Makedonya'dan Ortaasya'ya. Enver Paşa. I. cilt: 1860-1908

Şevket Süreyya Aydemir

 

İKİNCİ KISIM

 

Lider ve Strateji Yoksunluğu!..

 

Aynı hedefe yönelen siyasî mücadelelerde,

bir program veya hareket birliği

olmayabilir. Ama mücadele grupları ve

örgütler arasındaki bu ayrılık; belirli

fikir, görüş ve aksiyon temellerine

dayanmalıdır.

 

Yoksa ayrılıklar, kişisel kaygular,

ruhsal sempati veya antipatilerden geliyorîsa,

bu halin en basit izahı, mücadelenin

prensiplerini, liderlerini ve

stratejisini bulamadığıdır. Abdülhamit’e

karşı mücadelede, bu böyle oldu...

 

VIII

 

 

İTTİHAT VE TERAKKİ BİR BİRLİK KURAMIYOR:

 

Daha önce ve ilgili bahiste, ittihat ve Terakkinin doğuşunu, ilk gelişme safhalarını vermiştik, ittihat ve Terakki etrafında bazı yan hareketlerin belirdiğini de işaret etmiştik. Meselâ, Prens Sabahattin kanadı ve görüşleri, bu yan hareketlerden biri ve en dikkati çekenidir. Kaldı ki ittihat ve Terakki’ nin kendi içinde de, birbirleriyle pek bağdaşmayan, her biri kendi usulünde çalışan talî merkezler meydana gelmişti. Meselâ Paris grubu ilk önce İstanbul merkezinin bir şubesi gibi görünürken, hakikatte Paris grubu, umumî merkez vaziyetine girmişti. Ona bağlı şubeler teşekkül etmişti. Bunları şöyle sıralayabiliriz. Evvelâ, Paris grubunun daha önce vermiş olduğumuz İdare Heyetini, burada da tekrar edelim (1) :

 

«1 — Paris grubu: Reis Ahmet Rıza Bey, Prens Mehmet Ali Paşa (Mustafa Fazıl Paşazade), Recep, Fuat, Nihat, Dr. Nazım, Bahaettin Şakir, Sami Paşazade Sezai, Alber Fua Beyler. Yayın organı: Meşveret gazetesi.

 

2 — Cenevre şubesi: 1897 senesinde kurulmuş, 1898 senesinde «Osmanlı» gazetesini çıkarmaya başlamıştır. Şubenin belli başlı idareci ve azalan: Dr. İshak Sükuti, Abdullah Cevdet, Etem Ruhî (Bulgaristanlı), Tıbbiyeli Mustafa Ragıp (Feryat gazetesi sahibi), Mısır Darphane Nazırı Esat, Mithat Şükrü (daha sonra Selânik merkezinde faal üye), Sefih, Ahmet, Murat (Mizan gazetesi sahibi, tarihçi), Tunalı Hilmi, Seracettin, Dr. Haşan, Lütfü, Akil Muhtar (Doktor), Nuri Ahmet, Reşit Beyler.

 

3 — Kahire şubesi: 1897 senesinde kurulmuştu. İshak

 

 

(1) Prof. Tarık Zafer Tunaya: Bizde Siyasî Fırkalar, s. 110-111.

 

 

254

 

Sükuti ve Tunalı Hilmi Beyler tarafından yeniden düzenlendi. Şubenin yayın organları arasında, Kanun-u Esasi, Başiret-ül Sark, daha sonra «Hak» gazeteleri vardı. Kahire, Genç Türklerin bir propaganda merkezi oldu. Türkiye'ye sokulan gazete ve dergilerin büyük kısmı burada neşredilmiştir. Meselâ, Osmanlı Gazetesi ve içtihat Mecmuası gibi.

 

Kahire merkezini teşkil eden azalar arasında şu isimler görülmektedir: Hoca Kadri (Reis), Salih Cemal (Kâtip), Ali Ziya (Muhasip), Dr. Hamit, Dr. Pertev, Tıbbiyeli Vehbi ve Faik, Harbiyeli Yusuf, Diyarbakır'dan kaçıp Kahire'ye gelen Mehmet Ferit (Tek), İstanbul'dan Kahire' ye kaçan Ali Mazhar, Abdülkerim Hadi Beyler.

 

idare Heyeti 1899 senesinde yeniden teşkil edildi. Mehmet, Emin, Faik, Nazmi, Haydar, Fahri, Ziya, Ahmet ve Cemali Beyler işi ele aldılar. Kahire heyetinin Prens Mehmet Ali Paşadan yardım gördüğü yazılır. 1899'da İtalya' nın Brindizi şehrinde, umumî bir Jön Türkler (Genç Türkler) Kongresi toplamak fikri, bu şubeye aittir. Kahire şubesinin Paris'e ve Ahmet Rıza Beyin fikirlerine tamamen bağlı kalmadığı görülmektedir.»

 

Bunlardan başka Londra’da ve Napoli’de de faaliyet ve hareketler vardı.

 

Memleket dahiline gelince?., tik temel taşları îttihad-ı Osmanî şeklinde İstanbul’da atılan İttihat ve Terakki’nin İstanbul grubu; tevkifler, sürgünler, memleket dışına firarlar dolayısıyle, hemen hemen dağılmıştı (1). Rumeli’de bazı teşekküllere daha sonra temas edeceğiz. Ama orada bile ihtilâli başaran teşekkül, İttihat ve Terakki değil, «Vatan Cemiyeti» olarak 1906’da Selânik’te meydana gelmişti. Daha önceki İttihat ve Terakki kalıntıları ise, kendilerine, dahilde bir merkez kurabilmiş değildiler. Çünkü, sarayın ve jurnalcilik mekanizma1

 

 

(1) Abdullah Cevdet ve arkadaşlarının da tevkifinden sonra İstanbul’da Heyeti Merkeziye, iki kişiden ibaret kalmıştı: Hacı Ahmet Bey ve bir de Tıbbiyeli Sabri Bey.

 

 

255

 

sının bütün gayretleri, artık bu gizli teşkilât üzerine toplanmıştı. Tevkifler, sürgünler, işkenceler birbirini kovalıyordu. Nitekim 1897’de, bir de toptan tevkif ve toptan sürgün hikâyesi geçti. Hepsi de genç, Tıbbiye, Harbiye, Mühendishane talebeleri, Doktorlar, Piyade, Topçu subayları, yani kalabalık bir grup, çeşitli yerlerden toplanarak, Ferik (Korgeneral) Reşit Paşa Divamharbine verildiler. Tutuklular Taşkışla’ya yerleştirildiler

 

. Divanıharp çalışmaya başladı. Tam 102 gün sürdü. Baskıların türlüsü yürür. Nihayet bunlardan 78 kişi, gizli teşkilât kurmak suçundan mahkûm olurlar. Padişah, hepsinin Fizan’a sürülmelerini emreder. Fizan; Afrika’da Trablusgarp vilâyetinin, Büyük Sahra (Sahra-yı Kebîr) kısmıdır. Yani, Orta Afrika’da harap, unutulmuş bir yerdir. Ama Abdülhamit, orasını hürriyet mücahitleri için sürgün yeri olarak seçmiştir. Rumeli’de yakalanan Balkanlı nasyonalistler de Fizan’a sürülürlerdi.

 

Taşkışla’da mahkûm olanlar Trablus’a Şeref vapuru ile gönderildikleri için, yakın tarihimizde bunlara «Şeref Kurbanları» denilir (2). Sürgünler, Trablus’a varırlar. Fakat o vakit, deveyle ancak iki ayda gidilen Fizan’a, bu 78 kişiyi sevketmek bile bir meseledir. Neyse, bazı aracılıklar da olur. Neticede bunların hapis ve sürgünlüklerini Trablusgarp kalesinde geçirmelerine irade çıkar. Ama Fizan’da başka sürgünler de vardır (3).

 

 

(1) Atatürk de kurmak okulunu bitirip, arkadaşlarıyla beraber ve bir ihbar üzerine yakalanınca, Taşkışla’ya kapatılmışlardı. Onların da tutukluluğu dört ay kadar sürmüştü. Ali Fuat Cebesoy, Müfit Kırşehir, bu kafiledendirler. Onların mahkemeleri, Suriye’ye sürgünlükle neticelendi.

 

Şeref kurbanlarının maceraları hakkında hatıralar çoktur. Fakat Ahmet Cevat Emre’nin İki Neslin Tarihi eserinde, bu konuda gerekli bilgiler vardır.

 

Meselâ, daha sonra ve cumhuriyet devrinde milletvekili olan Ali Nazmi Bey, bunlardan biridir. Fizan’dan kaçan ve aylarca süren maceralardan sonra Gine körfezi sahiline vararak, oradan Avrupa’ya geçen Ali Nazmi, bu yolculukların hatırası olarak, «Çölgeçen» soyadını almıştı.

 

 

256

 

Bu Meşrutiyet öncesi çilelerinin etraflı ele alınması, bu kitabın konusu değildir. Burada kısaca değinmek istediğimiz, İttihat ve Terakkinin, bütün çilelere rağmen, tek ve birlik bir mücadele cephesi kuramadığını kısaca belirtmektir. Bu yüzden cemiyetin adı bile zaman zaman değişmiştir. Bu gelişmeler üzerinde, Genç Türklerin 1902 Paris Kongresine ayrıca değinmeliyiz. O kongre ki, ondan sonra bilhassa Ahmet Rıza ve Prens Sabahattin grupları arasındaki ayrılık, büsbütün artacaktır. Rumeli’de ihtilâli başaracak olan grup ise, henüz doğmamıştır.

 

* * *

 

1902 PARİS KONGRESİ:

 

1902 kongresi, bir Osmanlı kongresidir. Ve bu kongrenin, üstünde birleşebildiği tek amaç, «Osmanlı ülkesinde istibdat idaresinin yerine, Meşrutiyet sisteminin getirilmesi» dir. Onun dışındaki usuller, gayeler ve Meşrutiyeti takip edecek devrin yapısı ve hedefler üstünde bir görüş birliğinden ise, henüz bahsedilemez. Hatta bu ilk hedef üstünde bile ayrılıklar vardır. Kongre, 4 şubat 1902’de Paris’te ve Fransız parlamentosu Ayan azasından Lefauvre Contalis’in evinde toplandı. Gerek Ahmet Rıza Beyin, gerek Prens Sabahattin’in ve taraftarlarının bir araya gelebildikleri ilk ve son kongre budur. Kongreye çeşitli grup ve merkezlerin temsilcileriyle beraber, Ermeni, Rum, Arap gibi Osmanlı ülkesi kavimlerinin de Meşrutiyetçi elemanları katıldılar. Gaye, Genç Türkler arasında birlik ve hareket birliği sağlamaktı. Fakat iş, tamamen aksi oldu. Kongre muvaffak olamadı. Dağıldı. Genç Türkler parçalandılar. Kongreden sonra Ahmet Rıza Bey, «İttihat ve Terakki Cemiyeti» adını ve teşekkülünü feshederek, yerine «Terakki ve İttihat Cemiyeti»ni kurdu. Prens Sabahattin ise, keza kendi başına harekete geçti. «Teşebbüs-ü Şahsî ve Adem-î Merkeziyet Cemiyeti»ni teşkil etti. Talî merkezler, büsbütün kendi başlarına kaldılar. Her grup kendi organını neşre başladı. Hulâsa 1902 Kongresi, faydalı olmaktan ziyade, zararlı oldu.

 

Kongrede Ahmet Rıza Beyin önemli davası, 1876 Kanun-u Esasî’sinde yer alan hilâfet ve saltanat konularıydı. Bu makamların

 

 

257

 

hak ve sorumluluklarından bahsedildiğine göre, evvelâ bu saltanat ve hilâfet müesseselerinin kabul edilmesini istiyordu. Ama asıl gürültü, hareketin uygulanması yolundaki görüş ayrılıklarından çıktı. Çünkü herkes biliyordu ki, bu kongreye katılanların memlekette hiç bir icra gücü yoktur. Hariçte çıkacak gazetelerle inkılâp yapılması da elbette ki mümkün değildi. O halde memlekette Meşrutiyetin tesisi için, yabancı devletlerin veya bir yabancı devletin müdahalesi şarttır, deniliyordu. Ama bu devlet, yaptığı müdahale vazifesi için, sonradan hak iddia etmemeliydi! Bu görüşü, Prens Sabahattin savunuyordu. Ahmet Rıza Bey ise, yabancı müdahalenih aleyhindeydi. Bu suretle kongre, hiç beklenmeyen bir şekilde «müdahaleciler» ve «ademi müdahaleciler» olarak ikiye ayrıldı. Diğer noktaların da hiç birinde görüş birliğine varılamadı. 1902 Kongresi böylece sonuçlandı.

 

Gerçi sonra, aralık 1907’de gene Paris’te, Prens Sabahattin tarafından organize edilen bir Jön Türk Muhalifler Kongresi toplandı. Buna, Ermeni Cemiyeti de katıldı. Bu kongrede Ahmet Rıza grubundan kimse yoktu. Ondan sonra Genç Türkler arasında, birlik bir faaliyet ve hareketin örgütlenmesi, hiç bir zaman kabil olamadı.

 

* * *

 

Kongreden sonra ve anlatılmasında fayda görmediğimiz bir sıra ihtilâf ve çatışmaların da zoruyle (1) Ahmet Rıza Beyin İttihat ve Terakki’yi feshederek, aynı kadro ile «Terakki ve İttihat Cemiyeti»ni kurduğunu kaydetmiştik. Meşveret gazetesinin de neşrine devam ediliyordu. Cemiyetin idare heyetini, şu zatlar teşkil ediyorlardı:

 

Ahmet Rıza Bey (Reis), Mahir Sait, Dr. Bahaettin Şakir, Dr. Nazım, Sami Paşazade Sezai, Ahmet Gaip (Sancak gazetesi sahibi), Prens Mehmet, Ali Fazıl Paşa...

 

 

(1) Bu arada, Ahmet Rıza Bey İstanbul merkezi ile de ihtilâfa düştü. Hatta İstanbul merkezi Ahmet Rıza Beyi, cemiyetten çıkarttı. Fakat Rıza Bey, zaten İttihat ve Terakki’nin artık feshedildiğini ileri sürdü ve Yeni Cemiyet adı altında faaliyetini yürüttü.

 

 

258

 

Prens Sabahattin Beyin «Teşebbüs-ü Şahsî ve Adem-î Mer-. keziyet» Cemiyeti idarecileri de şöyleydi:

 

Prens Sabahattin, Ahmet Fazlı (Umumî kâtip), İsmail Kemal, Dr. Nihat Reşat (Belger), Dr. Rifat, Miralay (Albay) Zeki, Dr. Sabri, Hüseyin Tosun, Milaslı Murat (asker), Şair Hüseyin Siret...

 

Ama, 1908'den önce ve hele 1902-1908 arasında, dışarıda ve içeride kurulan istibdat aleyhtarı cemiyetler, yalnız bunlardan ibaret değildir. Başka grup ve grupçuklar da vardı. Meselâ şunları sayalım:

 

Cenevre'de «İttihat ve İnkılâp», Kahire'de «Cemiyet-i Ahmediye-i Osmaniye» teşekkül etmişti. İstanbul askerî mekteplerinde iki cemiyet: İhtilâlci Askerler Cemiyeti ve «Harbiye Yüksek Mektepler İttihadı». Sivil gençler tarafından da «Cemiyet-i İnkılâbiye» ve «Selâmet-i Umumiye Kulübü»...

 

Bu teşekküllere, 1905’te Şam'da Mustafa Kemal'in kurduğu «Vatan ve Hürriyet» Cemiyeti ile asıl aktif teşekkül olarak 1906 eylülünde Selânik'te kurulan «Osmanlı Hürriyet Cemiyetini ilâve etmeliyiz. Çünkü, bu son cemiyet, 1907'de «Terakki ve İttihat Cemiyeti» adını alacaktır. Böylece de, Paris' ten Selânik’e bu maksatla gelen Dr. Nazım (Hoca Yakup Efendi) delâleti ile, Paris'teki grupla işbirliği sağlanacaktır. Selânik merkezi, bir taraftan eski İttihat ve Terakki kalıntılarını toplarken, diğer taraftan Manastır ve diğer Rumeli merkezlerinde yeni teşkilât yaratacaktır. 1908 İhtilâli, bu teşekkülün yakacağı ateşle parlayacaktır. Rumeli'deki bu teşkilâtı, ileride ayrıca ele alacağız.

 

* * *

 

TEŞEBBÜS-Ü ŞAHSÎ VE ADEM-Î MERKEZİYET NEDİR?

 

Prens Sabahattin'in aile ilişkilerini ve saltanat hanedanı ile bağıntılarını daha önce vermiştik. Damat Mahmut Paşa, padişahtan çekinerek, oğulları Sabahattin ve Lütfullah Beylerle beraber Paris'e kaçmıştı. Orada, Abdülhamit'e karşı cephe aldı. Padişaha sert yazılar yazdı. Meselâ Abdülhamit'in, kendişini

 

 

259

 

geriye davet eden, birtakım vaatler taşıyan teşebbüslerine karşı gönderdiği şu mektubu görelim (1) :

 

«Abdülhamit Saniye (2)

 

Tarafıma tebliğ olunmak üzere Ahmet Paşaya çekmiş olduğunuz 20 mayıs 1900 tarihli telgraf namenizi aldım. Ben de, Şer’i Şerifin (Şeriatın) sizin gibi bir Halife-i gayri meşru hakkında emrettiği muameleyi icradan, bir an fariğ olmayacağımı cevaben beyan eylerim.»

 

30 haziran 1900

Damat Mahmut

 

Cevap serttir. Bu cevapta Damat Mahmut Paşa, Abdülhamit’i halife olarak tanımaz. Onu gayrî meşru sayar. Aradaki köprüler artık yıkılmıştır. Abdülhamit’in Paris’e gönderdiği Ahmet Celâlettin Paşa vasıtasıyle Damat Mahmut Paşa üzerindeki telkin ve teşebbüsleri, artık kâr etmez. Çünkü Damat Paşanın Abdülhamit’e yaptığı karşı teklifler, Abdülhamit’in kabul edeceği şeyler de değildir. Bu karşı teklif mektubundan da bazı parçalar verelim:

 

«Abdülhamit'in hiç bir sözüne emniyet caiz olmaz. Sırası gelince, bunları Celâlettin Paşa kendiliğinden söylemiş, benim asla haberim yok diyebilir. Nasıl ki hakkımda tertip ettiği iftiraları ve icra eylediği tulumbacı muamelelerini, Hariciye Nazırının, Başkâtibin ve Münir Beyin üstüne atmıştır. Abdülhamit, Sadık-ül vaad-ül emin, yani ömründe bir defa yalan söylememiş olan Hazreti Peygamberin halif esiyim, idâyı vâhisinde (boş iddiada) bulunduğu halde, ömründe ağzından ve kasten, bir tek doğru söz çıkmamıştır. Meğer ki tesadüfen çıkmış ola...

 

Tekliflere gelince: İptida Abdülhamit, hakkımdaki iftiraları, zalimce muameleleri, Avrupa gazeteleri ile tekzip

 

 

(1) Bu mektup ve muhabereleri Ahmet Bedevi Kuran,. Ahmet Celâleddin Paşnın evrakı arasında bulmuş ve verdiğimiz mektubun fotokopisini Türkiye'de İnkılâp Hareketleri kitabında neşretmiştir. s. 281.

 

(2) Abdülhamit’i Sâni, II. Abdülhamit demek.

 

 

260

 

ettirmeli. Münir Beyi, Tahsin Beyi, Tevfik Paşayı, mademki onlar yaptı diyor, azletmeli. Maymunu dahi kovmalı. Tâ ki benim kırılan gönlüm tamir edilsin, vb...»

 

Sonra, Mahmut Paşa, Abdülhamit’in Meclisi Mebusan’ı açmasını, hâzineden muayyen bir para almasını, bunları yapmadığı takdirde padişahlıktan istifa etmesini, Avrupa’ya çekilmesini, oradaki paralarından ayda en az 50.000 altın gelir sağlayacağı için sıkıntı çekmeyeceğini belirterek mektubuna son veriyordu. Bu mektubun tarihi 2 mayıs 1900’dür. Mahmut Paşa o sırada, altı buçuk aydan beri Avrupa’dadır...

 

Bu yazılar şunu açıklar ki, artık Sabahattin Bey için de memlekete dönüş yolu kalmamıştır. Ne yapacaksa Avrupa’da yapacaktır. Bir mücadele gücü varsa, orada gösterecektir. Kaldı ki, babası hastadır da. Nitekim birkaç yıl sonra Mahmut Paşa Belçika’da ölecekti. Kalıntıları, ancak Meşrutiyet ilânından sonra ve İstanbul’da çok büyük törenlerle karşılanmak üzere, oğlu tarafından Türkiye’ye getirilecektir.

 

* * *

 

Sabahattin Bey, öyle görünüyor ki, gerek Osmanlı hanedan azalan, gerek Avrupa’ya kaçan son Genç Türkler arasında, en çok okuyan, düşünen ve şahsî fikirleri olan bir insandır. Halktan gelmemiştir. Bir aksiyon adamı değildir. İmkânlarla, sübjektif hayaller, düşünceler arasındaki farkları kavrayamıyordu. Ülkeden, halktan ve hatta siyasî mücadelenin biraz da kirli, çamurlu kanunlarından habersizdi. Sonuna kadar da onların dışında yaşadı. Halktan gelen, aktif ve mücadeleci insanlar onu, her zaman ve kolayca kendi sahalarının, yani aksiyon (hareket) sahasının dışına itebildiler. Bu suretle Sabahattin Bey, bizim Meşrutiyet tarihimizde ancak soyut, yani realitelerden, gerçeklerden kopmuş bir insan olarak kaldı. Oyunlara, entrikalara etrafı tarafından sürüklenmek istediği halde, mizacından gelen bir saflık ve hayat kavgasındaki bilgisizlikle, bunları dahi değerlendiremedi. İdealist miydi? Düşünür müydü? Hayır!.. Sadece saf insan ve iyi niyetli insandı. Ama teşebbüslerinde, ideallerinde, prensipleri birbirini tamamlayan,

 

 

261

 

sistematik bir bütünlük yoktu. Kendisinde bunları tahakkuk ettirecek, bunlar için mücadele edecek icra gücü ve ruh sebatı da yoktu. Gerçi ismini kendisinin bulduğu ve prensiplerini kendisinin hazırladığı bir cemiyet kurdu. 1902 Kongresinden sonra bu cemiyetin Türkiye’de şubeleri de belirdi. Prensin etrafında aydın insanlar da vardı. Ama, bu cemiyetin, Türkiye’nin Meşrutiyet tarihinde herhangi aktif bir müdahalesi olmadı. Yakın tarihimizde ancak, dumanlı ve iyi anlaşılmamış bir hatırası kaldı.

 

Prens Sabahattin hakkında çok yazı yazılmıştır. Ama bunlardan en istifade edilebilenleri, kendi düşüncelerini kendisinin aksettirmeye çalıştığı, kendi yazılarıdır. Bilhassa iki eseri, onu tanımak için en doğru kaynaklar sayılabilirler: İttihat ve Terakki Cemiyetine Açık Mektuplar; Türkiye Nasıl Kurtarılır?

 

Bu açık mektuplarda biz, onun (1) 1906’da Paris’te çıkarmaya

 

 

(1) Prens Sabahattin Beyin aile ilişkileri hakkında daha önce ve «siyasetle meşgul bir sultanzade» bahsinde biraz bilgi vermiştik. Burada o özetlemeyi biraz daha genişletelim. Sabahattin Bey 1879’da İstanbul’da doğdu. Babası Mahmut Paşa, Sultan Aziz’in seçtiği damatlardandı. Mahmut Paşa, sarayın bir kadın görevlisinin (Nakşibent Kalfa) adının da karıştığı Skalyeri-Aziz Bey vakasına (1878) kadar, Sultan Hamit’in en yakın adamı, hatta dostuydu. Bu dostluğu evvelâ, bu vakanın uyandırdığı şüphe bozdu. Sonra da etrafın tahrikleri, itirafları, bir aralık Adliye Nazırı olan Mahmut Paşanın rahatım kaçırdı. Abdülhamit, paşanın vakada ilgisi olmadığını anladı ama, artık münasebetler soğumuştu. Paşa ve çocukları, saraylarında göz hapsine alındılar. Onun üzerinedir ki Mahmut Paşa Avrupa’ya kaçtı (1899). Ve orada öldü (30 haziran 1903).

 

Oğlu Sabahattin’in, işleyen bir kafası vardı. Sosyolojiye, politikaya merak sardı. Politik fikirleri, bu pek iyi hazmedilmeyen sosyoloji ilkelerine dayanır gibi görünür. Avrupa’da Ahmet Rıza Beyle münasebetleri yakın ve samimî olamadı. Çünkü Ahmet Rıza Bey, kapalı, içine dönük, çok konuşmaktan, tartışmalardan çekinen bir insandı. Halbuki Sabahattin Bey; okuduklarını, düşündüklerini tartışmak ister. Hulâsa arada bir dostluk kurulamaz. Ve 1902 kongresinde artık tam bir ayrılık olur. Daha önce değindiğimiz «Teşebbüsü Şahsî ve Ademî Merkeziyet» Cemiyeti kurulur. Ahmet Rıza Bey de, kendi «Terakki ve İttihat Cemiyeti»ni yürütür.

 

1906’da Sabahattin Bey, «Terakki» isimli bir gazete-dergi de çıkarır. Bu yayın, iki yıl kadar sürer. 1908’de, zengin umutlarla ve babasının kalıntılarım da alarak Türkiye’ye döner. Karşılama gösterişli olur. Ama İttihat ve Terakki, onu sevmez. Benimsemez. Onunla kaynaşmaz. Hatta bir aralık, Manastır’a kadar gittiği halde, sonra baskılar başlar. Bunlara ancak 9 ay kadar dayanabilir. Zaten hiç bir destek teşekkülü yoktur. 31, Mart Vakası üzerine tevkif de edilir. Serbest kalınca da tekrar Avrupa’ya gider. Yeni bir gurbet başlamıştır. Bundan sonra ancak 1918 sonunda başlayan mütareke devrinde Türkiye’ye gelir. Ne yapmak istediğim soranlara cevapları kararsız, saf, hatta çocukçadır. Böylece de tamamen inzivaya çekilir. 1924’te hanedan azasmın sınır dışına çıkarılmasını zorunlayan kanun çıkınca, o da Türkiye’yi terkeder. Bir daha da vatan topraklarına ayak basmadan, 30 haziran 1948’de ve sıkıntı içinde ölür.

 

 

262

 

başladığı «Terakki» gazetesindeki yazılardan da parçalar buluruz. Sabahattin Bey, İttihat ve Terakkiye hitabeden birinci mektubuna, heykeltıraş Auguste Rodin’in bir sözü ile başlar:

 

«Güzelle çirkin birleştiği zaman, güzel galip gelir. Tabiat, İlâhî bir kanunla daima iyiye gidiyor. Daha mükemmele doğru gidiyor.»

 

Sabahattin Bey, Rodin’in, bir ruhî idealizmi dile getiren bu sözlerine dayanarak, kendi görüşünü verir:

 

«Hakikat ile kuvvet çarpıştığı zaman, sonunda hakikat muzaffer olur...»

 

Burada Sabahattin Bey, kendisinin hakikati savunduğuna, hakikatin bir mücahidi olduğuna, kuvveti ise, kendine karşı çıkanların, yani kendisiyle mücadele edenlerin temsil ettiğine de inanır. Bunu bütün mektup, makale ve yazılarında ifadeye çalışır.

 

Evet, bu sözler güzeldir, Peygambercedir, içten gelen bir şevkin eseridir. Ama ne çare ki siyaset, evvelâ bir sistem, sonra da, sokaklarda cereyan eden bir kavgadır. Gayesi; toplum içinde mutluluğun yerleşmesi gibi görünür. Ama, bu mutluluk, nice hayal kırıklıklarına, nice göz yaşlarına ve hatta kanlara mal olur. Sabahttin Beyin de nasibi, ne çare ki bu hayal kırıklığı ve sonunda Yalnızlık oldu...

 

 

263

 

Sabahattin Bey, «Türkiye Nasıl Kurtulur?» isimli eserinde, önemli konulara değinir. Ama kendisini, Utopist bir saflıktan da kurtaramaz. Ona göre, eğer sosyoloji ilminin kanunlarına uyarsak, her şey yoluna girer. «Türkiye Nasıl Kurtulur?» eserine de «îlm-i İçtimaî»nin, yani «Sosyolojinin ne olduğu bahsiyle girer. İlk bahis budur. Bu bahiste, 1900 yıllarının, yani henüz Dünya Harplerini yaşamamış, mamur, müreffeh, rahat, ama bütün diğer dünya kıtalarının kanı ve alın teri ile beslenen bir Avrupa’nın, sosyolojik ilkelerini vermeye çalışır.

 

Evet, sosyoloji bir ilimdir. Sağlam kanuniyetleri de vardır ama, hakikatte bu kanunlar insanlarla insanlar arasındaki ilişkilerin izah’mdan güç alır. Bu ilişkiler ise; zamana, toplumlara, ülkelere göre özellik taşırlar. Şu halde, Osmanlı imparatorluğu için fikir beyan eden, yol gösteren ve kesin gerçeklere ulaştığını zanneden bir insanın da, evvelâ bu imparatorluğun tarihini, jeopolitiğini, ekonomik yapısını, hulâsa sosyal münasebetlerini ve meselelerini, biraz derinden bilmesi lâzım gelir. Halbuki Sabahattin Bey, o devrede Avrupa’da yayınlanmış olan yabancı eserler dışında, böyle bilgilerden mahrumdu. Memleket olarak Türkiye’de, Boğaziçi tepelerinden görünen ufuklardan ötesini görmüş değildi. Halbuki Osmanlı halkları toplumunun gerçekleri, bu ufukların ardında yaşıyordu. Buna rağmen, onun Osmanlı davasına, bilim açısından bakmak isteyen ilk Osmanlı olduğunu inkâr etmek haksızlık olur. Bu bakımdan şu satırlar, doğru bir muhakemeye dayanırlar:

 

«Prens Sabahattin, XVIII. yüzyıldan beri, çözülme ve yok olma halinde olan imparatorluğun derdine, ancak b il i m yolu ile çare bulunabileceğini, memleketimizde ilk anlayan ve ilk defa anlatmaya çalışan bir düşünürümüzdür. Şu sözler onundur: “İçtimaî hastalığımızın, İlmî bir teşhisi yapılmadıkça, ıslahat hakkında ileri sürülecek fikirler, yanlış, aldatıcı, öldürücü görüşleri çoğaltacaktır. Bunları tatbik eden devlet adamları da, ne kadar iyi niyet sahibi olurlarsa olsunlar, memleketin çöküntüsünü hızlandırmaktan başka bir şey yapmış olmayacaklardır.”

 

 

264

 

Bundan 50 yıl evvel prensin kaleminden çıkan bu satırlar, onun sosyal konularda bile, bilimin gücüne, ne büyük bir inançla bağlandığını gösterir.» (1).

 

Yukardaki satırlarda, hem Sabahattin Beyi anlatmaya çalışan sosyologumuzun, hem Prensin sözleri doğrudur. Evet, kabul etmek lâzımdır ki, gerek Genç Osmanlılar, gerek İttihat ve Terakki manzumesi içinde toplanan Genç Türkler ve hele, 1908’ de ihtilâli başaran ve sonra iktidara gelen İttihat ve Terakki mensupları arasında, bu düşüncelere varan ve bunları kâğıda döken kimse yoktu. Şu satırlar da Prensindir (bugünkü dille):

 

«İçtimaî (toplumsal) yapımızı kemiren, toplumumuzu uçuruma sürükleyen hastalığın nedenlerinden biri, özel hayatta göreneğe dayanan, kişiliği öldüren eğitim sistemi, biri de, genel hayatta merkezciliğe dayanan yönetim sistemidir. Gerçekte, aile ve devlet, koltuk değnekleriyle ayakta durabilen tüketici memur tipi yetiştirmektedir. Genel hayatta da, bölge ile ilgili işleri kavrayamayan, çok masrafla az iş gören, bu yüzden de memleketi baştan aşağı bir sefalet kabristanına çeviren, merkezci bir sistemle yönetiliyoruz. İşte özel hayatta memur tipi yerine, kendi kendine yeten, üretici, kişisel girişkenlik (Teşebbüs-ü Şahsi) eğitimi almış, ekmeğini taştan çıkaran insanlar yetiştirmedikçe; genel hayatta da, merkezcilik yerine, tl Kurulları gibi, bölge ile ilgili işleri yakından bilecek, az masrafla çok iş görecek, yurdu geliştirecek merkez dışıcilığa (Adem-i Merkeziyet) dayanan bir yönetim kurmadıkça, Türkiye'nin içinde bulunduğu çöküntüden kurtulması mümkün değildir.»

 

Prensin Paris’te çok etkisinde kaldığı bir okul vardır: Le Play Okulu. Bu okulun yönünü E. Demolins yönetir.

 

 

(1) Bizde, Prens Sabahattin Beyi böyle fikir ve görüş özellikleri ile eleştiren küçük, fakat önemli eser, Nurettin Şazi Kösemihaloğlu’nun, Sosyologlar dizisinin I. numarası olarak çıkan etüdüdür: Türkiye Nasıl Kurtulur?..

 

 

265

 

Yani, bu cereyana onun sosyal görüşleri hâkimdir. Hatta söylendiğine göre ve varlıklı zamanında Sabahattin Bey, okula maddî yardımlarda bulunmuştur (1). Demolins, dünya toplumlarını kamucu (Communautaire) ve ferdiyetçi, yani bireyci (Particulariste) olarak ikiye ayırır. Bunda, toplumların yaşadığı tabiat (doğa) şartlarının etkisi vardır. Meselâ, Kuzey ırkları ferdiyetçi, stepler halkı ise kamucudur. Ve Anadolu halkı, bu kamucu toplumlardan biridir.

 

 

Nazariye doğru veya yanlış olsa da, Prens Sabahattin, Avrupa'da bilgi âlemiyle temas eden ilk Osmanlı Prensi, hatta denebilir ki, ilk Osmanlı olduğuna ve kafası, çabuk sentezler yapmaya da elverişli bulunduğuna göre, kendisini Osmanlı toplumunun sosyal özelliklerinin teorik olarak yorumuna verebilmiştir. Bir kısmı satıhta olsa da, bazı görüşlere varmış ve bunları kendisine program edinıriiştir. Kaldı ki zaten. Osmanlı toplumunun yorumuna diyoruz, araştırmasına değil... Ama bu yorumları ve izah çabalarını da övmek gerekir. Daha önce de değindiğimiz gibi, gerçi Prens, biraz havadadır. Çünkü, bu sentezlere varan adam, aslında bu ülkenin ve bu toplumun, hiç bir parçasını tanımaz. Türkler memur yetiştirir, asker yetiştirirler, girişken, tüccar, sanayici yetiştirsinler derken, imparatorlukta yalnız Türklerin asker verdiğini, bu yüzden de Anadolu ve Rumeli Türklerinin Yemen’de, Kürdistan’da, sınırlarda, harplerde eridiğini düşünmez. Devleti aslında yalnız Türklerin idare ettiğini ve bunun için de, memurluğun, askerliğin sefil hayatına, ancak onların dayanmak zorunda olduğunu düşünmez. Bu yüzden ve azlık bir saray çevresi dışında bu memur Türkler, ekseriya gezgincidir. Evsiz ve mülksüzdür. Âdeta bir sivil ordu hayatı yaşarlar... Azınlıkların, Avrupa mallarına aracılık edenlerle, ithal - ihraç işlerinin, lövanten, aynı tatIısu frengi dedikleri yerleşik, Avrupa asıllı bir komprador sınıfının ve azınlık tüccarlarının, her şeyi ellerinde tekelleştirdiklerini düşünmez. Onların vergi kaçırdıklarını, halbuki Anadolu köylüsünün, yalnız çocuklarını sınırlara gönderdiğini değil,

 

 

(1) Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan naklen.

 

 

266

 

iki kuruşluk vergi için kap kaçağının satıldığını, yağma edildiğini bilmez. Türklerin; hem jandarmanın ve tahsildarın, hem de eşkıyanın haracında yaşadığını takdir edemez.

 

Hulâsa Türklerin bu hali, ferdiyetçilik değil, devlet esaretidir. Diğerleri ise, şahsî kabiliyet ve teşebbüslerden ziyade, meydanın onlara boş bırakılması ve devletin onları koruması ile zenginleşiyorlardı. Kabiliyetlerini geliştiriyorlardı. Kaldı ki, yabancı devletler de onlar için konuşurlardı. Onların koruyucularıydılar.

 

Ama gene de Sabahattin Bey, sosyal meselelere, yahut bunların bir kısmına sosyal açıdan inen tek insan olarak değerlendirmemize, onun bu yetersizlikleri engel değildir. Fakat, 1902 Paris Kongresinde savunduğu müdahalecilik, daha doğrusu Türkiye'de rejim değişikliğinin, ancak yabancı bir devletin müdahalesi ve desteklemesi ile kabil olabileceği yolundaki görüşleri, elbette ki zararlı bir fantazidir. Sonra ve Birinci Dünya Harbinde onun İttihatçılara karşı olan husumetinin, Türkiye ile harp halinde bulunan devletlerle temasına mani olmadığı yolundaki söylentilerin, elde kesin belgeler bulunmadığı için doğru olmadığını kabul etsek bile, Prensin, sonuna kadar bu ülkelerin havası içinde yaşadığı da bir gerçektir.

 

Gerçi İttihatçıların ona karşı yürüttükleri amansız baskıyı ve düşmanlığı doğru bulmaya, elbette ki imkân yoktur. İttihatçıların, yalnız Sabahattin Beye değil, İstanbul'da ve biraz ayrı görüşte yayın yapan Türk gazetecilerine karşı bile, onların yazarlarını öldürmeye kadar varan düşüncesizliklerini yadırgamamak, onları bu tertipleri için suçlamamak, elbette ki kabil değildir. Meşrutiyet rejimi içinde, hem Prens Sabahattin, hem bütün bu muhalif gazeteciler, Türkiye’nin seması altında pekâlâ yaşayabilirlerdi. Çünkü, İttihat ve Terakki, memleketi diktaya ve tek iradeye tabi kılmak için iktidara gelmemişti. Kendilerine hak verdirecek reformcu bir sosyal siyasete de malik değildi. Karşı elemanları ve kuvvetleri baskı ve cinayetlerle bertaraf etmek için elbette ki hakkı yoktu. Çünkü 1908 İhtilâli bir inkılâp değildi. Toplum yapısını, cebir ve zor yolu ile değiştirmek davasında olan bir inkılâp değildi.

 

 

267

 

Bu ihtilâlin hedefi, sadece Meşrutiyet nizamı ve dolayısıyle, çok partili bir rejimdi. Bu sebeple de, onu başaranlara, programı ve hedefleri belli bir inkılâpçılık ve bu sıfatla da bir tasfiye hakkı, elbette ki tanınamaz.

 

Bu bahse son verirken, Prensin fikirlerinin İstanbul'da kurulan «Ahrar Fırkası», yani Liberal Parti tarafından benimsendiğini ve az sayıda kalmak üzere içeride ve dışarıda, Prensin bazı taraftarları bulunduğunu da belirtmeliyiz (1). Ama şahsen çekingen, toplumdan kopuk ve kendi fikirleri daha ziyade kendisine özgü olan Prens, hiç bir zaman popüler bir siyasetçi haline gelemedi. Uzun yıllar Avrupa'da kaldıktan sonra döndüğü Türkiye, onun için âdeta yabancı bir ülkeydi. Onun biraz da sübjektif idealleri ile bu ülkenin şartları ve havası arasında, müşterek hiç bir şey yok gibiydi. Sanki memleketinde yalnız ve gurbetteydi, işte bu ruh hali içindedir ki 1948'de, İsviçre'nin Bern kantonunda, Thunn gölü civarındaki dağ mandıralarından birinde, bir sığıntı gibi, tam bir sefalet içinde öldü (2)...

 

* * *

 

RUMELİ'DEKİ TEŞEKKÜLLERE GELİNCE?

 

Bu teşekküllerin ve bunlardan bilhassa Selânik ve Manastır merkez heyetlerinin, Meşrutiyetin iade veya ilânında fiilen önderlikleri, aktif müdahaleleri olmuştur. Bu merkezler üzerinde az da olsa, durmak isteriz. Çünkü, hem neticeyi alan, hem de bu kitabın mihver konusu olan Enver Beyi (Paşa), ikinci Meşrutiyetin yıldızı olarak sahneye atan merkezler olarak bunlar, ayrıca önem taşırlar. 1

 

 

(1) 1902 Paris Kongresinden sonra Genç Türkler arasında, daha önce temas ettiğimiz parçalanmalar olup da, Sabahattin Bey de <«Teşebbüs-ü Şahsî ve Adem-i Merkeziyet» Cemiyetini kurunca, ilk zamanlar cemiyetin hatta Türkiye’de de şpbeleri meydana gelmiş olduğunu kaydetmiştik. Bunlar daha ziyade Beyrut ve bazı Suriye şehirlerinde kuruldular. Fakat ömürlü olamadılar.

 

Cemiyetin programı, Prof. Tarık Zafer Tunaya’nın Türkiye'de Siyasî Partiler eserinde verilmiştir, s. 142-144.

 

(2) Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan.

 

 

268

 

Rumeli'de ihtilâlci teşekküllerin ilk önce, îttihad-ı Osmanî gizli cemiyetini Tıbbiye'de ilk kuranlardan İbrahim Temo' nun faaliyetleri ile belirdiğini kabul etmek doğru olsa gerektir (1). Çünkü İbrahim Temo, zaten Rumelili (Makedonyalı, Ohrili) idi. Sonra galibar Tuna taraflarında da ilişkileri vardı. Tuna çevresinde gizli faaliyetlere geçtiği bilinmektedir. Zaten İttihatçılarla bozuştuktan sonra da Romanya'ya çekildi. Tuna kıyısında Mecidiye şehrine yerleşti. Orada politika ile uğraştığını, orada çalıştığını, Romanya uyruğuna girerek Romanya parlamentosunda senatörlüğe yükseldiğini de, daha önce kaydetmiştik.

 

Gene Rumeli'de faaliyette bulunan gizli İttihatçılarda İpekli (Kosovalı da denir) Hafız İbrahim Hoca'yı da ayrıca hatırlatmalıyız. İbrahim Hoca, Tıbbiyeli ilk kurucular arasında olmamakla beraber, kısa zamanda teşekküle katılmıştı. Hatta ilk kurucuların Topkapı dışında, Mithat Paşa çiftliğinde (İnciraltı mevkiinde) yaptıkları daha geniş toplantıda İpekli İbrahim de bulunur. İşte bu zat, daha sonra Rumeli'de ve bilhassa Edirne'de gizli bir teşekkülün öncüsü veya öncülerinden biri oldu. Edirne posta memurlarından Talât Efendi (Talât Paşa) bu yoldan teşkilâta katıldı.

 

Bu Edirne gizli teşkilâtının, daha önce ve Tuna kıyısında Rusçuk'ta teşekkül eden bir merkezle ayrıca bağlantı kurduğu anlaşılmaktadır. Anlaşıldığına göre, Edirne’de Talât Efendinin, Rusçuk'ta bulunan eniştesi İsmail Yürük, zaman zaman Edirne'ye geliyordu. Zaten Edirne, Paris'ten gelen gizli neşriyatı, Rusçuk üzerinden oluyordu.

 

Böylece Edime grubu, Rumeli'de ilk kurulan nüvelerden biri oldu. Kurucu veya çalışıcılar şunlardı: İpekli Hafız İbrahim Hoca, Edirneli Talât, Edirneli Faik (sonra mebus, Kaltakkıran), Merkez Hastanesi Başhekimi Mehmet, Süvari Alayı Doktoru İsmail,

 

 

(1) İbrahim Temo’nun, Bulgaristan’da ve iki yıl içinde, Vidin, Lom, Tutrakan, Şumnu ve Varna’da şubeleri kurduğunu İttihat ve Terakki ve Hidematı Vataniyesi isimli eserinde kayıtlı olduğunu, Şerif Mardin Jön Türklerin Siyasî Fikirleri isimli kitabında nakleder, s. 97.

 

 

269

 

Mülkiye îdacjisi (Lise) Müdürü Behçet, Gümrük memurlarından Necip Bey ve efendilerle, Ordudan Cemal Onbaşı ve topçu erlerinden Şeraf ettin...

 

Bu ilk üyelerden sonra, sadrazamlığa kadar yükselen Talât Bey üzerinde biraz durmalıyız:

 

Talât Bey, Batı Trakya’nın Kırcaali ilçesi, Çepelce köyünden Ahmet Efendinin oğludur. Ahmet Efendi evvelâ kendi bölgesinde medreseye girdi. Sonra başka medreselerde okudu. Nihayet adliye mesleğine katıldı. Adliyeci (Mustantik - Sorgu hâkimi) oldu. Talât dünyaya geldiği zaman, babası Edirne’de görevliydi.

 

Talât, 1875’te Edirne’de, Sultan Selim mahallesinde, Fırın sokağında bir evde doğdu. Evvelâ mahalle mektebinde, sonra da Edirne Idadisi’nde bir süre okudu. Fakat anlaşıldığına göre, babası erken öldü. Ailenin yükü, genç Talât’ın üstüne kaldı. Mektepten ayrıldı. Edime postahanesine girdi. Gizli işlere karıştığı zaman, Edirne postahanesinde 40 kuruş aylıklı bir küçük memurdu.

 

Fakat, gizli teşekkül faaldi. Yeni arkadaşlar bulundu. Hele İpekli Hafız İbrahim, gerçek bir idealistti. Kendini bilhassa asker çevrelerine verdi. Kışlalar civarı, asker kahveleri ve oralarda tanışabildiği askerler üzerinde etkiler yaratmaya çalıştı. Fakat bir gün bu işlerin de sonu geldi. Tevkifleri için iki vesile gösterilir: Biri, Avrupa’dan gelen ve bir gece tiyatroda unutulan bir yasak gazeteler paketi ele geçer. Diğeri de, Mülâzım (Teğmen) Sait isminde birinin verdiği jurnal ve yaptığı ihbar!.. Ama, belki de aslında, bu iki olay birbirine bağlıdır.

 

Böylece gizli komite mensuplarının önemli kısmı yakalanır. Edime hapishanesine atılırlar. Talât’ın annesi ve kız kardeşi desteksiz kalmışlardır. Faik Kaltakkıran, İpekli İbrahim Hoca, yakalananlar arasındadırlar. Ve sonunda mahkeme, sanıkları altışar sene kalebentliğe (bir uzak ilde ağır hapisliğe) mahkûm eder. Edirne’deki hapishane hayatı bir buçuk yıl sürmüştür. Fakat İstanbul’dan gelen hüküm, her nasılsa ilk hükmü bozar. Mahkûmlar affedilirler. Ama ne Edirne’de oturacaklar,

 

 

270

 

ne de İstanbul'a gidebileceklerdi. Onun üzerinedir ki Talât, Selânik'i seçer. Anasını, kız kardeşini de oraya aldırır. Küçük bir evciğe yerleştirir, işsizdir, parasızdır. Ama onun siyasî savaşı, asıl burada gelişecektir. Ona bir gün iktidarın, hatta sadrazamlığın yolunu açacaktır. Hulâsa, 1908 İhtilâlinin asıl merkezi, onun delâletiyle Selânik'te kurulacaktır.

 

Talât Beye Selânik'te, galiba küçük bir sürgün maaşı da bağlanır. Bir süre sonra da Selânik postahanesinde, şehirlerarası seyyar (gezici) posta memurluğuna atanır. Hatta daha sonra, posta idaresi başkâtipliğine de yükselir. Fakat bu vazife pek uzun sürmez. Yapılan ihbarlar, verilen jurnaller yüzünden, vazifesinden atılır.

 

Fakat Selânik'te arkadaşlar edinmiştir. Galiba Mason locasına da burada girer. Bu locanın başkanlarmdan olan Musevî avukat Emanuel Karasu onu, yazıhanesinde çalıştırır. Selânik hukuk mektebine, de, gene bu arada biraz devam imkânı bulur.

 

Asıl mühim olan cihet, edindiği arkadaşlardır. Bunlar, başta ve evvelce Paris İttihat ve Terakki mensuplarından Mithat Şükrü olmak üzere, asker ve sivil, fakat hepsi de Abdüihamit idaresine karşı olan, memleketin ve hele Rumeli'nin geleceğini ^karanlık gören insanlardır. Sık sık bir araya gelirler. Gidişattan şikâyetçidirler. Talât Bey, işte bu havadan faydalanır. Zaten kendisi, Edirne'de eski bir gizli teşekkülün mensubu değil miydi. Oradan edindiği tecrübeleri de hesaba katarsak, yeni bir teşebbüs için hazırdı. Nitekim bir gün arkadaşlarına, Selânik’te de gizli bir teşkilât kurulması teklifinde bulunur. Hava olgundu. Şartlar müsaitti. Memleket ve hele Rumeli yıldırım hızı ile çöküntüye doğru gidiyordu.

 

Arkadaşları bu teklifi uygun buldular. İlk gizli teşkilât toplantısı, yaklaşık olarak 1907 mayısında yapılır. Kurulan cemiyete «Osmanlı Hürriyet Cemiyeti» adı verildi. Bu isim öyle anlaşılıyor ki, Talât Beyin teklifiyle alınmıştır. Kurucular 10 kişi olarak bilinir. Bu kuruculardan Hakkı Baha Beyi 1930'larda tanımışımdır. Ama ilk kuruluş hakkında asıl bilgi veren, gene kuruculardan Kâzım Nami Duru'dur. Kâzım Nami Duru,

 

 

271

 

ayrıca, bir mektubunda, o günlere ait hatıralarını şöyle toplar (1) :

 

«Ben evvelâ Tiran'da (şimdi Amavutluk'un merkezi) İşkodra (Arnavutluk'ta bir büyük şehir), İttihat ve Terakki Teşkilâtının 8. şubesine dahil oldum (2). Sonra 1903'te Selânik'te II. Ordu yaverliğine tayin edildim. Talât'ı Selânik'te, 1904 veya 1905'te tanıdım. O zaman tanıdığım Talât, Selânik, Manastır, îşkodra Posta-Telgraf Bölge Başmüdürlüğünde başkâtipti. Onun vasıtasıyle Rahmi' yi (sonra İzmir valisi), Mithat §ükrü'yü (o zaman hastane müdürü. Sonra İstanbul Merkezi Umumîsi üyesi) tanıdım. 1906'da «Osmanlı Hürriyet Cemiyetini kurduk. O yılın sonunda veya 1907 başında, bu cemiyet, «Osmanlı İttihat ve Terakki adını aldı (3). Niçin daha ilk kuruluşunda bu adı vermediniz? diye soruyorsun. Vermedik. Çünkü Vatan Cemiyetini kuran 10 kişi içinde, ancak iki veya üç kişi İttihatçıydı. Kalan yedi sekiz kişiye böyle bir isim teklifini .kim yapacaktı? Reisimiz, hepimizin büyük bir saygı ile sevdiğimiz Bursalı Tahir Beydi. O ise, İttihat ve Terakki'den değildi. Talât'ın daha önce Edirne'de İttihat ve Terakki'den olduğunu yazmıştım.

 

Mustafa Kemal (Atatürk), 1320'de (1904), Erkânıharp

 

 

(1) Kâzım Nami, aslen askerdi. Fakat Meşrutiyetten sonra, kendini maarifçiliğe ve yazarlığa verdi. Sonunakadar da öyle kaldı. 1967’de öldü.

 

Bu, Kâzım Nami Duru’nun bana hitaben gönderdiği bir mektuptur. (Metinde ve parantez içindeki açıklamalar tarafımdan yapılmıştır) .

 

Bu kayıt da gösteriyor ki, Selânik’te «Hürriyet Cemiyeti» kurulmadan önce, İttihat ve Terakki’nin, memlekette ve hele Rumeli’de şubeleri vardı.

 

Burada bir ufak hata olsa gerek. Çünkü, hürriyetin ilâm sırasında dahi bu cemiyetin adı «İttihat ve Terakki» değildi. Ahmet Rıza Beyin 1902’deki ad değiştirmesi dolayısıyle cemiyetin ismi «Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyetiydi, Hürriyetin ilânından sonra «İttihat ve Terakki» adına dönüldü. Daha ileride ve hürriyetin ilânı safhasına ait olmak üzere vereceğimiz orijinal belgeler, bunu doğrulayacaktır.

 

 

272

 

yüzbaşılığı ile mektepten çıkmış, 1322 veya 1323 başında (1) kolağası (önyüzbaşı) olarak Selânik’e gelmişti. Sam’ da «Vatan ve Hürriyet» Cemiyetini kuranlardandı. 1321’ de, kurdukları cemiyetin bir şubesini açmak için Selânik’e gelmişti. Hakkı Baha, Vasıf gibi sınıf arkadaşları ile böyle bir şube kurmuşsa da, o Şam’a döndükten sonra, arkadaşları şubeyi yaşatamadılar. Bundan dolayı 1323’te Selânik’e tayin olunduğu zaman arkadaşları, onu da Selânik ittihat ve Terakki Cemiyetine aldılar.

 

Enver (Paşa) Manastır’daydı. Bulgar, Rum, Sırp çetelerini takip ediyordu. Onun için ve padişahın iradesiyle, binbaşılığa yükseltildi. Selânik’te cemiyet kurulduktan sonra Enver, Selânik’e çağrıldı. Cemiyete alındı. Manastır’da cemiyetin şubesini kurmaya memur edildi.

 

Cemiyet, 1906’da kurulmuştu. Enver de bir ay sonra Selânik’e davet edilmişti. Vazifesi dolayısıyle sonra Manastır’a döndü. Ama Selânik’e geldikçe,N Selânik Merkez Kumandanı olan eniştesi Nazım Beyin evinde kalırdı.

 

Mustafa Kemal, Selânik’e geldikten ve ordu erkânıharbiyesine mensup olduktan sonra İttihatçılığa girmiş bulunuyordu. Enver’le o vakte kadar bir münasebeti yoktu. Mektebi, Harbiye’de okumuş olmalarına rağmen, Enver, Harp Okülu’ndan 1315 ve Mustafa Kemal ise 1317 mezunu idiler. Erkânıharp sınıflarından bu vesile ile tanışıklıkları olsa gerektir.»

 

Kâzım Nami, bu devrelere ait bilgilerini ayrıca ve «İttihat ve Terakki Hatıralarım» ismi altında, küçük bir eser halinde neşretmiştir. 1908 İhtilâlinin fiilen önderi ve icracısı olan teşekkülün Selânik’te 10 kurucusundan biri ve bunlardan tek hatıra yazanı olarak, Kâzım Nami’nin bu eserinden de bazı parçalar vermeyi faydalı buluyoruz:

 

«Ocak 1897’de zabit (subay) çıktım. Tiran Redif Taburuna gönderildim. Küşat isminde bir üsteğmenle (Tuğ-general Küşat Paşa) tanıştım.

 

 

(1) Bunlar, eski rumî tarihlerdir. Bu tarihlere göre, meselâ 1322 rumî tarihi, 1906’ya karşılık düşer.

 

 

273

 

Fransızca bilirdi. Hür fikirliydi. Askerî mektepte Fransızca hocalığı yaparken, o zaman hapishanede bulunan Talât Beyle tanışmıştı. Ben, tşkodra'da İttihat ve Terakki Cemiyeti 8. şubesine 3Vinci aza olarak kaydolundum. Buna delâlet (aracılık) eden, Ordu Kumandanı Müşir §akir Paşanın, Giritli İsmet Bey ismindeki muhasebecisiydi.»

 

«1906’da Arnavut Cercis çetesi hakkında malumat toplamak için Delvina'dan İşkodra ve Drac'a kadar havaliyyi gezdim. Eski cemiyet arkadaşlarımdan Refik Toptani* den Ahmet Rıza Beyin Paris'teki adresini öğrendim. Selânik’e dönünce Fransız postanesi vasıtasıyle evrak-ı muzırre celbine başladım. Bunlar benim hürriyet maksadına hizmet etmemi sağladı.

 

Evvelâ mektep arkadaşım İsmail Canbulat’a açıldım. Sonra, 1906 temmuzunda bir cuma günü Canbulafın Selânik’te, Yalılar’da, Baron Hirş Hastanesi yakınındaki evinde 10 arkadaş toplandık. Bunlardan ikisi hocam, dördü asker, üçü de tanıdığım sivil arkadaşlardı. İsimleri şunlardı: Askerî Rüştiye Müdürü Bursalı Mehmet Tahir Bey, aynı rüştiyenin Fransızca öğretmeni Naki Bey, Selânik, Manastır-İşkodra vilâyetleri P.T.T. müdürlüğü başkâtibi Talât Bey, Rahmi Bey, Mithat Şükrü, Kâzım Nami Bey (yüzbaşı), Hakkı Baha, Ömer Naci, İsmail Canbulat, Edip Servet Bey.

 

Bu ev, Canbulat'm babasının ve kardeşlerinin üzerimize gelmesi ihtimali üzerine bırakıldı. Sonra Mithat Şükrü'nün Yalılar*da Defterdar semtindeki evinin selâmlık kısmında gün aşırı toplanmaya başladık. Konuşa konuşa (Osmanlı Hürriyet Cemiyeti) ni kurmayı başardık. (Eylül 1906). Fakat her gün 10 kişinin aynı yerde toplanması tehlikeli görüldüğünden Talât, Canbulat ve Rahmi Beyleri bir «Heyet-î Âliye» olarak seçtik. Sonradan bu heyet, «Merkez-î Umumî» adını aldı.

 

Bizi bu toplantılara götüren sebepler muhtelifti. Hürriyet aşkı ile kavruluyorduk. Eski Osmanlı İttihat ve Terakki

 

 

274

 

Cemiyetine girdiğimiz zaman, hürriyet için çalışacağımıza ant içmiştik. Reval Mülkâkatı’ndan önce Rumeli' de 6 büyük devletin zabitlerinden bir jandarma heyeti kurulmuştu. işte bu bizi çileden çıkarıyordu. Biz topladığımız arkadaşları bazı merasimlerle cemiyete alıyorduk.»

 

«Eski Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyetinin Paris' teki üyelerinden Dr. Nazım Bey, başında sarık ve Hoca Mehmet Efendi adiyle Selânik’e gelip Hafız Kurfallı'nın Yenikapı’daki evinde yerleştikten sonra, bize «Osmanlı Hürriyet Cemiyethnin «İttihat ve Terakki Cemiyeti» ismini almasını teklif etti. Ve cemiyetin adı nasılsa bir yanlışlıkla «Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti» şekline girdi. Selanik'teki «Heyet-i Âliye», yahut «Merkez-î Umumî' nin merkez sayılarak Paris'teki üyelerin de onu bu suretle tanımayı kabul etmeleri bu değişikliğin kabulünü temin etti.

 

Bundan sonra Rumeli vilâyetlerinden seçilip getirilen arkadaşlar, Selânik'e getirilip cemiyete sokuldukta sonra kendi sahalarında şubeler açmak için gönderiliyorlardı. Manastır'dan Enver Bey, Üsküp'ten Necip Bey bu suretle cemiyete girdiler.»

 

Manastırdaki gizli teşkilâta gelince? Kâzım Nami Bey Hatıralarında, Manastır’da «Hürriyet Cemiyeti»nin bir şubesini kurmaya Selânik merkezince, binbaşı Enver Beyin memur edildiğine işaret eder. Oradaki şubeyi böylece, Enver Beyin kurmuş olması mümkündür. Çünkü 1908 İhtilâlinden önce Manastırda «Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti, Vilâyet Heyeti Merkeziyesi» olarak çalışan ve bu namla' beyannameler neşreden, ciddî faaliyetlerde bulunan bir teşekkül mevcuttu. Bu teşekkülün, hürriyetin ilânından önce merkez kadrosunu şu zatlar teşkil ediyordu: Reis: Süvari Yarbayı Sadık Bey. Üyeler: Avcı Taburu Binbaşısı Erkânıharp Remzi Bey, Mümtaz Yüzbaşı Habip Bey, Topçu Üsteğmeni Yusuf Ziya, Piyade Üsteğmeni Tevfik ve Vilâyet Tercümanı Fahri Beyler...

 

Hürriyetin ilânına öncülük ederek dağlara çıkanlardan ve hürriyetin ilânı üzerine, hürriyet kahramanı Enver Beyle beraber,

 

 

275

 

hürriyet kahramanı Niyazi Bey olarak büyük ün salan kolağası (önyüzbaşı) Resneli Niyazi, bu merkeze bağlıydı. Resne’de çalışan, cidden dikkate değer bir şahsiyetti. Hürriyetten hemen sonra «Hatırat-ı Niyazi» ismi altında anılarını yazan ve bir süre sonra da sahneden, siyasetten çekilen bu gerçek idealist ve yiğit insan üzerinde, daha ileride Ayrıca duracak ve hatıratını değerlendireceğiz...

 

Buraya kadar verilen izahları, yani Rumeli’de siyasî örgütlenmeyi bu safhada keserken, gene bu konu ile ilgili bazı sahnelere de kısaca değinelim...

 

* * *

 

GİZLİ İTTİHAT VE TERAKKİ SAFLARINDA İKİ YÜZBAŞI: MUSTAFA KEMAL VE MUSTAFA İSMET!

 

1905’te Kurmay Okulu’nu bitirdikten sonra tevkif edilip, Taşkışla hapishanesine atılan Yüzbaşı Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, bir aralık askerlikten de çıkarılmaları bahis konusu olduktan sonra, ancak sürgünle cezalandırıldıkları malumdur. Sürgün yeri Suriye’ydi. İstanbul’a gelemeyecekler ve memleketlerine gidemeyeceklerdi. Yüzbaşı Mustafa Kemal işte bu devrede ve diğer iki arkadaşıyle beraber Şam’da «Vatan ve Hürriyet Cemiyeti»ni kurdu ve yaymaya çalıştı (1). Resmî yasaklamalara rağmen Yüzbaşı Mustafa Kemal, bir aralık gizlice Selânik’e de gelmiş, «Vatan ve Hürriyet» in bir şubesini orada da kurmuştu.

 

Ama daha önce Kâzım Nami Beyin mektubunda da okuduğumuz gibi, bu şube yürütülmedi. 1906’da Mustafa Kemal Selânik’e nakil imkânını bulunca, arkadaşları tarafından orada, İttihat ve Terakki, ya da Terakki ve İttihat Cemiyetine dahil edilmişti. Mustafa Kemal bakımından bu katılışı takibeden olaylar ve gelişmeler üzerinde burada ayrıca durmayacağız.

 

Ancak Rumeli’de İttihat ve Terakki gizli İhtilâl Cemiyetinin örgütlenmesini verirken biraz da, Yüzbaşı İsmet Beyin (İnönü) bu gizli İhtilâl Cemiyetindeki ilgi ve ilişkileri üstünde de ayrıca durmalıyız.

 

 

(1) Ş. S. Aydemir: Tek Adam. cilt I. s. 112-114.

 

 

276

 

Edirne’de ilk İttihat ve Terakki’nin, Talât Beyin de katıldığı gizli bir grup tarafından kurulduğunu ve teşkilâtın meydana çıkmasıyle yapılan tevkifleri, sürgünleri daha önce işaret etmiştik. Bu teşekkülün böylece açığa vurmasından sonra grup dağılmıştı. Talât Beyin faaliyet merkezi de, Selânik’e intikal etmiş, teşkilât Makedonya’da örgütlenmişti.

 

Fakat Edirne, II. Ordu merkeziydi. III. Orduda, yani Makedonya bölgesinde dalbudak salan gizli ihtilâl örgütlenmesinin, bir gün II. Orduda da kendine elemanlar bulmaması mümkün değildi. Edirne’de cemiyetin, işte bu ikinci örgütlenmesi, Yüzbaşı İsmet Beyin (İnönü) eli ve önderliğiyle oldu (1).

 

İnönü bu hareketi şöyle nakleder:

 

«Fethi Beyi (Fethi Okyar) Kurmay Okulundan tanırdım. Sonra da ilişkilerimiz devam etti. Ben, Edirne’de 8. Topçu Alayı, 3. Taburunda çalışıyordum. Bir gün bir jandarma yüzbaşısı bana bir mektup getirdi. Yüzbaşıyı emniyetli bir arkadaş olarak tavsiye ediyordu. Gizli İttihat ve Terakki Cemiyetine girmemi ve bu teşkilâtı Edirne'de meydana getirmemi istiyordu.

 

Ben de öyle yaptım. Bu gizli cemiyeti meydana getirdim. Asker ve sivil, inanılır arkadaşları kadromuza aldık. 10 temmuz (23 temmuz) 1908’de hürriyet ilân olununca da, Edirne’de, hem ordunun, hem vilâyetin siyasî kontrolünü ve rehberliğini, cemiyet adına ben elime aldım.»

 

İnönü’den dinlediğim bu olaylar ve 10 temmuzda onun II. Orduda, Edirne’de fiilî şefliğini takibeden gelişmeler, ilgi çekicidir. Kurmay Yüzbaşı İsmet Beyin Edirne’de gizli bir ihtilâl cemiyetinin üyeliğini kabul ettiği tarih, 1907 ortalarıdır. Mustafa Kemal de aşağı yukarı aynı tarihlerde, Selâııik’te bu cemiyete dahil oluyordu. O tarihte Kurmay Kolağası (Önyüzbaşı) Mustafa Kemal, 27 ve Kurmay Yüzbaşı Mustafa İsmet Bey 23 yaşında bulunuyorlardı. 1908 İhtilâlinde ve Hürriyetin ilânı üzerine Edirne’de ordunun ve sivil idarenin siyasî kontrol

 

 

(1) Ş. S. Aydemir: İkinci Adam. cilt. I. s. 44-50.

 

 

277

 

ve idaresine el koyduğu zaman ise, Yüzbaşı îsmet Bey 24 yaşındaydı...

 

* * *

 

GENÇ TÜRKLER HAREKETİNİN DOKTRİN AÇISINDAN KARAKTERİ:

 

Burada Genç Türkler hareketi deyince gene, Abdülhamit istibdadına karşı reaksiyonu, mücadeleyi temsil eden ve çeşitli gruplara bölünmekle beraber, Meşrutiyet rejiminin iadesi bahsinde birleşen örgütleri kastediyoruz. Bunların içinde, aksiyon bakımından İttihat ve Terakki ve onun devamının; sosyal fikirler bakımından da, Sabahattin Beyin temsil ettiği hareketin başlıca iki akım olduğunu tekrar belirtmeliyiz. Ama İttihat ve Terakki, gene gördüğümüz gibi, Tek bayrak altında, tek programla çarpışan, aynı cinsten ve birlik bir cephe değildi. Buraya kadar verilen özet bilgilerden de anlaşılacağı gibi, bu hareket, kendi içinde birçok parçalara bölünmüştü. Şu halde ve doktrin açısından Genç Türkler hareketi deyince ele alacağımız fikir ve aksiyon temeli nedir sorusu, daha ilk adımda karşımıza çıkar. Evet, hangi Genç Türkler hareketi? Ve bu hareketin ifade ettiği sosyal değer nedir?

 

Bu soru ile karşılaşınca, bu bahiste kullandığımız doktrin terimi oldukça zayıflar. Çünkü doktrin, daha aşağıda da özetlemeye çalışacağımız gibi, belirli bir dünya görüşüne, belirli bir felsefî temele dayanan, fikirler veya sistemler terkibidir. Bir prensipler sistemidir. Halbuki Genç Türkler hareketinde, ne böyle bir dünya görüşü, ne böyle bir fikirler ve sistemler terkibi vardı. Genç Türkler hareketi, daima tekrar ettiğimiz ve aşağıda tekrar değineceğimiz gibi kısaca, bir Meşrutiyet mücadelesidir. Hareketin monarşiye, yani hükümdarlık sistemine karşı da bir itirazı ve mücadelesi yoktur. İstenilen şey kısaca, bu padişahlık idaresinde, bir de Parlamento müessesesinin yer almasıdır...

 

Yani, Genç Türklerin monarşiye karşı mücadelesi yoktur. Bu böyle olunca da, tarihte monarşiye karşı mücadelenin temel felsefesi olan tabiî haklar ve ilâhî haklar gibi teorik tartışmalara Genç Türklerde karşılaşmayız.

 

 

278

 

Bizde Meşrutiyet için mücadele' eden zümreler, yani gerek Genç Osmanlılar, gerekse Genç Türkler, bu derinliklere inmeden, sadece bir parlamento müessesesi, yani sadece bir statü için didindiler, durdular.

 

Bu sebeple bizde Meşrutiyet hareketi, bir fikir ve doktrin mücadelesi değildir. Sadece bir intibak, yani uyma çabasıdır denilebilir.

 

İstenilen Meşrutiyet ise, 1876’da ilân edilip, Abdülhamit’in 1878’de ertelediği Birinci Meşrutiyetin bir devamıdır. Yani, İkinci Meşrutiyet, 1876’da ilân edilen ve esasları Mithat Paşa ve arkadaşları tarafından hazırlanmakla beraber, ilânından önce Abdülhamit’in esaslı değişiklikler yaptığı Kanun-u Esasi’ nin, tek madde değişmeden yeniden uygulanmasıdır. Kanun-u Esasi, padişahın mutlak iradesi yerine, halktan gelen mebusların yasama ve denetleme yetkisini getiriyordu. Ama padişah, gene sorumsuzdu. Yalnız Kabineler, Parlamento karşısında sorumluydu. Buna göre de Meşrutiyet, kontrollü bir monarşidir. Bir halk idaresi değildir. Son söz, hükümdarındır. Mebuslar, bütçeyi yaparlar, icrayı, yani Kabinenin icraatını mürakabe ederler. Ama gerek bütçenin tasdiki, gerek Kabinenin seçilişinde irade, gene padişaha aittir. Kaldı ki, bilhassa geri ve Meşrutiyet idaresi bakımından geleneği olmayan ülkelerde bu mebuslar zümresi de, nihayet bir dar çevrenin temsilcileri olarak gelirler. Çünkü halkın asıl kütlesi cahildir. Kısacası, Meşrutiyet, bir aydınlar ve orta sınıf koalisyonu idaresidir. Yani, sosyoekonomik edebiyattaki tabiri ile, bir orta sınıf nizamı ve aynı zamanda bir monarşidir.

 

Bu meşruti monarşi, meselâ İngiltere’de olduğu gibi, yüzlerce yılın mücadele ve tekâmülünden geçen ve Monarh’m (hükümdarın) yetkilerini yavaş yavaş kısıtlamış ve onu bir sembol haline getirmiş bir sisteme dayanıyorsa, hayat ve istikbalinde bazı garantiler taşır. Ama öyle değil de, meselâ Türkiye veya eski Çarlık Rusyasında olduğu gibi, henüz doğum ve yerleşme ağrılarını yaşıyor idiyse, onda istikrar garantisi daima zayıf kalır. Veya hükümdar, şahsî bazı müdahalelerle Meşrutiyeti kaldırabilir. Meselâ Abdülhamit’in 1878’de yaptığı gibi.

 

 

279

 

Yahut da bu idare, partilerin, siyasî güçlerin veya diktatörlüğe kayabilen liderlerin elinde, pekâlâ bir dikta nizamına dönebilir. 1908 Meşrutiyetinde olduğu gibi...

 

Bu belirtmelerden sonra şimdi, bizim yakın tarihimizdeki Genç Türkler hareketinin, doktrin değerini şöyle ifade edebiliriz:

 

1 — Sabahattin Beyin, daha önce de değindiğimiz gibi, sosyal bir görüş açısından imparatorluğun durumu ve yapılması gereken hareketler hakkında, çok defa sübjektif olsa da, bazı görüş ve yorumları vardı. Bunun dışında İttihat ve Terakki hareketi, 1876 Anayasası özleminden başka hiç bir yeni araştırma ve yorum getirmedi. Bu konuda ve 1908*den önce, İttihat ve Terakki veya benzeri teşekküller tarafından meydana atılmış hiç bir tez veya bilimsel eser yoktur.

 

2 — Ahmet Rıza Beyin Abdülhamit’e Paris*ten gönderdiği lâyihalar, ancak müşahade ve temenniler mahiyetinde olup, doktriner değer taşımazlar.

 

3 — İttihat ve Terakki ve benzeri teşekküllerin yurt dışında yayınlanan gazetelerdeki yazılar genellikle, umumî tenkit ve temenniler sınırını geçmez.

 

4 — Aynı teşekküllerin, yurttaki sosyal ve ekonomik durumları hakkında yapılmış, yayınlanmış, sistematik eserleri de yoktur. Ve Avrupa*da yıllarını harcayan bunca aydın ve yarı aydının, nasıl olup da bu kadar verimsiz kalabildiklerine hayret etmemek kabil değildir.

 

5 — Bütün bunları ele alınca, vaktiyle Mustafa Fadıl Paşanın Paris*ten Abdülaziz*e yazdığı meşhur mektubundaki tahlil ve görüşleri, âdeta önemli bir eser gibi kabul etmek icabediyor (1). Aynı suretle Genç Osmanlılardan meselâ Namık KemaVin Avrupa*da, hatta cumhuriyet kavramına kadar değinen makalelerini, keza önemli görüş değerli olan yazılar gibi almak gerekmektedir.

 

 

(1) Mustafa Fazıl Paşa: Paris'ten Mektup. Paris’te yayınlanması 1866. İstanbul’da broşür halinde neşri 1910.

 

 

280

 

Böylece, İkinci Meşrutiyet için mücadele eden İttihat ve Terakki, aydın öncülerinin çalışmalarında, Meşrutiyet genel mefhumundan başka, doktriner bir anlayış bulmak mümkün değildir. Halbuki meselâ aynı devrede Rus çarlığına karşı mücadele eden aydınlar, reformizmin her safhasından, sosyal demokrasiye ve ihtilâlci sosyalizme kadar, doktriner ve bilimsel alanlarda tamamen sistematik, büyük eserler ve orijinal yapıtlar verdiler. Öyle ki, bunların bir kısmı, hatta çağımıza yeni değerler getirdi.

 

Türk hürriyetçilerinin bu alanda kısırlığını izah gerekirse, ilk söylenebilecek şey, bu kadronun esasen ve bütünüyle yarı aydınlardan teşekkül ettiğidir. Evet, yarı aydınlardan... Yarı aydın ise, idealist olabilir ama, terkipçi ve nazariyeci olamaz. Orijinal eser, ancak genel kültüre sahip olan aydın veya düşünürlerin terkipçi çalışmalarına dayanır. Hem aydın, hem terkipçi bir kültür ister.

 

Bu bakımdan denebilir ki, meselâ Ahmet Rıza Bey gibi, Dr. Bahaettin Şakir, Dr. Nazım gibi, uzun müddet Avrupa’da yaşayan ve 1908 İhtilâlinden sonra yurda dönen, ön planda mevki alanların bu kısırlığı, 1908 İhtilâlinin de gereği gibi verimli olmamasında ve hızla bir dikta rejimine, bir siyasî otokrasiye dönmesinde, önemli surette müessir olmuştur. Eğer yurt dışından memlekete dönenler, bize oradan sistematik bir yetişme ve koltuklarında değerli orijinal eserlerle dönebilselerdi, meselâ bir Talât Bey (Talât Paşa) veya Enver Paşa İkilisi, o kadar güçlü bir şekilde iktidara hâkim olamazdı.

 

Hulâsa Genç Türklerin hayat ve mücadeleleri, hem Avrupa’da, hem yurt içinde 1908’e kadar, doktrinci ve karakter arzetmez. Doktrin; sistemleştirilmiş bir fikirler manzumesidir. Bilimsel bir dünya görüşünün belirli, sistematik kanuniyetler açısından verilişidir. Aynı zamanda oluşların bir izahıdır. Genç Türklerin ülkü ve mücadelelerinde, böyle bir doktrin unsuru, ve bilimsel bir fikir temeli göremiyoruz (1).

 

 

(1) Bizde Jön Türklerin Siyasi Fikirleri üzerinde ilk ve üniversiter incelemeyi, Ankar Siyasal Bilgiler Fakültesinden Şerif Mardin yapmıştır. Bu eser, İş Bankası Yayınları arasında, 1946’da yayınlanmıştır. 260 sayfa.

 

 

281

 

Çünkü doktrinler de terkibi, mütefekkir (düşünür) verir. Bu terkip, Düşünürün kafası, kalemi ile işlenir. Bir entellektüel hâsıladır. Halbuki Genç Türklerin günlük siyasetçileri, günlük yazarları, gizli teşkilâtçıları, komitecileri, hatta silâhşorları vardı ama, düşünürleri yoktu. 1860’lardan dahi alsak, 1908 hürriyet ilânına kadar olan yarım yüzyıllık zaman içinde, ihtilâlci veya Meşrutiyetçi cephede dünya ve memleket meselelerini, çağın akışını objektif açıdan ve fikrî değerlerini vererek izaha çalışan güçlü bir düşünürün çıkmaması, bu gerçekle yorumlanabilir. 1908’i takip eden devrin başarısızlığında, bu 1908 öncesi fikir kısırlığının büyük payını ve fikrî sorumluluğunu tekrar ve önemle belirtmek isterim.

 

Kendine özgü bir fikir temeline, bir fikir hareketine dayanmayan bir hareket ve ihtilâlin ise, daha baştan kısırlığa, verimsizliğe uğraması kaçınılmaz bir haldir. Nitekim bir fikir gayreti ve bir mücadele için Paris’te kalan Ahmet Rıza Beyin, kendine göre benimsemiş bir Auguste Comte hayranlığı ile İstanbul’a döndüğü zaman yapabildiği iş, tamamen silik ve pasif bir şekil adamlığından başka bir şey olmadı.

 

Hulâsa bizde Meşrutiyet hareketi, 1908’den önce hiç bir zaman bir fikir ve ideoloji hareketi şeklini almadı. 1908’den sonra ise, devrin fikir hareketlerini, bu eserin ikinci cildinde, gereği kadar eleştrmeye çalışacağız.

 

* * *

 

İDEALİZM BAHSİNE GELİNCE?

 

Gerek Genç Osmanlılar, gerek Genç Türkler içinde idealist insanlar, elbette ki vardı. Ama her iki zümrenin tarihinde iki gerçek, bu hareketlerin üstüne maalesef gölge düşürür. Ve bu gölge, her iki kadroda gerçek idealistlerle, kararsızları, müteredditleri veya rüzgârın akışına göre yerini seçenleri birbirlerinden ayırmayı hayli güçleştirir.

 

Avrupa’ya çekilen Genç Osmanlıların hatıralarını gölgeleyen gerçek, bunların hepsinin, bir Mısırlı zengin paşanın, hem de aşırı para yardımları ile yaşamış, geçinmiş olmalarıdır. Bu zengin Mısırlı, bilindiği gibi, Mustafa Fazıl Paşadır.

 

 

282

 

Mustafa Fazıl Paşa ise, bir idealist değildi. Abdül^ziz’e kırgınlığı bir menfaat meselesiydi. Genç Osmanlıları Avrupa’ya davet edip, ona karşı birer Meşrutiyet mücadelecisi olarak çıkarışı, bir menfaat kavgasından gelir. Mısır’da vali olacakken, padişahın birtakım oyunlarla Mısır’daki valilik hakkını bir başkasına verişi, onu can evinden vurmuştu. Ama buna rağmen, gene de, padişahla anlaşmanın bütün yollarını aramıştır. Nitekim Sultan Aziz Avrupa’ya, seyahate çıkınca, Tuluz’da onun karşısında hürmetle eğildi. Paris’te ayağına kapandı ve padişahın yeniden sevdiği adam olarak İstanbul’a döndü. İstanbul’dan verdiği emir ise, Avrupa’da kendi parasıyle yayınlanan muhalif neşriyatın durdurulması oldu. Yani, bu macera ona sadece, Genç Osmanlılar mücadelesinde harcanmak, onlara belirli maaşlar şeklinde ödenmek üzere verdiği 250.000 altın Franga mal oldu (1).

 

Bu böyle olunca da, Genç Osmanlıların bu mücadelede saf idealizmi, elbette ki biraz gölgelenir. Mustafa Fazıl Paşanın ayrılışından sonra yürütülen hayat tarzı ise, iç açıcı değildir.

 

Hatta öyle sanıyorum ki aslında, iki Namık Kemal var: Magosa’dan önce ve Magosa’dan sonra! Namık Kemal. Bu, onun 1908 İhtilâlcilerinin yetişmesinde, her vesile tekrar ettiğimiz Vatan Şairliği şerefini gölgelemez. Ama burada ele aldığımız idealizm bahsini aydınlatmak için de, Magosa’dan önceki Namık Kemal’in Avrupa hayatına, biraz değinebiliriz.

 

Avrupa’da Genç Osmanlılar için Mustafa Fazıl Paşanın bağladığı maaşlar, yüksek paralardı. Mustafa Fazıl Paşa, onlar için 250.000 Frank, yani 12.500 altın tahsis etmişti. Bu masraflar için mutemet tayin ettiği Ziya Beyin (Ziya Paşa) aylığı 3.000 Franktı. Bu para 150 altın lira demektir. Bu aylığı Türkiye’de ancak sayılı insanlar alırdı. Kemal Beyin aylığı

 

Frank, yani 100 altındı (2). Fazla olarak Genç Osmanlılarırı her biri,

 

 

(1) Bu maaşlara ait listeler ve muhabereler: Mithat Cemal Kuntay: Namık Kemal. s. 480-483.

 

(2) Muhtelif kaynaklardan neşredilen bu maaşlar listesinin, Mithat Cemal Kunt ay’m Namık Kemal isimli eserinde, ayrıntılı miktarları ile verildiğini daha önce işaret etmiştik.

 

 

283

 

Mustafa Fazıl Paşanın elinden, kendilerinin böyle barınmaları ve korunmaları için, sağlam senetler de almışlardı. Meselâ Namık Kemal İstanbul'a, babasına yazdığı mektuplarda, bu garantiyi uzun uzadıya anlatır (1).

 

Bu paralar, Avrupa'da bile çok refah içinde yaşamaya kâfiydi. Namık. Kemal'in, İstanbul'da babası Mustafa Asım Beye yazdığı 8 mart 1868 tarihli mektubundan şu satırları alalım (2) :

 

«Simdi Ziya Bey, Reşat Bey, Nuri Beylerle beraber, bahçe üstünde, gayet geniş, gayet şahane bir yazlık daire tuttuk. Pek nefis eğleniyoruz. Sultan Mecit’in hekimbaşılarından Dr. Spitzer, bizim dairenin üstündeki dairededir...»

 

Prof. Akçoraoğlu Yusuf Bey, Hukuktaki derslerini toplayan «Zamanımız Avrupa Siyasî Tarihi» isimli eserinde de aynı konuya değinir (cilt. IV. s. 167):

 

«Ziya Bey de dahil olmak üzere, Genç Osmanlıların cümlesi, Paris ve civarında yerleşmişlerdi... Fazıl Paşadan aldıkları hayli dolgun maaşlarla, iyi yaşıyorlardı. Simdi okuyacağım satır, Ebüzziya’dan aynen alınmıştır:

 

«Kemal ile Ziya, tam Şarklı halindeydiler. Evvelâ Mustafa Fazıl Paşanın kileri, beyler için her malzemeyle doluydu. Hatta İstanbul'dan her hafta Karakulak suyu bile geliyordu.»

 

«Ziya Beyin Paris civarında, dört tarafı bahçeli, bir büyük kâşanesi vardı. îki aşçı (alaturka ve alafranga olmak üzere) kullanıyordu. Bulgar, Ermeni, alelhusus Rus ihtilâlcilerinden farklı olan bir tarafları da budur...»

 

Bu beylerden, paşazade, beyzade inkılâpçılardan, ihtilâlcilerden Akçoraoğlu bu şekilde söz eder. Kemal ve Ziya Beylerin, meselâ İstiridye mevsimini beklemek ve bu mevsimi istiridye yiyerek geçirmek üzere, deniz kıyısında ve ayrıca kiraladıkları

 

 

(1) Türk Tarih Kurumu: Namık KemaTin Mektupları. 1967. 520 sayfa.

 

(2) Aynı eserden, s. 127.

 

 

284

 

ev veya otellerde, aylarca süren sefahatlerinden de bilgi verir.

 

Zaten o günler, Namık Kemal’in, henüz Vatan Şairi Namık Kemal olmadığı ve Magosa kalesi çilelerini henüz yaşamadığı günlerdi, inkılâp ve ihtilâl mücadelesinde ise idealizm ve çileleri şarttır. Bunun böyle olduğunu, bunlar olmadıkça olgunluğun, yetişmenin ve bir idealist olarak hazırlanmanın mümkün olmadığını belirtmek için aldığımız bu parçalar çok şey aydınlatıcıdır. Ama bu haller üzerinde durmak istemiyoruz.

 

Genç Türklere gelince? Bir ideal ve padişaha karşı amansız bir mücadele azmiyle Avrupa’ya kaçanların bir kısmının hayatını da, gene hazin bir gerçek gölgeler. Bu sefer parayı veren, doğrudan doğruya padişah, yani Abdülhamit’tir. Abdülhamit, yakınlarından Ahmet Celâlettin Paşayı (1) iki defa Avrupa’ya gönderir. Paşanın vazifesi, ya memuriyetler göstererek, yahut paralar vererek, oradaki Genç Türkleri kendi lehine kazanmasıdır. Hiç değilse zararsız hale getirmesidir. Paşa, Paris, Cenevre ve Londra’da ağlarını atar. Ve bu ağlarla birçok Genç Türkler, kolayca avlanır. Evvelâ memuriyet kabul edenler Paris’ten ayrılarak gidecekleri yerlere yollanırlar. Sonra maaşlara bağlananlar, aylıklarını almaya başlarlar. İş böyle olunca da, idealist kadro elbette ki çok daralır. Böyle bir aylık listesini Ahmet Bedevi, eserinin 197. sayfasında verir.

 

Bu alışverişte Genç Türklerin bir kısmı ile baş Hafiye (istihbaratçı) Ahmet Celâlettin Paşa arasındaki münasebetler garip sahneler gösterir. Zaten Ahmet Celâlettin Paşanın kendi hikâyesi de biraz gariptir: Paşa, Sultan Hamit’in süt kardeşiydi. Onunla beraber büyüdü. Yetişti, yükseldi. Abdülhamit padişah olunca, onun en yakınlarından ve güvendiği insanlardan biri oldu. Abdülhamit tarafından ilk defa, bir süre önce

 

 

(1) Ahmet Celâlettin Paşanın hikâyesi, 1908 öncesinde Avrupa'da Genç Türklerin hayatlarını anlatan bütün eserlerde ve hatıralarda vardır. Hem bu hikâyenin tafsilâtı, hem muhabere ve belgeler ise, Ahmet Bedevi Kuran’m Türkiye’de İnkılâp Hareketleri eserinde, geniş ölçüde verilmiştir.

 

 

285

 

Avrupa'ya kaçmış olan Murat Beyin (Mizan gazetesi sahibi ve Mülkiye'de hoca, tarihçi) İstanbul'a dönmesini sağlamak için Avrupa'ya gönderildi. Bu vazifesinde muvaffak oldu. Sonra, Damat Mahmut Paşanın dönmesini de sağlamaya çalışmak için Avrupa'ya gitti. Bunda Şaşarı kazanamadı. Ama diğer Genç Türklerle olan temaslarında önemli neticeler aldı. Bir kısım Genç Türkler, memuriyet kabul ettiler. Bir kısmı, başka suretlerle korundular, zararsız kılındılar. Sahnede lekesiz kalanlar çok azdı.

 

Fakat paşa, İstanbul'a dönünce, padişaha kırgınlık duymaya başladı. Geriye dönenlere, vadedilen muameleler yapılmıyordu. Galiba kendi üzerinde de bazı şüpheler uyandı. Bunun üzerine Ahmet Celâlettin Paşa, 1904'de Türkiye'den gizlice ayrıldı. Evvelâ Mısır’a gitti. Zaten bir Mısırlı zengin kadın olan karısından, kendisine büyük bir miras kalmıştı. Bu serveti Abdülhamit'in aleyhine kullanmak istedi. Genç Türkleri kendi etrafında toplamak gibi teşebbüslere girişti. Bu teşebbüsler netice vermedi. Fakat ona rağmen, Avrupa'da Genç Türklere para yardımlarını esirgemedi. Yani bu sefer de ona el açıldı. Ama paşa, Genç Türkler cephesindeki za'ıfları, idealizm sarsıntılarını görmüştü. Meselâ onun bir dostuna yazdığı mektuptan, şu satırları alalım:

 

«Cemiyeti Cedide’nin (yani, kurmaya çalıştığı yeni cemiyetin) Genç Türkler namı altında hareket etmesi lüzumundan bahsolunuyor. Buna muvafakat edememekte mazurum. Benim zannıma göre, Jön Türk (Genç Türk) namı, gerek dahilde ve gerek Avrupa nazarında, o derecelerde lekelenmiştir ki, eğer hu namı kabul etmek istenirse, pek çok teveccühlerden (yakınlık ve dostluk) mahrum kalınacağı ve pek çok cihetlerin emniyetini celbedemeyeceği, bence muhakkaktır...»

 

Celâlettin Paşanın evrakı arasında, Ahmet Bedevi Kuran'a geçen ve onun «Türkiye'de İnkılâp Hareketleri» eserinde verilen bir mektuptan (s. 344-345) alman bu parçalar, Genç Türklerin Avrupa'da, itibarını yitirmiş ve bozulmuş olduğunu gösterir. Bu sonuçta lidersizlik, en önemli etkendi.

 

 

286

 

Ahmet Celâlettin Paşa üzerinde daha fazla durmasak da olur. Gerçi onun Avrupa’daki Genç Türkler ile münasebetleri hakkında birçok vesikalar verilmiştir. Hatta kendisinin bir aralık ve Genç Türklerden ümidi kesince, Abdülhamit’e karşı bir suikast teşebbüsünden de bahseden belgeler vardır. Ama, paşanın bu hareket ve faaliyetlerinin, netice üzerinde önemli bir etkisi olmadığı için, bu hikâyenin uzatılmasında bir fayda görmüyoruz.

 

Kısacası, yakın tarihimizde, gerek Genç Osmanlılar, gerek Genç Türkler hareketinde, çileli ve mihnetli çok sahneler kaydedilir. Bu hareket, nice hapislere, sürgünlere, mahrumiyetlere, göz yaşlarına, hatta Mithat Paşa gibi nadir yetişen bir şahsiyetin hayatına mal olmuştur. Ama Meşrutiyet mücadelesinde bir doktrin savaşından ve bu doktrin mihverine bağlanan, yaygın bir idealizmden bahsetmek müşküldür. Rumeli’de Meşrutiyet için çalışan, dayanakları vatanseverlik heyecanı olan genç subayları ise, hareketin tabiî nazariyecileri değil, ama icracıları ve idealistleri olarak almak, elbette ki doğrudur.

 

Bu konuya değinirken, 1908 öncesi hürriyet veya Meşrutiyet mücadelecilerinin siyaset ve fikir açılarından eleştirilmesine, Genç Türklerin olduğu kadar, daha sonraki aydınların da gereği gibi eğilmediklerini, gelişmeleri bu açıdan işlemediklerini ayrıca belirtmeliyiz. Bu gerçek, yakın tarihimize karşı büyük bir ilgisizlikti.

 

Bu arada, daha önce değindiğimiz ve 1964’te yayınlanan bir eseri, yani Şerif Mardin’in «Jön Türklerin Siyasî Fikirleri - 1895-1908» eserini tekrar hatırlatırız. Eserin değer taşıyan bir özelliği de, bu konu ile ilgili olarak, zengin bir bibliyografya tablosunun verilişidir. Bu bibliyografya sayfalarında her araştırıcı, bu mevzua değinen yerli ve yabancı neşriyat hakkında bütün kaynakları bulur. Yusuf Hikmet Bayur’un «Türk İnkılâp Tarihi» isimli değerli eserini (cilt. 2, kısım 4) keza zikretmeliyiz.

 

Fakat Genç Türklerin 1908 öncesinde, mazbut, derlenmiş, sistematik, hulâsa doktrin karakteri arzeden bir fikir sistemine ulaşmamış olmaları yolundaki görüşlerimizde, öyle sanıyoruz ki,

 

 

287

 

doğruluğunu muhafaza edecektir. Öyle bir devir için ki, o devrede Avrupa'da Türkiye meseleleri ve Türkiye’nin istikbaline ait ihtimaller üzerinde oldukça çok sayıda kitaplar yayınlanmaktaydı. Genç Türklerin bu neşriyatla ilgilerine dair işaretlere rastlamıyoruz. Şark Meselesi denilen ve aslında mihver konusu Osmanlı imparatorluğu olan mesele üzerindeki neşriyat, bilhassa zikredilebilir.

 

* * *

 

GELECEK ETKİLENİYOR!

 

Görülüyor ki, bizde Meşrutiyet mücedelesi, kendine özgü hedef ve müesseseleri işlenmiş bir fikir hareketine, sosyal bir cereyan ve önder bir kütle temeline dayanmıyordu. İçeridekilerin imkânsızlıklarını bir tarafa bıraksak bile, dışandakilerin bu alandaki hazırlıksızlıkları, kayıtsızlıkları, cidden şaşırtıcıdır. Zaten biraz da bu sebeptendir ki, cereyanın (akımın) hâkim prensiplerinde belirsizlik ve keza belirli sloganların yokluğu, işi her safhasında şahıslar arasında kavgalara, bölüntülere sürüklemiştir. Daha doğrusu hareket, bilhassa Avrupa’da, hiç bir zaman yekpare (yani, birlik ve tek görünüşlü) bir nitelik kazanamamış, Genç Türkler, durmadan parçalanmıştır. Bu neticede lidersizliğin etkilerini tekrarlamalıyız.

 

Evet, Lider yoktu. Fakat Lider ne demektir?

 

Lider, herkesten daha ileriyi gören, olayları ve gelişmeleri, herkesten daha doğru ve isabetli değerlendiren ve bu güçleri ile, herkesin üstünde bir otorite olup, harekete yön tayin eden adam demektir. Ama Genç Türkler arasında böyle bir şahsiyet yetişmemiştir.

 

Yani, ikinci Meşrutiyetten önceki Genç Türkler cephesi veya cepheleri, vatan bağlılığından, Meşrutiyet hedefinden başka fikir, terkip (sentez) aksiyon ve inşa birliği yaratamamıştır. Bunun idrakine, anlayışına varamamıştır.

 

Bu niçin böyle oldu? Bu sorunun cevabı şudur: Genç Türkler hareketinin Avrupa cepheleri sadece, bir yarı aydınlar hareketiydi. Makedonya’daki vatanperverler cephesi ise, bir genç subaylar kadrosu ve onların safında yer alan genç ve hareket ihtirası ile yanan,

 

 

288

 

ama fikren yetersiz, dar bir kadroydu. Bunlar, Genç Osmanlılardan kendilerine intikal eden Meşrutiyet ülküsüyle, sonra da Abdülhamit düşmanlığını benimsemekle yetindiler. Ve sonuna kadar da öyle kaldılar. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, bilgiye ve çağ akımlarına, çağ araştırmalarına karşı, pasif, kayıtsız kaldılar. Avrupa’dan Genç Türkler, 1908 İhtilâli üzerine memlekete döndükleri zaman ise, hiç biri, hiç bir tecrübe ve tetkik hâzinesiyle gelmedi.

 

Memleketin çeşitli yerlerindeki sürgünler de bu sürgünlükten, ancak çilelerinin hatırasıyle döndüler. Ama işte o kadar. Onun içindir ki, 1908 İhtilâlinden sonra memlekette ve yeni nizam cephesinde, bütün bu geniş kadrodan yer ve görev alanlar, hemen hemen, iki elin parmaklarıyle sayılacak kadar azdır. Diğerlerinin en ileri gelenleri, hatta 1889’da Tıbbiye Okulunda ilk İttihat ve Terakki’nin çekirdeğini kurup, sonra nice ceza, sürgün veya gurbetlere dayanan öncüler bile, aksiyon sahasında ve ön planda yer alamadılar. Diğer gurbetçi ve sürgünler de hemen tamamen, Meşrutiyet devrinde ortadan silindiler, gittiler. Selânik ve Manastır’m genç subayları, her şeye hâkim oldular. Tecrübeli, fikirli ve yeni bir devlet nizamını kurmaya hazır olgun siyasetçi yerine, Makedonya’nın genç subayları ile, Avrupa kadrosundan bunlara katılan Dr. Bahattin Şakir, Dr. Nazım gibi bir iki kişi yeni devre hâkimleri oldular. Ahmet Rıza Bey bile bir gölge halinde yaşadı. Tek fikir mücadelesi yapan, fakat bir aksiyon adamı olmayan Prens Sabahattin, daha Meşrutiyetin ilk yılında yeniden vatan dışına çıkmak zorunda kaldı. Halbuki, her şeyi kendinde toplayan ihtilâlci bu genç kadro ise, maalesef, fikir olgunluğundan, çağın şartlarından ve isteklerinden habersizdi. Olayların içinde, macera arayan şövalyeler gibi yalnız kılıçlarına güvenerek yaşayabileceklerini sandılar. Ve bunlar, olgun, tecrübeli, ne yapılması gerektiğini bilen, itibarlı bir liderden daima yoksun kaldılar. Hulâsa zamanın şartları ve ülkenin ihtiyaçları hakkında bilgisizlik, idraksizlik tamdı. Çünkü iktidar yolunu açmak istedikleri ve hatta iktidar yolu onlara açıldığı zaman, tarihin kendilerine teveccüh eden, onlardan bir şey isteyen,

 

 

289

 

onlardan bir şey bekleyen misyonundan, âdeta habersizdiler. Bilgiye, memleket ve çağ araştırmalarına karşı olan ilgisizlikleri, şaşırtıcıydı.

 

Halbuki Genç Türkler ihtilâlinden sonra kendilerini yetiştirebilecek çağda ve her türlü imkânların içindeydiler. Akademik, klasik bir formasyona değilse bile, çevrelerini ve yollarını aydınlatacak yerli ve yabancı araştırma ve imkânları değerlendirme gayretine, pekâlâ yönelebilirlerdi. Çünkü iktidar onu kullanmayı ve değerlendirmeyi bilenler için, aynı zamanda bir mekteptir.

 

Meselâ Paris merkezinden ve Îttihat-Teraîcki devrinin en hareketli şahsiyetlerinden Dr. Nazım’ı, 1922’de Moskova'da dinlediğim ve hatıralarını yazmaya çalıştığım zaman, yıllarca Avrupa’da kalmış bu ihtilâlcinin kafasında ve fikir hâzinesindeki boşluğa, hakikaten şaşmışımdır. Bu boşluğun etkisi ve sürüklemesiyledir ki Dr. Nazım, 1908’den sonraki İttihat ve Terakki iktidarı sırasında aydın bir önder değil, sadece karanlık bir komitacı oldu. Ve gidişatı değerlendirememek yüzünden de, günün birinde, hem de kendi vatanında, son nefesini bir darağacında verdi...

 

Daha ileride göreceğiz ki, Genç Türklerin 1908 İhtilâlinden sonra kudreti eline geçiren, söz sahibi olan kadrosu, bir yeni rejim ve yeni bir devlet yapısı inşacısı olarak değil, sadece komiteciler olarak kaldılar. İmparatorluk çöktükten sonra da bu ruh halinden kurtulamadılar. Bu ruh, yurt dışında ve sığındıkları yerlerde de devam etti (1).

 

Aslında davaları değerlendirememekten gelen ve olaylara hâkim olmak değil, olayların peşinden sürüklenmekten gelen bu za’ıf, hayatlarının sonuna kadar sürdü. Ve zaten öyle görünüyor ki aslında, kendi nefislerine ve kadrolarına da inansızlık içindeydiler.

 

 

(1) İttihat ve Terakki liderlerinin, yıkılıştan sonra sığındıkları ülkelerden yazdıkları yüzlerce mektupta, hiç bir uyamş ve nefislerini murakabe belirtisi yoktur. Tersine olarak idrak seviyesi ve zamanı anlayışsızlık, daha da derinleşmiştir. Bu gerçeği, üçüncü ciltte; zengin belgeleriyle izleyeceğiz.

 

 

290

 

îleride ve iktidarları boyunca göreceğiz ki, komitecilik bahsinde şahsiyetli, kararlı, hatta en büyük riskleri göze alabilen bu aslında temiz insanlar, devlet anlayışı bahsinde, ta 1908 öncesinden gelen bir kısırlıkla, şaşılacak kadar kararsız, yahut da, yanlış kararlar içinde yaşadılar.

 

Kısacası, bir ülkeye yeni bir rejim getirmek davasında olan bir ihtilâl kadrosundan beklenen dünya görüşü ve bunu besleyen çağı anlayış ve nihayet bunları işletecek lider ve devlet adamlığı vasfı olmayınca, idealizmin, zaten havada kalacağının ve hâkim kadronun, kendi kendini harcayışının en ibret verici örneklerinden biri* bizim yakın tarihimizde ve 1908-1918 arasında Türkiye'de cereyan etti (1).

 

idraklerinin sınırları, âdeta bir Balkan fanatizmini ve ilk safhada bu taassubu besleyen Balkan komiteciliğini geçemiyordu. Halbuki Balkanlılar, bu safhayı çabuk aştılar. Bizden ayrılan ülkeler, mâarif, inşa ve ekonomik teşkilâtlanma alanında, hızla ilerlemeye başlamışlardı. Şehirlerde kalkınma, Batılı bir hayata yöneliş, köylerde maarif hareketleri ve İktisadî örgütlenme hızlıydı. Gerçi Türkiye'ye milliyetçilik akımları 1908' den sonra girdi. Ve bu akım, bilhassa Balkan Harbinden sonra bir kısım gençlikte bir ruhî ergenekon, bir kurtuluş umudu, bir sarılabilecek destek oldu. Ama bu nasyonalizm, inşacı bir ülküye yönetilemedi. Bu konuları da ileride ve bu kitabın ikinci cildinde, ayrıntıları ile işleyeceğiz.

 

Hulâsa; Genç Türkler hareketini, Abdülhamit devrinin çöküntüsü ve akıl almaz karanlığı doğurdu. Ama bu doğan çocuk, sıhhatli ve istikbal vadedici olarak doğmadı. Mirasına konduğu devrin, hem illetleri, hem zaafları içinde bocaladı. Böylece, Abdülhamit muamması gibi, bir de Genç Türkler muamması devam etti durdu...

 

Kısacası, bir zaman bir II. Abdülhamit vardı. Dünyanın şartlarına ve isteklerine karşı idraksizliğin, anlayışsızlığın hüküm sürdüğü 1876-1908 devrinin ruhu Abdülhamit'tir. Batıya bağlı bir Osmanlı geopolitiğinde, bir Ortaçağ maharacılığı hayatı sürdürdü.

 

 

(1) Bu bahis ikinci cütte işlenecektir,

 

 

291

 

Ama onun mirasçısı olan Genç Türkler de, kendilerinin yetişme yetersizliğinden gelen illetlerle, aldıkları devlet mirasını, daha olumlu yönlerde teşkilâtlandıramadılar. Halbuki her biri aslında, vadeden birer potansiyeldi. Meselâ Birinci Dünya Harbinin genç generallerinin, genç kumandanlarının enerjileri sonsuzdu. Ama, lidersiz, ve siyasetsizdiler (1). imparatorluğun ovalarında, dağlarında çok defa, meselâ Enver Paşanın amcası Halil Paşanın o lüzumsuz Iran Seferi için söylediği gibi, «başıboş bir bayrak gibi dolaşıyorlardı» (2) Daha sonraki cildimizde bu konuları belgeleriyle izleyeceğiz.

 

 

(1) Bu konuda tek realist görüş ve geleceği anlayış, yalmz VII. Ordu Kumandam Mustafa Kemal’in (Atatürk) 20 eylül 1918’de Şam’ dan, Başkumandan Enver Paşaya ve Sadrazam Talât Paşaya yazdığı önemli ve uzun rapordur. (Tek Adam. cilt III. Suriye Cephesi bahsi). (Bu mektup, inkılâp Enstitüsü’nün, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri-Raporlar ve Tamimler bahsinde yayınlanmıştır).

 

(2) Halil Paşanın Hatıraları. Derleyen: Ş. S. Aydemir. 1967. Ekim-kasım, Akşam gazetesi.

 

[Previous] [Next]

[Back to Index]