Makedonya'dan Ortaasya'ya. Enver Paşa. I. cilt: 1860-1908

Şevket Süreyya Aydemir

 

İKİNCİ KISIM

 

Hasta Adam

 

Hasta Adam; XIX. yüzyılın ikinci yarısı

ile, XX. yüzyılın başlarında, milletlerarası

siyasî edebiyatta, Türkiye için

kullanılan bir deyimdi. Adına Şark

Meselesi denilen ge'hiş ve karışık

meselenin baş konusu, bu Hasta Adam’ın

ölümü, yani Türkiye’nin taksimiydi...

 

 

IX

 

 

ŞARK MESELESİ!

 

1839 Tanzimat Fermanı, sınırları belli olmasa bile, eskisin ne göre başka bir düzen, yani Tanzimat ve Islahat vadediyordu. Islahat ve Tanzimat ise, reformlar demekti. Şu halde bu yeni düzen, Türkiye'ye reformlar getirecekti. Bu reformlar, gerçi daha ziyade içeriye karşıydı: Osmanlı ülkesinde yaşayan halklara, cins, mezhep farkı gözetilmeksizin eşit haklar sağlanacaktı. Cins ve mezhep farkı gözetilmeksizin can ve mal emniyeti sağlanacaktı. Halka refah ve mutluluk sağlanacaktı. Padişah; bütün tebaasının, hem koruyucusu olacaktı. Hem «hizmetinde» bulunacaktı. Halklarını; zamanın ilimleri, fenleri, çağın ışıklarıyle aydınlatacaktı. Fazla olarak da, bütün bu işleri yapacağına; sadrazam, şeyhülislâm ve bütün devlet adamları önünde, Kur’ana el basıp yemin etmişti. Hatta kendi ardından, başta şeyhülislâm olmak üzere bütün önde gelen devlet adamlarını da yemin ettirmişti. Bu yemin törenleri, vilâyetlerde, eyaletlerde de oranın büyükleri, cemaat reisleri önünde, padişah adına tekrarlanmıştı.

 

Fakat yemin, yalnız taahhüt, niyet ve tasdik ifade eder. Bu niyetin ve kabülün icrası, uygulanması ise başkadır. Eğer yemin yerine getirilmezse, birtakım adalet kanunları, bu yemin bozânlığı ergeç cezalandırırlar. Bizim Tanzimat Fermanında ve reformlar işinde de böyle oldu. Reformlar vadedildi. Ama reformlar yapılamadı. Yeminler yerine getirilemedi. Yani hakikatte, Tanzimat öncesi Türkiye ile, Tanzimattan sonraki Türkiye arasında, iç çelişmelerdeki ana davalar bakımından, ciddî farklar yoktu. Bu iç çelişmelerin başında ise; imparatorluğu teşkil eden çeşitli ırklardan, kavimlerden, aralarında milliyetçilik rüzgârları esmeye başlayanların tedirginlikleri vardı.

 

 

296

 

Meselâ Balkanlarda yaşayan kavimlerde, artık nasyonalizm cereyanlar yerleşmişti.

 

Ama Tanzimat hiç bir şey getirmedi mi? Elbette bazı yeni gayretler meydan aldı imparatorluk idaresinde. Meselâ Hıristiyan unsurlar da artık tebaa, yani uyruk oluyorlardı. Mal, can, namus emniyeti sağlanacaktı. Hıristiyan tebaa da devlet işlerinde vazife alacaktı. Ama asker vermeyecekti. Cezalar, kanunlara göre olacaktı. Bu kanunları da bir Meclis, Meclis-i Ahkâm-ı Adliye, yani adlî hükümleri düzenleyecek Kurul hazırlayacaktı. Böylece padişahın her sözü artık kanun hükmünde olmayacaktı. Bu Meclis, bir nevi devlet bütçesi de düzenleyecekti. Padişah bazı yetkilerini kendisi yemin vererek, kısıtlar görünüyordu. Kısacası, Tanzimatta bazı meşrutî «Constitusionel» mefhumlar yer alıyordu. 1856 Islahat Fermanı ise, bütün hakları daha da genişletiyordu. Fakat bunlar neyi önledi? Daha bu fermanlara imza koyan Sultan Mecit zamanında ve Tanzimat Fermanında itiraf edilen İktisadî acze rağmen, sarayın ve saray kadınlarının israfları ve bu israfları karşılamak için dış borçlanmalar o hadde varmıştı ki, imparatorluk kendini tasarruf ve iktisada alıştıracağım derken, iflâsın eşiğine ayak basmış bulunuyordu. Adliye Meclisi, bütçe tanzimi gibi şeyler, şekilden ibaret bile değildi. XIX. yüzyılın ortasında yerli sanayiin çöküşü, memlekete yabancı sermaye mamullerinin akışı ve bunlara aracılık yüzünden azınlık mensupları o kadar zenginleşmeye başlamışlardı ki, bunların ayrıca mal ve can emniyetine, zaten pek ihtiyaçları kalmamıştı. Çünkü Türk şehirlerinde gittikçe onlar söz ve servet sahibi oluyorlardı. Bu defa ayrıca, yabancı koruyucular da buluyorlardı.

 

Ama dertler bu kadar da değildi. Ve bunlara nasıl el atılacağı bir türlü bilinemiyordu. Millî duyguların dalgalanmaya başladığı Osmanlı toplumlarmda ve meselâ Balkan milletleri üzerinde, hiç bir reforın hareketine yönelinemiyordu. Böylece de, zaten daha Tanzimattan önce kaynamaya başlayan kazanlar, dürmadan köpürüp taşıyorlardı. Nitekim 1804-1830 arasında Sırplar,

 

 

297

 

1820-1830 arasında Yunanistan (1) Rumları, istiklâlin ön zaferlerini kaybetmişlerdi. 1856-1878 arasında Tuna Romenleri ve nihayet 1878’de Bulgarlar, fiilen imparatorluktan koparak, kendi devletlerini kuracaklardı. Fakat Rumeli'de kopuşlar bu kadarla tamamlanmayacaktı. Daha da kopacak yerler vardı. Hulâsa imparatorluk parçalanıyordu. Parçalanmayı birer suretle körükleyen ve her fırsatı ganimet bilen yabancı devletler tezgâhlarını işletip duruyorlardı. Başta Rusya, sonra Avusturya, İngiltere, Fransa her vesileyle Türkiye'nin karşısına dikiliyorlardı.

 

Her ıslahat isteğinin sonu, imparatorluktan bir parçanın gidişi şeklini alıyor ve arkasından yeni ıslahat talepleri geliyordu. Karadağ böyle gitmişti. Bosna-Hersek de böyle gitti. Girit, Kıbrıs da, daha doğrusu Tunus da, Mısır da, vakit saat gelince, imparatorluktan koptular.

 

İşte Türkiye'nin bu sonu gelmeyen ve ancak İstiklâl Harbinden sonra, temmuz 1923 Lozan Muahedesi ile tasfiyesi ahde bağlanan parçalanması var ya, işte buna, Şark meselesi denilir. Şark meselesi, XIX. yüzyılın ve XX. yüzyıl başının siyasî edebiyatının, en geniş, en önemli konusudur. Ve meselenin esası, Türkiye'nin taksimidir...

 

Bazı Batı tarihçileri, Şark meselesinin başlangıcını, daha gerilere de götürürler. Meselâ Sorbon profesörlerinden Paul Houri, «Türkiye Nasıl Paylaşıldı?» isimli eserinde, bu meseleyi Karlofça Muahedesi ile başlatanlardandır. Yani, Osmanlı yenilgisini; Rusların, Basarabya'da İsmail ve Ege denizindeki Çeşme zaferleri ile başlatır. Ama aynı meseleyi, 1699'da Kaynarca Muahedesi ile başlatanlar da vardır. Yani, Osmanlıların Avrupa’dan kesin olarak çekilmeye başlamaları, bu meselenin başlangıcı olarak alınır. Hatta gene Paul Houri, şu tarife de taraftardır:

 

 

(1) Yunanistan’ın istiklâli mücadeleleri, bu davada Rum teşkilâtlanması ve teşkilâtlanmaya bilhassa Rusya’nın yardımı üzerinde geniş bilgi için: Türk-Yunan İlişkileri Tarihi ve Etnîk'i Eterya. Yazan: Selâhattin Alışık. 1968. Kitapçılık Ltd. Şti. İstanbul.

 

 

298

 

«Sark meselesinin esası, Türkiye'nin paylaşılmasıdır. Bu mesele aslında, Türklerin Avrupa'dan geri çekilmeye yönelmeleriyle başlar. Meselâ 1699 Karlofça Muahedesi ile.»

 

Fakat asıl Şark meselesini besleyen ve bu meselenin çözümünde, yani Türkiye’nin taksiminde söz sahibi olan devletlere müdahale hakkı veren hareketler, dahilî isyanlar oldu. Türkiye:

 

«1 — Türklerin Avrupa'dan çekilmeleri,

 

2 — Ve çekildikleri yerlerde alevlenen isyanlar, ile iki cepheli çöküyordu...»

 

«Şark Meselesi - Başlangıcından Zamanımıza kadar - La Question d'Orient» isimli ve çok ünlü bir eserin güçlü yazan olan Edouard Driault, bu eserinde Şark meselesinin bilhassa 1870-1871 harbinden sonra Avrupa siyasetinin ön planında yer aldığını belirtmekle beraber, meselenin tarihî derinliklerine iner. Ve bunu, çok geniş bir coğrafya sahası üzerinde inceler. Bu eser, hiç bir zaman değeri sarsılmayacak olan siyasî-tarihî eserlerden biridir.

 

Hulâsa işi nereden alırsak alalım, Osmanlı imparatorluğunun, daha Tanzimatı ilân ederken davaları kendi kudretinin dışına çıkmıştı. Kendi iradesinin dışında gelişmekte olan ve baş aktörleri Türkler değil, Avrupa’nın güçlü devletleri bulunan bir taksim projesinin icra sahnesinin artık içindeydi. Bu icra safhalarından, Abdülaziz’in sori devriyle, Abdülhamit’in tahta çıktığı sıralarda meydana gelen Balkan davalarını ve bu arada, 1877-1878 Osmanlı-Rus harbi ile bunun neticelerini, bu kitabın birinci kısmında özetlemiştik. Şimdi de, Abdülhamit saltanatı boyunca gelişip, daha sonraki yılları içinde nihayet, gene Şark meselesinin bir karar safhasında 1908 İhtilâlini patlatan oluşmalar üzerinde duracağız.

 

Bu özetlemelerimiz, gene Şark meselesi üzerine olacaktır. Böylece imparatorluğun kaderinde safha safha bütün uygulamalarını yapan yabancı müdahale ve iç ayaklanmaların hikâyesini vermeye çalışacağız. Çünkü Şark meselesi, aslında ve yakın tarihimizde, bizim imparatorluğumuzun hikâyesidir.

 

 

299

 

Ama bu özetlemelere girerken biz, gene Şark meselesinin bir safhası olan ve XIX. yüzyılın ikinci yarısı ile, XIX. yüzyılın başlarının siyasî edebiyatına mal olan ve yeni bir deyim getiren tarihî bir hadiseyi, kısaca belirtmeliyiz. Ondan sonra Şark meselesini tarihî kaynakları ile, kavram ve gelişmelerine tekrar döneceğiz...

 

* * *

 

HASTA ADAM!

 

Şimdi, çağın siyasî edebiyatına karışan ve bu edebiyatta Türkiye’nin halini ifade eden bir deyim üzerinde biraz durmalıyız. Bu deyim şudur: Hasta Adam!.. Ve bu sözler, Türkiye için söylenmiştir. Yani bu sözlere göre, Hasta Adam, Türkiye’dir (1).

 

O yıllarda Rusya’da çar, I. Nikola’ydı. I. Nikola; dar ölçüler içinde düşünen, fakat hırslı, müteassıp, müstebit, istilâcı bir hükümdardı. Onun devri; hemen hepsi de Türk halklarının yaşadığı ülkeler aleyhine olarak, Rusya’yı genişletmekle geçer. Ama asıl hedefi, İstanbul ve Boğazlardır. Fakat o kadar da değil. Eğer Türkiye taksim edilirse, bu taksimde payına, Balkanlarla Doğu Anadolu’dan ve belki de Kuzey Karadeniz kıyılarından geniş topraklar düşeceğine inanır. Böylece de, ikide bir Rusya’nın şu veya bu emellerini engellemeye çalışan İngiltere’nin karşısına, güçlü kozlarla çıkabileceği umudundadır.

 

Rus çarına göre Türkiye; Rusya’ya karşı, 1768, 1788, 1808, 1828 harplerini kaybetmekle artık, Avrupa’da hayat hakkını da yitirmiştir. Türkiye’yi bu hallere düşüren Rusya ve Rusya’nın zaferleri olduğuna göre, şu halde, hem, artık Türkiye taksim edilmeli, hem bu taksimde söz ve bu yağmada aslan payı Rusya’ya düşmelidir. Çar, bu konuda ilk işaretin verilmesinin ve kararlara varılmasının, artık vakti geldiği kanısındadır.

 

İşte o günlerde Grandüşes Helena, 9 ocak 1853’te Petersburg’daki şarayında büyük bir ziyafet tertip eder.

 

 

(1) Bu deyim ilk defa 9 ocak 1853 tarihinde Rusya Çarı I. Nikola tarafından ifade edilmiştir.

 

 

300

 

Suareye bütün ileri gelen Rus zadeganı, askerî ve sivil büyük rütbeli devlet adamları, bütün kordiplomatik dahildir. Çar suareye, ihtişamlı bir maiyetle gelir. O gecenin bizim tarihimiz bakımından önemli hadisesi, Çar I. Nikola’nın (1) İngiltere Büyükelçisi Hamilton Seymurla, başbaşa geçen konuşma sahnesidir. Konuşmada söz, Osmanlı devletinin durumuna gelir. Ve çağın siyasî tarihine intikal eden kayıtlara göre, Çar, şöyle konuşur:

 

«— Osmanlı imparatorluğunun işleri çok karışık halde. Bu memleket, kendi kendisine parçalanmaktadır.

 

 

(1) Osmanlı imparatorluğu ile yaptığı harpler dolayısıyle tarihimizi ilgilendiren I. Nikola, Rus imparatorluğunun önemli bir şahsiyetidir. 1796’da doğdu. 1855’te, kardeşlerini atlayarak çar ilân edildi. Cahil, kaba, inatçı, müstebit, zalim, fakat asker ve teşkilâtçı bir hükümdardı. Hükümdarlık mevküne geldiği zaman, orduda askerlik hizmetlerini bütün subaylar gibi yaparak, albaylığa kadar haklı terfiler kazanmıştı. Çar olunca, Rus imparatorluğunun 45 büyük ciltlik Kanunlar Külliyatım dferledi. Ticareti, sanayii, dar görüşler içinde olsa da, millî eğitimi geliştirdi. İmtiyazlı aileler çocuklarının okudukları mekteplere Latince ve Yunancayı da koyarak, klasik öğretimi güçlendirdi. Devlet bürokrasisini teşküâtlandırdı. Köylülerin kölelik hayatında, bazı kısmî ıslahat yaptı. Ama köleliği kaldırmadı. Soylular yerine ise, bürokratları devlet hizmetinde tuttu. Bir taraftan da harplere, istilâlara başladı. 1826-1828’de İranla harp ederek, Tebriz’e kadar girdi. Güney Kafkasya’yı, Bulgaristan’ı aşarak Edirne’yi ve doğuda Erzurum’u zaptetti. Edirne Muahedesi ile önemli kazançlar elde etti. Balkanlarda İslavlık, milliyetçilik cereyanlarını kuvvetlendirdi.

 

1833’de ve Mısır valisi Mehmet Ali Paşa kuvvetlerinin Kütahya’ ya kadar gelmesi üzerine, II. Sultan Mahmut, I. Nikola’dan yardım istedi. Rus donanması İstanbul’a geldi ve 12.000 Rus askeri de Beykoz çayırına çıkarılarak, Ruslarla Hünkâr İskelesi Muahedesi yapıldı. Türkiye, bir nevi Rusya himayesine girdi.

 

2 ekim 1827’de, Navarin’de Türk donanmasının imha edilişine Rus donanması da katıldı. 1853’te Sinop’ta Türk donanmasını imha eden de I. Nikola’nın deniz gücüydü.

 

Fakat 1854-1855 Kırım Harbinde, Türkiye ile beraber İngiltere, Fransa ve yeni kurulan Savoy devletlerini dfe karşısında bulan II. Nikola, harbin sonunu görmeden, 1855’te öldü.

 

 

301

 

Yıkılış büyük bir felâket olacak. Rusya ile İngiltere'nin bu konuda, tam ve iyi bir anlaşmaya varmaları ve birbirlerine haber vermeden, kati, bir adım atmamaları mühimdir.»

 

İngiltere Büyükelçisi, Çarın bu sözlerine karşı, biraz daha aydınlatılmasını rica eder. Çar şöyle konuşur:

 

«— Bakınız, kollarımızın arasında hasta, ağır hasta bir adam var!..»

 

Sonra sözlerini biraz daha açıklar. Ama Türkiye için Hasta Adam sözleri, orada ve böylece söylenmiş olur. İşte bu sözlerdir ki ondan sonra, siyasî edebiyata yerleşti. Yani, Türkiye artık, Hasta Adam olarak tanındı. Çar, o suareden birkaç gün sonra Hamilton Seymur’u, hususî olarak ayrıca sarayına davet eder. Onunla daha etraflı konuşur. Fikirlerini daha etraflı açıklar:

 

«— Hasta Adam’m yaşamasını, hepimiz istiyoruz. Onun ölmemesini, ben de sizin kadar isterim. Buna inanmanızı rica ederim. Lâkin kollarımızın arasında birdenbire ölebilir. Bu yüzden her ihtimali bugünden temin etmenin bir karışıklığa ve muhakkak bir Avrupa savaşına sürüklenmekten daha iyi olacağını söyleyebilirim. Eğer bu sırada İngiltere, İstanbul'a yerleşmeyi düşünüyorsa, buna müsaade etmeyeceğimi açıkça ifade etmeliyim. Bu beni, İstanbul'u işgal etmek durumunda bırakabilir.»

 

Bu sözlerden aşikâr olarak anlaşılan, Çarın Türkiye’nin taksimini istediğidir. Bunun için de, İngiltere ile önceden anlaşmaya çalıştığıdır.

 

Çünkü Çara göre, Türkiye’nin geleceği ve mukadderatı hakkında Rusya’dan sonra, yahut Rusya’dan başka söz sahibi devlet, ancak İngiltere olabilir. Bunun içindir ki, daha Petersburg’daki suareden ve oradaki konuşmalarından çok daha önce, 1844’te Londra’yı ziyaret etmiştir. Bu ziyaretinde meseleyi İngiltere hükümeti ile halletmeye çalışmıştır. Bu ana mesele, Türkiye meselesidir. Çünkü Mısır valisi Mehmet Ali Paşanın

 

 

302

 

isyanı üzerine ve Sultan II. Mahmut'un davetiyle Rus donanma ve askerini İstanbul'a kadar getiren şartlar içinde imzalanan 1833 Hünkâr İskelesi Muahedesi, Türkiye’yi zaten bir çeşit, Rusya himayesi altına düşürmüştü. Ama daha sonra ve 1840’ta imzalanan Londra Antlaşması, Osmanlı imparatorluğunun varlığını; İngiltere, Rusya, Fransa, Avusturya ve Prusya’ nın garantisine bağlamış, yani Rusya’yı ön plandan çıkarmıştı. Rusya ise Türkiye meselesinin, İngiltere’yle Rusya arasında halledilebileceği kanaatini, hâlâ muhafaza etmekteydi. İşte ocak İ853’te, İngiliz Sefiri ile görüşmeleri bunun içindir. Ama, İngiltere bu ikili çözüm şekline yanaşmaz. Çünkü böyle bir ikili anlaşma, Rus Çarının İstanbul’u ve Boğazları derhal işgali demektir. Bundan başka da daha kimbilir nice Osmanlı vilâyetlerine sıra gelecektir.

 

İngiltere Büyükelçisi, bütün konuşmaları tabiî ve derhal hükümetine bildirir. Bazı kitaplarda Hamilton Seymur’un Çara cevap olarak söylediği nazik ve Çarın Türkiye hakkında merhametli olacağına emin bulunduğunu beyan eden cümleler de verilir. Fakat mühim olan şudur: Çar, konuyu ortaya atmıştır. Teklifini açıklamıştır. Ojıa göre artık söz İngiltere’nindir. Nitekim İngiltere’nin cevabı da gecikmez. 20 şubat 1853’te İngiltere Büyükelçisi, İmparatora:

 

«— İngiltere'nin, Osmanlı devletine kimin halef olacağı meselesini konuşmayı reddettiğini...»

 

bildirir. Fakat Çar, ısrar eder:

 

«—Size, Hasta Adam'm ölmek üzere olduğunu haber, veriyorum. Böyle bir olayla şaşkınlığa düşmemize meydan vermeyiniz. Bir anlaşmaya varalım.»

 

Ertesi gün Çar, düşündüğü paylaşmanın tasarılarım ortaya koyar. Ona göre Bulgaristan, Rusya himayesinde müstakil bir devlet olacaktır. Mısır, İngiltere’ye verilecektir. Diğer teferruat ise, tespit edilebilir. Gerçi arada Avusturya'nın da tatmin edilmesi şart olduğunu işaret ediyordu. Bu da Avusturya’ ya, Eflâk-Buğdan’da (Romanya arazisi) bir himaye tanımakla mümkün olabilirdi.

 

 

303

 

Fakat bütün bu tertipler, İngiltere’nin direnişiyle karşılandı. Bunun üzerine Çar, kendi başına harekete geçmeye karar verdi. Türkiye’ye harp açtı. Galip gelince, önemli toprakları fiilen işgal edilmiş bir Hasta Adam’m yatağı başında işlerin, nasıl olsa daha kolay halledilebileceğini sanıyordu. Ama hesaplar uymadı. İngiltere ile Fransa ve hatta o zaman henüz İtalya Krallığı halini almış olan Piyemonta (Savoya), Türklerin safında yer aldılar. Kırım Harbi başladı (1854-1855). Savaş, Karadeniz’in kuzey kıyılarında bir noktada, Sivastopol-Balıklava’ da merkezleşmişti ama Rusya, Baltık sahillerinden ve başka noktalardan da tehdit ediliyordu. Çar, işi Rusya ovalarında bir harekât harbine çevirmek istemedi. Yenilgiyi kabul etti. Ve 1856 Paris Muahedesi ile sulha varıldı. Hasta Adam’m mirasının toptan paylaşılması böylece geri kaldı. Ama ne var ki Türkiye, bu neticeden faydalanamadı. Çünkü Türkiye, hakikaten Hasta Adam’dı. Ve öyle kaldı (1).

 

* * *

 

BUHRANLAR DEVAM EDİYOR:

 

Abdülaziz’in tahttan indirilmesi ve kısa bir aradan sonra II. Abdülhamit’in tahta geçirilişi sıralarında, daha çoğu Balkanlarda olmak üzere imparatorluğu sarsan karışıklıkları, savaşları daha önce özetlemiştik. Bosna-Hersek isyanları, Karadağ muharebeleri, Bulgaristan’da isyanlar, 1877-1878 OsmanlıRus harbi ve nihayet Berlin Muahedesi...

 

Bu harbin nasıl bir yenilgiyle bittiği ve Rus ordusunun İstanbul şehrinin kapılarına nasıl dayandığı malumdur. Rusya, Kırım yenilgisinin intikamını almıştı. Ayastafanos Muahedesi yürüyememiş olsa bile, Berlin Konferansında Türkiye, Balkanların yarısını ve Kars-Batum havalisini bırakmak zorunda kalmıştı. Berlin’de sulh, bu şartlarla imzalanmıştı. Fakat imparatorluğun deva bulmaz hastalığı, yeni krizler arzediyordu. Bu safhada, kararlı bir padişahın, geniş görüşlerle,

 

 

(1) Çarlığın bu geri çekilişinde, Rusya’da o zaman baş gösteren İktisadî buhranın ve bilhassa Rus köylerinde hüküm süren sıkıntı ve sefaletin etkili olduğu hakkında önemli belgeler vardır.

 

 

304

 

geniş ıslahat hareketlerine girerek imparatorluğa sıhhatli bir gelişme sağlanması lâzımdı. Abdülhamit ise, korkak, ürkek, her türlü olumlu karar gücünden yoksun, yahut kararları olumsuz bir adamdı. Gününü gün etmek eğilimi ve idare-i maslahatçılık politikası içinde her şey, her müessese, her gün biraz daha çöküyordu. Bu şartlar içinde buhranlar, elbette art arda sökün edecekti.

 

Bu yolda ilk gelişmeler, gene Balkanlarda göründü. Balkan kavimleri arasında başlayan ve gerek Sırbistan, gerek Yunanistan, gerek Bosna-Hersek, gerekse Bulgaristan'da, ya istiklâl yahut da örgütlenme suretinde ilk zaferlerini kazanmış olan milliyetçilik hareketleri* şimdi tekrar alevleniyordu. Bu arada ve Osmanlı imparatorluğu içindeki duruınları ilk defa Berlin Konferansında ortaya atılıp bazı kararlara bağlanan Ermeniler davası, ayrı bir millî hareket şeklinde gelişip durmaktaydı. Çeşitli Ermeni partileri, cemiyetleri teşekkül ediyordu.

 

Makedonya'da ise, Makedonya komitesi, devlet içinde devlet olmak üzere doğmakta ve güçlenmek yolundaydı.

 

İşte Birinci Meşrutiyeti İkinci Meşrutiyete bağlayan devrede yer alan bu ve benzerleri bir sıra olaylar ve buhranlardır ki, Hasta Adam'ı gittikçe daha fazla hasta edecektir. Hiç bir ilâç ve tedavi görmediği için de, imparatorluk yapısını adım adım çürüten ve onu her gün biraz daha halsizleştiren buhranlar nihayet bir gün ve Rusya ile İngiltere'nin bir anlaşmaya varmasıyle sonuçlanan Reval Mülâkatı'na varacaktır. O krallar buluşması ki, yankıları bilhassa Rumeli'de bomba gibi patlayacak ve İkinci Meşrutiyet ihtilâli, işte bu hava içinde harekete gelecektir. Bu ihtilâlin ilk sözcülerinden Binbaşı Enver Beyin, ihtilâlin ilk günü ve Makedonya'da Tikveş kasabası hükümet konağı balkonundan halka ilk sözleri şunlar olacaktır:

 

«— Hasta Adam'ı tedavi ettik!..»

 

Ama o güne ulaşabilmek için evvelâ, Osmanlı imparatorluğunda çeşitli kavimlerin millî hareketlerinden ve bu hareketlerin II. Abdülhamit devrindeki gelişmelerinden bahsetmeliyiz. Bunun için de ilk önce, imparatorluğun demografik ve etnografik yapısı üzerinde durmalıyız...

 

*

 

[Previous] [Next]

[Back to Index]