlerden hemen beş on dakika sonra, Yıldız Sarayı telgrafhanesi, gene çalışacaktır. Bu sefer saraya verilecek haber, başta padişah olmak üzere, sarayda herkesi olduğu yerde donduracaktır: Kumandan Şemsi Paşa, telgrafhaneden çıkarken vurulmuştur. Öldürülmüştür! İşte bu bir haberdir ki, sarayı dize getirecektir. İsyanın bastırılacağı ümit, hatta teşebbüslerine de son verecektir. Kısacası saray ve padişah, bu haber karşısında dize gelecektir. 1908 Meşrutiyet mücadelesinde hiç bir haber ve hareket padişah için, Mülâzım Atıf Beyin, güpegündüz, bütün muhafızları ortasında, fevkalâde yetkilerle donatılan Şemsi Paşayı öldürebilmesi kadar yıkıcı, ümit kırıcı ve artık yapılabilecek bir şey kalmadığı kanaatini verecek telgraf kadar tesir edici değildir (1).

 

 

(1) Şemsi Paşanın öldürülmesi ve kendisinin daha önce sarayla muhaberelerine ait vesikalar için müracaat:

 

Belleten. Türk Tarih Kurumu Neşriyatı. Cilt. XXIII. Sayı. 90. Nisan 1959. Yazının başlığı: ikinci Meşrutiyet ve Atıf Bey. Hazırlayan: Dr. Bediî N. Şehsuvaroğlu. İstanbul Üniversitesinden.

 

Aynı muhaberat, Niyazi Beyin Hatıratında vardır.

 

 

538

 

Kaldı ki iş, bununla da kalmaz. Arkadan gelecek diğer bir haber de çok heyecan vericidir: Manastırda Müşir (Mareşal) Osman Paşa, Niyazi Beyin kuvvetleri tarafından evi sarılarak kaldırılmıştır. Resne’ye nakledilmiştir. Ordu Müşiri Tatar Osman Paşa, ihtilâlcilerin elinde esirdir.

 

İşte bu olaylar sonundadır ki, Manastır Valisi Hıfzı Paşanın şu sözleri etrafa yayılır:

 

«Manastır’da benden başka, herkes İttihatçıdır!..»

 

Olacak şeyler, artık bellidir. Yani ihtilâlciler, Makedonya’ da hürriyeti ilân edeceklerdir.

 

Ama bu bahse son verirken biz, sarayı dize getiren bu mülâzım üstünde biraz durmalıyız.

 

Atıf Bey 1880’de Çanakkale’de doğdu. Babasının adı İsmail Bey ve annesinin adı Ayşe Hanımdı. Harp Okulunu 1904’te bitirdi. 1947’de vefat etti. Bir aralık Tekel müdürlüklerinde bulundu. Cumhuriyet devrinde bir süre Büyük Millet Meclisi Çanakkale mebusluğu yaptı. Atıf Bey, Manastır’da Şemsi Paşayı öldürmek hikâyesini, arkadaşı Kenan Beye yazdığı bir mektupta anlatır. Bu mektup, 26 ağustos 1324 (9 eylül 1908) tarihlidir. Ve şimdi Ankara’da, İnkılâp Enstitüsü’ndedir. Bazı parçalarını verelim:

 

«Sevgili kardeşim Kenan!

 

Ben cemiyete dahil olmuştum. Tahlif olunmuştum (yani, yemin etmiştim). O sıralarda cemiyet, pek zayıf ve çekingendi. Ama işler alevleniyordu. Enver Beyin dağa çıkması, Niyazi Beyin Resne’den ve Pirlepe’den birçok zabit ve yüze yakın gönüllüyle hareketi ve her tarafa şiddetli beyannameler yağdırması, Yıldız Sarayının en kuvvetli tedip (sindirme) ve icra vasıtası olan Semsi Paşanın Manastır ve civarı üzerine tayinini, gönderilmesini icap ettirdi. Bu meşum (uğursuz) haber, her tarafta birkaç gün evvelinden yayıldığı halde, ben ve arkadaşlarım işitmemiştik. Haziranın yirmi üçüncü günü üç arkadaş, cephaneliğe, karakola çıkıyorduk.

 

 

539

 

O zaman arkadaşlardan Mülâzımıevvel (Üsteğmen) Mehmet Ali Efendi, Şemsi Paşanın birkaç gün sonra buralara geleceğini işittiğini söyledi. Bilgimiz bundan ibaretti.

 

Halbuki o gece Semsi Paşa, kendi fırkasından (tümeninden) ve kendi seçtiği zabitler kumandasında üç tabur askerle ve hususî trenle gelmişti. Sabahleyin, benim hiç bir şeyden malumatım yok. Gün 24 haziran salı. Saat üçte Mehmet Ali Efendi, Paşanın geldiğini haber verdi.

 

Paşanın, Cebel Topları ile Resne ve civar Müslüman köyleri üzerine yürümek niyetinde olduğunu, cemiyetin ise, paşayı vurmak için fedai bulamadığını söyledi. Para karşılığında ve başıbozuk bir fedai aramak zoruna düştüklerini de anlattı.

 

Duyduklarımın tesiri altında, aşağı yukarı dolaşmaya başladım. Düşündüklerimden hatırımda kalanlar:

 

Bu herifin şöhretiyle manyetizma olmuş halk arasında, onu vuracak birinin çıkması imkânsızdı. Fedai zabitlerden ise (dört ay evvel fedai yazıldığım için hepsini tanırım) o sımda Manastırda mevcut olan üç, dört arkadaşın, fedakârlıktaki derecelerini öğrenmediğimden bu işin yapılamayacağını ve paşa, Manastırdan çıktıktan sonra pek çok kan döküleceğini, vatanın kurtulması hususunda son ümitlerimizin toplandığı mukaddes cemiyetimizin, ölüm kadar büyük bir tehlikeye düşebileceğini düşündüm. Nihayet şu vatanın parçalandığını, Osmanlı hükümetinin yıkılışını, asil milletimize yapılacak hakaretleri, ecnebi yumruğunu görmeden bu uğurda ve şanlı bir surette ölüvermek, bu bekâr mevcudiyetimi, dünyada sevdiğim şeylerin en kıymetlisi olan vatan ve millet yolunda feda edebilmek, muvaffakiyet hâsıl olmasa bile, şu donmuş halka bir misal göstermek gayret ve arzusunu duydum. Hele muvaffakiyet hâsıl olursa, cemiyetin kazanacağı maddî, manevî kuvveti ve nihayet böyle kuvvetli bir cemiyetin, hürriyetin elde edilmesinde, istibdadı devirmekte, pek az müşkülât göreceği gibi, düşünceler zihnimden geçti.

 

Ve kati kararı hemen vererek Mehmet Ali'ye söyledim.

 

 

540

 

Ve hiç bir hazırlıksız ve hiç bir kimseye bir şey yazmayarak, hatta kuşluk yemeğini bile yukarda yemeksizin Drahor boyuna indim. Bir aşçı dükkânına girdim. Son yemek olması muhtemel olduğu için, bol bol yedim. Sonra kahvelere giderek, cemiyet merkez heyeti azasından muhterem bir arkadaşa tesadüfle, hemen kararımı söyledim. Ve iki revolver istedim. Acele bir Negant buldu. Paşa, sabahtan beri telgrafhanede Yıldız Sarayı ile muhabere ediyordu. Yüz metre kadar açıkta durarak, postahaneyi gözetlemeye başladık. Alaturka saat sekize kadar bir saat bekledik. O sırada iki araba, postahaneye yanaştı, durdu. Anladık ki paşa, hemen Resne’ye hareket edecektir. tşi, kapı önünde bitirmek gerekiyordu.

 

O gün, Allah'ın bir lütfü olarak kendimde, sonsuz bir korkusuzluk, bir cesaret ve cüret hissediyordum. Hulâsa, benim de hiç beklemediğim bir metanetle, askerlerden, silâhşorlardan, ahaliden mürekkep o kalabalık içinde, meseleyi hallediverdim...» (1).

 

Atıf Bey mektubunda, ondan sonra ve hemen kaynaşan kalabalığa karıştığını anlatır. Fakat on adım kadar ayrılmışken, arkadan atılan bir kurşun, sağ bacağını deler. Bacağında, sıcak bir su akıntısı gibi bir şeyler hisseder. Fakat yarası ağır değildir. İlk zamanda yürüyüşüne mani olmaz. Yürür, hatta koşar. Kalabalıkta kahvelerin önünden geçerek sağ tarafa sapar. Bir kunduracı dükkânına girer. Arkadan kovalayanlar, onun bu dükkâna girdiğini farketmezler. Hızla koşarak dük-» kânın önünden geçerler. Sonra Atıf Bey, kuvveti gittikçe azalmakla beraber, dükkândan çıkar. Bu sefer aksi istikamete yürümeye başlar. İki köşe döndükten sonra, bildiği bir eve (sonradan Siirt mebusu Mahmut Beyin evi) girer. Orada onu saklarlar. İki gece sonra da arkadaşları Atıf ı Manastırdan alıp Ohri’ye naklederler. Zaten, ağır olmayan yarası, 10 gün sonra iyileşir.

 

 

(1) Mülâzim Atıf Beyin Serüveni «Manastırda Patlayan Tabanca başlığı altında tefrika edilmiştir. Şimdi de Emekli Albay Kemal Tüfekçioğlu, bu çok enteresan konuyu «Sarayı Dize Getiren Mülazirn» isimli geniş bir eser halinde yazmaktadır.

 

 

541

 

Atıf, ayağa kalkacak hale gelir. Ohri’de onu muhafaza eden Binbaşı Eyüp Sabri Bey, zaten isyan halindedir. O çevredeki dağlarda teşkilâtla uğraşan Kolağası Niyazi Bey, o günlerde Atıf Beyi, Eyüp Sabri Beyin delâletiyle, yattığı evde, ziyaret eder. Niyazi Beyin hatıralarında bu ziyareti anlatan satırlar, bu hatıraların en heyecanlı parçalarıdır...

 

Şemsi Paşanın öldürülüşü, Müşir Osman Paşanın Manıstır’dan götürülüşü ve bu hava içinde gelişen olaylar, yalnız sarayı sindirmekle kalmaz. Makedonya’da ihtilâlcilere karşı çıkış ve direniş çabalarını da durdurur. Ayaklanmaları ise güçlendirir. Artık her taraftan saraya telgrafla çekilmeye başlar. Enver ve Niyazi Beyler ise, kendi ihtilâl merkezleriyle artık, neredeyse açıktan açığa muhaberelere girişirler. Meselâ Manass tır Merkez Heyeti 24 haziran (7 temmuz 1908) tarihli mektubunda ve diğer talimatı arasında Niyazi Beye şunları bildirir:

 

«Tarafınızdan umumî müfettişe, valiye ve saraya hitaben yazılmış mektupların suretlerini behemehal bize gönderiniz. Bunları kendi gazetemizle neşredeceğimiz gibi, tercümelerini de Avrupa gazetelerine göndereceğiz.

 

Burada «Şemsi Paşa, herkesin gözü önünde idam edilmiş ve fedakâr himaye olunmuştur.

 

Selâhattin (Yarbay) ve Binbaşı Haşan Tosun Beyler Kırçova istikametinde dağa çıkmışlardır.

 

Selânik’te de bu sabah alay müftüsünün öldürüldüğü resmen bildirilmiştir.

 

Manastır valisi sizin öldürülmeniz için Resne’ye emir vermiştir. Dikkatli olunuz (1).

 

Gelecekte yazılacak hürriyet mücadeleleri tarihimize parlak bir zemin teşkil etmek üzere, hayat ve icraatınızı günü gününe kaydediniz.»

 

Şemsi Paşa öldürülmeseydi, ne olurdu? Bu hal ehemmiyetle sorulmaya değer. Çünkü onun emrinde, lüzumu kadar askerden başka, silâhşor Amavutlar da vardı. Güvendiği Arnavut kabile ve beylerini, yardıma çağırmıştı.

 

 

(1) Niyazi Bey Hatıratında, bu haberin yanlış olduğunu açıklar.

 

 

542

 

Dağlara çıkan ve hürriyet için mücadele edenlerin sayısı ise, birkaç yüz kişiyi geçmiyordu. Gerçi Meşrutiyeti isteyenler, onun için çeşitli şekillerde mücadeleye girişenler bunlardan ibaret değildi. Her şeyden önce, şartlar sarayın aleyhineydi. Ama Şemsi Paşa da sert, zalim ve gözü pek bir saray kölesiydi. Padişaha körü körüne bağlıydı. Meselâ onun 21 haziran 1324 (4 temmuz 1908), yani 24 haziranda ölümünden önce saraya çektiği şu telgrafı bugünkü dile çevirerek okuyalım:

 

«Şimdiye kadar bana verilmekle bahtiyar olduğum hadsiz hesapsız nimet ve ihsanlara ilâveten, bu defa da halifemiz efendimiz hazretleri, paha biçilmez, yüksek iltifatları eseri olarak, beni saadetlere garkeden selâmları ile taltif etti. Bunun için, gözlerim saadet yaşlarıyle dolu olduğu halde, şükranlarımı arza cesaret ederim. Bu vesile ile de, her zaman dilimden düşmeyen ve benim sadakatimin daima nişanesi olan ve padişahımızın ömür ve afiyetinin devamı, şan ve şevketinin sonsuz yücelmesi dualarımı yeniden tekrarlayarak lisan ve ruhumu ziynetlendiririm. Kulluğumu tekrar arza cesaret eylerim. Ferman padişahımmdır... (1).

 

Birinci Ferik (Korgeneral)

Şemsi

 

Şemsi Paşanın ortadan kaldırılması, büyük bir adım oldu. Havayı büsbütün değiştirdi. Bunu Manastır Valisi Hıfzı Paşanın, saraya çektiği uzun telgrafın şu satırlarından da anlıyoruz:

 

«3 temmuz tarihli (16 temmuz) yazıları ile Niyazi ve Yanındakilerin takibi ve yakalanmaları emir ve irade buyurulmakta ise de, mevcudiyeti şiddetli icraatı ile meydana çıkan cemiyetin (Terakki ve İttihat Cemiyetinin) taraftarları, yalnız onlardan ibaret değildir. Bunların güttükleri maksadın elde edilmesi için, bütün zabitler birliktir.

 

 

(1) Şemsi Paşayla ilgili muhabereler, daha önce ve Atıf Beyin mektubu dolayısıyle dipyazıda numarası verilen Belleten'yayınlandığı gibi, Niyazi Beyin Hatıratında da vardır.

 

 

543

 

Ahali de onlarla aynı fikirdedir. Dün Osman Paşaya vaki olan taarruzla da belli olduğu gibi (1) takibat şöyle dursun, tahkikat için bile kimsede cesaret kalmamıştır. Şükrü Paşanın reisliğinde kurulan Tahkikat Komisyonu da, kendilerine yapılan tehdit üzerine, işten el çektiler. Ohri'den halka nasihat için çıkartılan Nasihat Heyeti, eğer yollatma devam ederlerse, idam edilecekleri tehdidi ile karşılaştılar ve dönmeye mecbur oldular. Ben de dahil olduğum halde, bütün memurların hayatları tehlikededir.»

 

Manastır Valisi Hıfzı Paşanın, cemiyete taraftarlığından ziyade, basit ve korkak bir saray valisi oluşundan gelen bu nevi telgraf ve raporları, öyle denilebilir ki, sarayın Meşrutiyeti iade kararında ayrıca etkili olmuştur. Çünkü o, saraya çektiği bu telgrafta ayrıca:

 

«Selânik ve Kosova vilâyetlerinden dahi aynı Manastır vilâyeti gibi olduğunu ve Anadolu'dan getirilecek askerlerin, hürriyetçilere kçırşı silâh kullanmayacaklarının haber alındığını»

 

da bildiriyordu. Hulâsa saray ve padişah, her an biraz daha dize geliyordu...

 

 

(1) Bu Osman Paşa, Niyazi Bey tarafından Manastır’dan kaldırılan Müşir Osman Paşa değildir. Başka ve Osman Hidayet Paşadır. O da bir subay tarafından herkesin gözü önünde ve öldürülmek için ateş edilerek yaralanmış ve etrafındakilerden hiç kimse, bunu yapan subayı ne yakalamaya, ne de sorgularda, onun hakkında bilgi vermeye cesaret edememiştir.

 

[Previous] [Next]

[Back to Index]